Adorno ne kadar “Bütün, yanlıştır” derse desin, bütünlük arayışı zihnin tabii ihtiyacıdır. Gerek dille gerçeklik gerekse dille hakikat arasındaki örtüşmezlik hâli şüphesiz ki insanoğlunun aşılamaz bir acizliğinin sonucudur. Bunun aksini iddia etmek insanın tanrılaştırılmasına çanak tutmak olur. İnsan olmak bir bakıma bu acizlikle malul olmak demektir.
Ne ki bu maluliyetimiz başka, birlik ve bütünlüğe ulaşma çabası başka şeyler. Acizliğimizi gerekçe yaparak her telden çalma lüksüne ve vurdumduymazlığına sahip olamayız. Tutarlılık mantığın temel koşulu olduğu gibi zihinsel planda hakikatin ve doğrunun da koşuludur. Başka deyimle hakikat veya doğru, zihnimizde bütüncül, tutarlı bir dile doğru irtifa etme ihtiyacını doğurur. Bu ihtiyaç, hakikat arayışındaki zihnin en karakteristik vasıflarından biri, zihinsel tekamülün gereklerindendir. Tevhit ilkesi bu yüzden bir tekâmül çağrısıdır: Sadece zihinsel (söylemsel) değil aynı zamanda ontolojik bir tekamüle çağırır. Gerek zihnin gerekse egonun sebep olduğu sapma ve dağılmalara karşı derleyip toparlayıcı bir istikamet üzere olmayı hedef kılar. Ayıklayıcı ve budayıcı bir zihin etkinliği yoluyla omurgalı bir dile sahip olmayı öngörür.
Yapı-bozumculuğun bile görece şekilde belli bir bütünlük motivasyonuyla beslendiğini ileri sürmek mümkün. Bütünlüğü yadsıyan değil ama erteleyen bir bakış açısıyla temellendirilmiş yapı-bozumcu yöntemin aşamalı ve stratejik olarak gayet bütüncül bir dille ilişkilendirilmesi kaale alınması gereken bir ihtimaldir. Mesele totalitarizme düşmemekse, dilin hakikat ve gerçeklik üzerinde uyguladığı şiddeti minimize düzeye getirecek veya bertaraf edecek restorasyona belki de yeniden inşaya her zaman ihtiyaç olabilir.
Dilsel (epistemik) şiddet denebilir ki yavaş yavaş açığa çıkacak olan paradokslara gebedir. Paradokslar epistemik şiddetin yumuşak karnı olduğu kadar onu yeniden şekillendirecek yeni bir omurgalaşmanın şartıdır da. Epistemik şiddetle paradokslar arasındaki gerilim bizden yeni bir hakikat dili geliştirmemizi bekler. Yapıbozumculuk işte bu anlamda dille hakikat/gerçeklik arasında ortaya çıkan mesafeyi gidermeye yönelik zihinsel bir manevra imkânı olarak devreye girebilecektir. Paradoksların yapıbozumcu bir zemine doğru taşınıp taşınmaması sözü edilen gerilimin boyutlarına bağlı olarak farklılık gösterir. Ne kadar radikal ne kadar lokal veya yüzeysel bir tutum içinde olacağımız, sahip olduğumuz hakikat veya gerçeklik algısıyla belirlenir. Hatta epistemik ve ontolojik cesaretimizle de alakalıdır.
“Büyük Anlatıların (İdeolojilerin) Sonu” Efsanesi
Büyük anlatı ve ideolojilerin reddiyesi şiddetin sadece söylemselleşmesini değil aynı zamanda siyasallaşmasını sorun haline getiren bir gelişme oldu. Fakat söylemsel (epistemik) şiddetle siyasal şiddet arasındaki derin farkı göremediğimiz takdirde, postmodern düşünce ve siyaset odaklarının edilgen bir unsuruna dönüşmemiz işten değildir. Büyük anlatılardan vazgeçmek tevhitten vazgeçmekle eşdeğerdir dersek abartmış olur muyuz, sanmıyorum. Diğer taraftan, büyük anlatıların reddiyesi adı altında aslında başka bazı büyük anlatılara teslim olma konumuna getirilmiş olma ihtimalinden bahsedilebilir mi, galiba evet.
Büyük anlatılardan vazgeçildiği iddiası günümüzün postmodern bir aldatmacası veya yanılsamasından ibaret gözüküyor. Gerçekte büyük anlatılar arasındaki çatışmada bazısının bazısını tasfiye ettiği bir süreci yaşadık, yaşıyoruz. Postmodern düşünce bu tasfiyeyi gerçekleştiren bir etken rolünü oynamaktadır. Milliyetçilik, demokrasi, kapitalizm, insan hakları gibi anlatılar bugün küresel dünyaya vaziyet eden hakikat ve geçerlilik söylemleri olarak varlığını sürdürüyor. Sürdürmekten öte, küresel realiteyi muayyen bir çerçevede stabilize ediyor.
Aslına bakarsak büyük anlatılardan, büyük ideolojilerden vazgeçilmiş falan değil. Vazgeçilen, sadece küresel stabilizasyonu tehlikeye sokan radikal ideolojiler ve unsurlardır. İslamofobiyi sadece İslami terörden kaynaklı bir haleti ruhiyeye indirgemek, küresel aklı ve ideolojiyi hiç mi hiç anlamamaktır.
Postmodern epistemoloji bütünlüğün imkansızlığından dem vururken, her ne sebeple olursa olsun gücün ideolojisine hizmet etmeye başlamakta, en azından bu vasatı ona temin etmektedir. Küresel hegemonyanın (kapitalizmin) yolunu açarak, meydan okuyucu her türlü radikalizmin belini kırmaktadır. İdeolojik üstünlüğünü epistemolojik üstünlükle tamamlamış ve tahkim etmiş gözüküyor. Bu gerçeği kavradığımız takdirde, bütünlüğün anlamını kavramamız daha kabil olacaktır. Bütünlükten vazgeçmekle sadece hakikatten değil meydan okuyucu siyasetten de mahrum kalacağızdır.
Bunun için hedef, epistemik bütünlüğü sahici bir dinamizme kavuşturmak olmalı. Bu dinamizmi yakalayamadığımız ve paradokslarla tekâmül etme cesaretini gösteremediğimizde, dilin ya totaliterleşmesi ya da parçalanması (eklektizm) kaçınılmaz bir akıbet haline gelecektir. Bugünkü hali pür melalimiz aşağı yukarı budur. Yaşadığımız entelektüel sefaletin sebeplerinden biri de kanımca buradadır.
Dilin totaliterleşmesinden malum bir epistemik problemi kastediyoruz. O da dilin asli, özsel bağlamından ve kaynağından kopartılarak başka bağlam ve anlam alanları üzerinde kurduğu tahakkümdür. Biçimle öz arasındaki tekabüliyetsizlikten kaynaklanan şiddet potansiyelidir. Din dili ile bilim, felsefe, ahlak, siyaset dili arasındaki farklılaşma noktalarını dikkate almayan bütünlükçü yaklaşımlar, bizi hakikate değil totaliter yanılsamalara götürür. Bütünlük bir terkip meselesi ve mantalitesidir. Bu mantalite özle biçim, dille hakikat/realite arasındaki mütekabiliyeti sağlamak zorunluğundadır. Pozitivizm de aynı şekilde böyle bir terkibi sağlamaktan uzak, tek boyutlu ve kapalı devre niteliğe sahip totaliter yanılsamalardan biridir. Bütün totaliter dillerde olduğu gibi indirgemeciliğe tutsaktır.
Terkipten yoksun, buna karşılık totaliter eğilimlere mesafeli bir zihin dünyası ise artık postmodern bir teslimiyet içindedir. Terkibin yerine nihayet harcıalem bir karışım, bir yan yanalık bahis konusudur. Buysa bizi hakikate değil, kaotik bir kavrayışa doğru götürmekte. Paradoks burada bir gerilim kaynağı olmaktan çıkarak normalleşir. O nispette postmodern bir arkaizme yerini bırakır.
Totalitarizmin Siyasi Veçhesi
Bütünlük arayışı ile totalitarizm arasındaki farklılık ahlak, hukuk ve siyaset alanında da belirleyici hale gelmektedir. Daha doğru ifadeyle, epistemik ve ontolojik düzeydeki bütünlüğün ahlak ve hukuk alanına taşınması özsel bir sapmaya, bir aşırılığa sebep olur. Böylece ahlak ve hukukun temel referans değerleri olan özgürlük ve adalet ilkeleri yerinden edilir. Bu sürecin faili sayacağımız siyasal akıl totaliter saiklerle şekil almaya başlar.
Totalitarizm bir tür haddini bilmezlik meselesidir. Gerek hakikati gerekse ontolojik değerleri teşekkül ettiği beşerî bağlamından çıkararak ahlak ve hukuk alanına teşmil etme, bu alanları cebren işgal etme girişimi ve siyasetidir. Cebrin burada ayırt edici unsur olduğunu söylemeye gerek yok. Cebrin olduğu yerde özgürlük ve adaletin tesisinden bahsedemeyeceğimize göre, problem, farklılıkları stabilize edici bir tahakküm siyasetinin yerine ahlaki bir siyaseti inşa edip edemeyeceğimizdir.
Bu itibarla beşeri ilişkiler alanı, hakikatin, bir başka deyişle sahip olduğumuz dünya ideasının (bütünlüğün) değil özgürlük ve adaletin alanıdır. Hakikatin siyasallaşma hakkı elbette vardır. Fakat bu hak, farklı hakikat söylemlerini ve siyasallaşma taleplerini yok sayan bir ayrıcalığa dayandırılamaz. Siyasallaşma gücü ayrıcalıktan değil uzlaşıdan beslenmek zorundadır. Hakikatin meşruiyet kaynağı haline getirilmesi nihayetinde totalitarizmi onaylamak anlamına gelmektedir.
Totaliter sistemlerle ahlaki, özgürlükçü sistemler arasındaki mesafe, sahip oldukları meşruiyet kaynağının muhtevasına göre belirleniyor diyebiliriz. Nitekim “tabii haklar” nosyonuyla biçimlenen bir hukuk devletinin özgürlük ve adalet ilkeleri açısından artık yetersiz noktada kaldığını biliyoruz. Zira iradi bir oluşumun yerine, verili, hatta kurmaca değerlerin temel alınması belli bir tahakküm potansiyelini de beraberinde getirir. Temel insan hakları söyleminin muhtelif homojenleştirme politikalarıyla eşleştirilmesi, biliyoruz ki son yüzyılın en çarpıcı olgularından biri olageldi.
Ontolojik varlık, bireyden gruba, gruptan cemaate, cemaatten millete doğru bir oluşum potansiyeli ve temayülü içerir. Lakin bu oluşum, ahlaki kriterlerle sınırlanmıştır. Modern ulus-devlet ideolojisi, bireyi cemaat, cemaati milletle özdeşleştiren homojenleştirici boyutları sebebiyle ahlakilik vasfını yeterince elde edemedi. Bu sebeple postmodern siyaset kuramlarının getirdiği çoğulculuk yaklaşımı ahlaki kriterler bakımından bir gelişme olarak kaydedilmelidir. Ne ki sözkonusu çoğulculuğu “çoklukta birlik” anlayışıyla motive edecek bir hakikat ve anlam ufkuna büyük ihtiyaç var.
Gerek çoğulcu, özgürlükçü siyasetin önünü açma gerekse külli, kapsayıcı bir anlam ufkunun oluşturulması çerçevesinde bulunduğumuz yer nasıl bir yerdir, bu sorgulamayı yapmakla mükellefiz. Aksi halde entelektüel ve siyasal darboğazdan çıkabilmemiz pek mümkün görünmüyor.