GÜLBEYAZ İLE NAZLI : FOTOĞRAFIN ÖBÜR YÜZÜ 20. yüzyılın ilk yılları. Coğrafyaları daralan Türklerin ağır hava şartlarıyla mücadele etmek zorunda kaldıkları bir kış günü. Doğu Anadolu’da bir köydeyiz. Birden köye doğru Rusların yaklaştığı haberi geldi. Ahali alelacele yükte hafif pahada ağır ne varsa çıkınlarına doldurdu. Acil kaçıp gitmek zorundaydılar. İyi ama karın her yeri kapladığı, kendilerinin kaçının hayatta kalacağı belli olmayan bu yolculukta küçücük çocukları ne yapacaklardı. Sonunda çocuklara biraz yiyecek, biraz su, biraz da altın bırakarak onları samanlığa sakladılar. Nasıl olsa birkaç gün sonra Türk ordusu gelir Rusları kovar, kendileri de köylerine dönerlerdi. Bu nedenle, çocuklara kendileri gelinceye kadar samanlıktan asla çıkmamalarını söylediler. Küçük Nazlı da ablası Gülbeyaz’a emanet edilmişti. Gülbeyaz’ın kendisi zaten topu topu 12 yaşındaydı. Köyün diğer çocukları gibi, ağlaşarak, birbirlerine sarılarak ailelerinin geri döneceği güne kadar yiyeceklerini dikkatle kullanarak saklandılar. Sonunda yiyecekleri bitti. Suları da…Gel gör ki ne giden vardı ne gelen... Sonunda açlığa ve susuzluğa dayanamayıp sakına sakına dışarı çıktılar. Allahtan ortada düşman askeri yoktu. Ortada kendileri gibi ailelerini bir daha görme ümidini yitirmiş diğer çocuklar vardı. Büyükler küçükleri teskin etmeye çalışıyordu. Evlerinden aldıkları yeni yiyeceklerle göz yaşları içerisinde açlıklarını yatıştırmaya çalışıyorlardı. Uzaktan gürültüler geldi. Akıl edip yine bir yerlere saklandılar. Biraz sonra “biz Türk askeriyiz, köyde kimse var mı “ nidalarını duyunca dışarı fırladılar. Askerler gördükleri karşısında şaşkına dönmüşlerdi. Çünkü gizlendikleri yerlerden çıkanlar sadece çocuklardı. Geri çekilmekteydiler…Çocuklardan küçük olanlarını yanlarına alıp, biraz daha büyükleri , artık Ruslarla , onlardan güç bulup Türklere saldıran Ermenilerin kavuşamayacağı bazı köylerde ailelere bıraktılar, anne-babaları döndüğünde teslim etmek üzere. Gülbeyaz ile Nazlı’nın gözyaşları içinde öpüp koklaşarak ayrıldıkları, asla bir daha birbirlerini göremeyeceği o trajik hikaye böylece başlamış oldu… Gülbeyaz bir köyde kaldı. Nazlı ise askerlerin, tarihin önüne açtığı bu uzun yolda minik adımlarıyla göz yaşları içerisinde kaderini yaşamaya başladı. Ve bir daha asla annesini de görememişti. Bu hikaye benim anneannemin hikayesi…Sarı Gelin’in değil ama Nazey’in hikayesiydi. Melek gibi bir insandı. Allah gani gani rahmet eylesin. Bir savaş ortamında kimin kimi öldürdüğüne dair yargılamalar yapılırken bugün size fotoğrafın öbür yüzünü çevirdim. Nazlı’nın hikayesi o bölgedeki yüzbinlerin hikayesidir…
ERMENİ MESELESİ/ Ben tarihçi değilim. Eminim ki tarihçilerimiz konuşacak. Ancak Ermeni meselesinin tarihimizle ilişkisi konusunda birkaç söz söyleceğim yine de. Biz 600 yıl boyunca değişik ırk, din ve dilden büyük bir medeniyet kurmayı başardık. Ancak Viyana sonrası ilk kez Karlofça ile sonun başlangıcına imza attık. Sonra da Berlin anlaşmaları ile Avrupa’daki son topraklarımızdan, yani Balkanlardan çekilmeye razı olduk. Gerileyişimizin her aşamasında Batı kaynaklı çözümlerle pansuman yapmaya çalıştık yaralarımıza. Bu pansumanların sonuncusu Fransız Devriminin büyülü fikirleriyle büyümüş jön Türklerimizle yapıldı. Yaralar kangrene döndü. Stratejik yanlışlarla her cephede birden kılıçları çektik. Azledilmiş Sultan Abdülhamid’i “siz ne yaptınız da bir araya gelmesi mümkün olmayan bunca düşman gücü bir araya getirdiniz. Bana silah verin, ben de cepheye gideceğim” dedirtecek kadar kızdıran İttihatçılarımızdı. Biz ulusalcı düşüncelerimizle, zaten zaafımızdan istifade etmek isteyen fırsat bekleyenlere bekledikleri fırsatları pek erken sunduk. Birçok yanlıştan bir doğru çıkmazdı. Çıkmadı da..Bu zihniyet yıllarca bir arada yaşadığımız ve zenginliğimizi oluşturan halklara da, her iki taraftan kışkırtıcıların da desteğiyle ana yurt saydıkları Anadolu’yu çok gördü. Birinci dünya savaşını sonlandıran Sykes-Picot anlaşmasının mimarlarından Mark Sykes, dostum Mustafa Everdi’nin sayesinde gün yüzü bulan ‘Darül İslam’ kitabında bu kışkırtıcılara işaret etmeyi ihmal etmemiş. Sykes, Ermenilerle iç içe yaşayan şehirlerin başında gelen Maraş’a, yani benim şehrime de gitmiş. Fransızların şehri işgaliyle yüz bulan Ermeni gençlerine, yaşlıların uyarıları var bu kitapta. Biz bu insanlarla yüzyıllarca bir arada yaşadık, yapmayın etmeyin diyen feryatları. Hepimizin yaptığı bu hataların sonunda Rumlar, Ermeniler de türküleriyle hüzünlendikleri, komşularıyla sevindikleri bu toprakları göz yaşlarıyla bırakarak bir daha dönüp gelmeyecek şekilde çekip gitmek zorunda kaldılar. 12 Eylül sonrası Midyat’taki dört katlı Süryani konağında, konağın sahibinin torunlarından birinin konağı ziyareti sonrası döktüğü göz yaşlarını içime akmış bulmuştum. Tarih sadece rakamlar ve isimlerden ibaret değil belli ki…
23 NİSAN NEŞE DOLUYOR İNSAN…YA 24 NİSAN..VE ERMENİLER/ Her 24 Nisan yaklaştığında elimiz yüreğimizde dolaşıyoruz. Oysa 23 Nisan bizim ‘Ulusal ‘ Egemenlik bayramımız. Ermeni meselesi konusunda nerden bir ses gelecek diye…Ama hep gafil avlandık…hep hazırlıksız.. Bir iki “arşivleri açalım karşılıklı” dedik. Ama bununla yetindik. Ya da gereği gibi hareket edemedik…Bölgesel aktör olmak istedik…..Küresel bir aktör olmak istedik. Bunu kiminle yapacaktık. Aslında bunun için yeterli alt yapımız vardı. Kurumlarımızla…..aydınlarımızla….bilim adamlarımızla… Aslında 21. yüzyılla bu amaçlara varmak için önemli adımlar atmıştık. Tarihsel coğrafyamıza dönük sorumluluğumuzun gereğini yerine getirmeye başladık. Yurtdışına kültür merkezleri serpiştirdik. Diasporadaki soydaşlarımıza, gurbetçilerimize “artık yalnız değilsiniz” demek istedik. Ama Ermeni meselesinde elimizdeki imkanları kullanamadık. Hala da kullanamıyoruz belli ki. Aydınlara gelince…Onlarla ilişkilerimizi angajman ya da düşmanlık uçlarında gidip gelen bir sarkacın dışında tasarlayamadık. Bir 24 Nisan’da Papa bizi ters köşeye yatırmıştı…”Papa bize bunu yapmayacaktı” diye hayıflanmak yerine “biz nerede yanlış yapıyoruz” deme erdemini göstersek önümüz aydınlanacaktı. Son kez Biden’ın ters köşesiyle alabora olduk. İç barışı sağlayacak imkanları elimizin tersiyle iterek sürekli öteki/hain üretmekten, Türkümn Türke propagandasından başka bir şey gelmiyor elimizden.
Son söz: Fransız Libération gazetesinde birkaç yıl önce çıkan bir yazıda , Türkiye’deki sözde Ermeni soykırım emrini veren hükümetin bir 'jön türk' hükümeti olarak tanımlanması ilginç değil mi ?
Yeni yorum ekle