Hakikat çok basit. Çok da açık, kesin, düz. – Öyle mi? Sevsinler.
Biliyorum kendimizi kandırmak için zeki falan olmak gerekmiyor. Hatta zeki olmamak gerekir. Zeki de olsak kandırabiliyoruz ama.
Zekâ dediğin nedir ki? Kullandığımız bir alet. Samimiyet ve dürüstlük yoksa, zekânın bize ne oyunlar oynayacağı belli olmaz. Hanya’yı Konya diye yutturur mu, yutturur.
Nietzsche’ye hak vermek zorundayım: “Bir tin büyük şeyler istiyorsa; bunlara ulaşmanın yolunu da istiyorsa, zorunlu olarak kuşkucudur. Her türlü kanıdan bağımsızlık, güçlülüğe aittir, özgürce görebilmeye…” (Deccal)
Nietzsche tehlikelidir biliyorum. Hele böyle bir konuda Nietzsche’yi referans almak tehlikeli sulara açılmak demektir. Fakat bundan korkmamalı, imanımız adına korkmamalı. Bilmemiz gereken şu: İmanımızı kavileştirmek için dahi sağlam, güçlü bir akla ihtiyacımız var. Bu akıl, kuşkunun imtihanından geçmek zorundadır. Dahası bu akıl, ümmetin geleceğini alakadar etmektedir. Ümmetin tam anlamıyla ‘hayati’ meselesidir.
Sahiciliği dert edinmedikçe düşünce, kültür, siyaset planında gelecek vaat eden bir tekâmül ortaya koymamız söz konusu dahi olamayacaktır. Nicelikle avunmaya devam edeceğizdir.
Niceliksel tatmin, gelişmemişliğin ve yozlaşmanın göstergelerinden biridir. Güçsüzlüğünü ve zayıflığını örtmenin en bildik yolu, çoklukla göz boyamaktır.
Nietzsche bizi bu tür göz boyamalara karşı uyaran, aşılayan bir zekâ, bir varoluş parıltısı. Aslolan bu. Nietzsche, yozlaşmanın ve konformizmin düşmanı. Bunun içindir, ulur gibi konuşan bir dili var. Saldırgan ve acımasız.
Nietzsche bir tarafa… Kendi gerçeklerimizden, kendi zaviyemizden hareketle gördüklerimiz elbette daha önemli: Sahiciliği dert edinmiş bir bakış açısıyla mutlaka.
Değil mi ki, yalandan dolandan kurulmuş büyük, muhkem şatolar içinde nasıl da mutlu olabiliyor insan. Yalanlarıyla nasıl da yaşayıp gidiyor hani ya sevgili insancıklar.
Orada, burada, her yerde yalanlar hüküm sürüp gidiyor, bütün cafcafıyla.
Yalanı yalan diye göremeyecek kadar iğdiş edilmiş varlıklarız çünkü. Hakikati, değeri çokça basite alıyoruz, belki de ondan.
Bir de şu var: Ego, vicdanımızı, aklımızı, kişiliğimizi falan maymunlaştırıyor. Öyle ki, kazandığımız her şey hakikat, kaybettiğimiz her şey yalan: Zekanın oyunu nispeten böyle bir şey.
Bunun için yalanlarıyla kolay kolay yüzleşmek istemez sevgili insancıklar. Şatosunun başına yıkılmasını asla istemezler.
Oysa hakikatin kulübesi, yalanın şatosundan çok daha kıymetli ve üstündür, bunu anlamaya tahammül bile edemezler.
Çünkü yalan, sefil ve adi ruhların en güvenli sığınağıdır. Kurdukları şato o bayağı ruhlar ülkesinde göz alıcı bir çekicilik taşır.
O ruhlar sözüm ona şatoyu görür, hakikati göremezler.
Etikete, paraya, makama, şöhrete bakarlar da ardını göremezler.
Şatolardan başka şey göremeyecek ve hatta umursamayacak kadar zavallı ve eğiktirler.
Bunlar her yerde, her katmanda bol bol vardırlar. Kendimize dokunanı var, dokunmayanı var. Sevdiklerimiz kadar nefret ettiklerimiz de vardır.
Bol bol alkış yapar, bol bol küfreder, bağırır çağırırlar. Ama hani hüzün nedir bilmezler.
Sefil ruhlar, hüznü emin olun hiç ama hiç bilemezler. Sadece filmlerden, belki kitaplardan şöyle böyle biliyor olabilirler. Eh işte!
Pragmatizm nihayet ruhlarına iyiden iyiye işlemiştir. Hatta hedonizm bile öyle. İkisi de düşünce ve hayat tarzlarının ardına gizlice otağını kurmuştur. Fakat bunu genellikle ayırt edemeyecek kadar zavallılar uyuklama halindedirler.
Hakikat diye bir sızıları olmamıştır ki fark edebilsinler. Hüzün onlar için handiyse beş harfli bir kelimeden ibarettir denebilir.
Şaka demiyorum. Hüznü olanın yarası dinmemiştir çünkü. Hayat ve hakikat onda kanayan bir yaradır sürekli.
Hüzün de hem aşk gibi bir ruh büyüklüğünü gerektirir. Hatta belki daha da fazlasını. Çünkü en samimi, en diğerkam biçimiyle o, saf ruhun ve saf şuurun tezahürüdür.
Hüzünde öyle ki yalan da libido da yoktur. Bunun için evet, hüznü olmayanın kalbi yoktur.
Hüznü olmayanın hakikati dahi yoktur.
Şatosu, kibri, gürültüsü, hırsları, arkadaşları, şiirleri, ödülleri vesair vardır, fakat kalbi ve hüznü yoktur.
Acımasız mıyım? Tabii ki. Hüzün çünkü o insanı insan yapan biricik saflığıdır.
Hüzün dört milyon mülteciye kucak açan kalbin sesidir.
Hüzün, haksızlığa ödün vermeyecek kerte asil olabilen ruhların makamıdır.
Sadece kötülüğün, sadece zulmün değil, çirkinliğin, basitliğin, seviyesizliğin hasmıdır.
Göz boyamacılığın, yalan dolanın, nankörlüğün, edepsizliğin, ikiyüzlülüğün, vurdumduymazlığın ötekisidir.
Hüzün insana “en çok yakışandır” evet.
Bunun için, kirliliğin, düşüklüğün, vasıfsızlığın, başıbozukluğun kokuşturduğu ortamlarda insan olanın hüznü vardır.
Çaresizliğin içten içe genleşen sesi olarak vardır.
***
Hüznün mutlulukla tezat olduğunu söylemek gereksiz. “Mutlu hüzün yoktur” dersem basit bir totoloji yapmış olurum yani. Fakat söz konusu tezadı varoluşsal bir ikilem olarak önümüze koyabilir ve dahi “yort, savul! diyebilirim. Zira...
Mutluluk hastalığı diyebileceğim şey zayıf ve bencil karakterlerin bir alameti farikası. Büsbütün mutluluk için yaşayan kimseler insan olamaz, adam olamazlar. Yani: yort, savul!
Her şey olurlar, lakin adam gibi adam olamazlar.
Her türlü fırıldağa, her türlü basitliğe ve soysuzlaşmaya potansiyel yatkınlık içindedirler: yort, savul!
Mutluluk hastalığı egoizmin öteki yüzüdür aslında. İnsanı insanın kurdu haline getiren içgüdüsel bir hastalığımızdır. Genlerimizden gelen bir miras olarak varoluşumuzu sürekli tehdit altında tutmaktadır. Elbette ki kitleseldir, avamidir, sıradanlıkla el ele vermiştir.
Kitleler mutlu olmak için yaşar. Din de Allah da onlar tarafından birer mutluluk aracı haline getirilmiştir. Duaları bile ağızlarına kadar mutluluk beklentileriyle doludur. Değere ve hakikate olan saygıları mutlu olma çabasının altında fazlasıyla ezilmiştir.
Mutluluk nihayetinde bir kendine tapınma hastalığıdır. Toplumun bütün katmanlarına yayılmış olması bu yüzden anlaşılmaz olmamalı.
Bu yüzden asil ruhlar her zaman azınlık olarak kalmışlardır. Ruh asaleti, onları çoğu zaman statü ve prestij kaybıyla karşı karşıya bırakmış, bırakabilmektedir. Asaletin ürkütücü, keskin bir bıçak gibi algılanması yerçekimi kanununun tabii sonucudur.
Ardında eğip bükülemeyen bir ‘büyüklük’ gerçeği vardır. Asil ruhlar kendisine olan saygısını kaybetmek istemezler çünkü. Onlar için bu ölümden beter bir şeydir: Olmak veya olmamak meselesi.
Değer, onur, hakikat bu ruhları temyiz ettiren varoluş koşullarıdır. Asalet her halükârda yüksek, üstün bir varoluş biçimiyle kaimdir.
Söylemek bile fazla: Asalet bugün artık sınıfsal değil bireysel bir gerçeklik olarak anlam taşıyor. Sınıfsal asaletin ne hükmü ne de artık değeri vardır. Makbul olan bireysel, edinilmiş asalettir, her halükârda. Soydan gelen asalet de, kurum veya otoritelerin tevdi ettiği unvanlara dayalı asalet yakıştırmaları da esas itibariyle hükmünü yitirmiştir.
Artık insan oluşun daha çağıltılı, daha iddialı bir evresindeyiz. Yeni şarkıların, yeni şiirlerin, yeni aklın, yeni bir çağın arifesindeyiz.
***
Derinlik ihtiyacı bugünün ve geleceğimizin en temel meselelerinden biri. Zira hiçbir şey göründüğü kadar basit değil.
Tarihi aşan, konjonktürü aşan bir hakikat tasavvuru ancak derinlere nüfuz etmekle mümkün.
Derinlikten korkanlar geleceği kaybederler; kaybetmeye mahkumdurlar. Hakikat, bu sebeple son derece acımasızdır.
Niteliksizliğin, cehaletin, bönlüklerin dayanışması bir yere kadar işe yarar belki. Edebiyatta, bürokraside, ticarette birileri birtakım köşeleri böylece tutabilirler. Göz boyamalar, yalakalıklar, takla atmalarla geleceğimizin önüne taş koyup duruyor olabilirler. Peki ya, kimin umurunda, olmuş veya olmamış kimin? Pragmatizmin alabildiğine normalleştiği, günübirlik hesapların giderek belirleyici olabildiği bir zeminde gemisini kurtaran kaptanlar tavşan gibi çoğalacaklardır elbet.
Onlara gün doğdukça da geleceğimiz kaybedecektir. Halkımız, ülkümüz, ülkemiz kaybedecektir.
Belki neyi kaybettiğimizi bile idrak edememenin sefilliği ve zavallılığıyla vicdanımız, aklımız, inançlarımız kaybedecektir.
Cehalet kazandıkça bilgi, nicelik kazandıkça nitelik, yalanlar kazandıkça hakikat kaybedecektir. Asıl kaybedense yine geleceğimiz olacaktır.
Lakin ümidimizi büsbütün kaybedecek değiliz. Asil ruhlar sayıca az, ama güçlüdürler. Bütün zor koşullarda var olmaya, hayatta kalmaya, konuşmaya ve direnmeye devam edecektirler.
Asil ruhlar heybetle ve iştiyakla çığırıyor: Yort, savul!