Bir ot filizi bir güz yaprağına “Düşerken çok gürültü yapıyorsun,” dedi, “tüm kış uykularımı kaçırıyorsun!”
Yaprak öfkeyle şöyle dedi: “Soysuz ve alçak rezil! Hırçın şey, ötmeyi de bilmiyorsun! Yukarıda yaşamadığın için şarkının ahenginden haberin yok.”
Güz yaprağı düştü ve uykuya daldı. İlkbahar geldiğinde, uyandı -ve bir ot filizi olmuştu. Güz gelip de, kış uykusu yaprağı ele geçirdiğinde -yaprağın çevresine başka yapraklar düşüyordu- homurdanmaya başladı: “Ah şu güz yaprakları! Çok gürültü yapıyorlar! Bütün kış uykularımı kaçırıyorlar!”
Bir Ot Filizinin Dedikleri* adlı bu mesel, Halil Cibran’a ait. Ot filizi ve güz yaprağı arasındaki benmerkezci sert ilişki, bana sosyal-siyasal hayatımızın niteliğini çağrıştırıyor. Bizde de belirli bir dil, mantık ve kurgu üzerinden parçalanmış durumda olan siyasal hayat döngüsel bir şekilde devam ediyor. Siyasal konum neyse ona göre belirlenmiş bir analiz çerçevesi, bir kavramlar seti ve sınırları az çok tahmin edilen bir söylem mevcut. Muhalefetin analiz çerçevesi ve kavramlar seti içinde bulunduğu konumla ilintili olduğu için dile gelen politik söylemi de çoğunlukla ahlaki ve ilkesel bir duyarlılıktan ziyade pratik, pragmatik bir imdat çağrısı oluyor. O yüzden hem adalet, özgürlük, liyakat vs. gibi ahlaki ve ilkesel göndermeler hem de içinde bulunduğumuz yapının ve ilişki ağının açıklarına-açmazlarına işaret eden bu dil, iktidar-muhalefet devri daiminde işleyen yıpratıcı döngüyü kıramıyor. Bu konumsal söylem, pozisyon değişimine odaklı olduğu için yapıyı dönüştürmekle ilintili değil. Pozisyonun değişimini, aktörün değişimini hedeflediği için refere ettiği ilke ve değerleri aşındıran tahripkâr bir sürece, sonuca yol açıyor. Referans mekaniğiniz bir tür araçsallıkla malul ise içinde yer aldığınız ve konumunuz, pozisyonunuz icabı şikâyetçisi olduğunuz yapının örtük savunucusu, sürdürücüsü olduğunuzu da fark etmiyorsunuz doğal olarak.
Denilebilir ki, adalet, özgürlük talebi olanın, talebiyle uyumlu bir sorumluluk göstermesi niye gereksin? Herkesin adalete, özgürlüğe, liyakate vs. özen gösterdiği ve ona göre davrandığı bir ortamda doğal olarak farklı konumlardan, değiştirilmesi gereken iş ve işlemlerden bahsetmenin bir anlamı olmaz. Bu durum zaten bir anlamda ‘İdeal Devlet’in (El Medinetü'l Fazıla) hayat bulması anlamına gelirdi. Şüphesiz öyle! Susuz kalanın su istemesi, öncelikle su istemesi olağandır, meşrudur. Adalet isteyene, belirli hak ve özgürlükleri ileri sürerek önünün açılmasını isteyene “neden bunu istiyorsun?” denilemez. Mazlum olanın, mağdur olanın, adalet ve özgürlük talep edenin ontolojisine dönük şüphe oluşturmak, onu şaibeli kılmak çoğunlukla bir iktidar stratejisidir ve tam da altını çizmek istediğim bu döngüdeki konum, pozisyon müdafaasıdır. Dolayısıyla mevcudu en azından alan parselasyonundaki konumu itibariyle baskılamaya çalışan ‘ot filizleri’nin bir tür ‘yukarıda yaşamadığın için şarkının ahenginden haberin yok’ ithamıyla güz yaprakları tarafından susturulması anlaşılmayan bir şey değil. Ancak bu sosyal-siyasal ilişki mekaniğindeki konumların döngüselliği dikkate alındığında yani ‘güz yaprakları’nın kaçınılmaz şekilde yakalanacakları kış uykusunun ardından ‘ot filizi’ olarak uyanacakları göz önüne alındığında hem iktidarda olanları hem de muhalefette olanları, mevcut konumları ne olursa olsun, bir tür varlık-yokluk tedirginliğine sürükleyen, birbirine karşı bileyen bir zeminin, bir ilişkinin yukarıda da değinildiği üzere hem ahlaki ve ilkesel açıdan hem de pratik, pragmatik açıdan savunulacak ve sürdürülecek bir tarafının olmadığı açıktır.
Aşağıdakilerin, muhalefettekilerin, ot filizlerinin bu konumlarından çıkmak için ne tür araçsallaştırıcı hamlelere, düzeneğin bileşeni olan hangi belirlenmiş taktiklere başvurduklarına kısaca değindim. Aynı şekilde iktidarın veya güz yapraklarının da kendi durumlarına ilişkin itiraz ve eleştirileri ‘yukarıda yaşamamak’ gibi tayin edici bir eksiklikle ilintilendirip meşruiyetsiz kılma çabasını da konumlarından bağımsız düşünemeyiz. Elbette bu diskur bir alan savunusudur, pozisyonunu koruma mücadelesidir. Bunun için iç ve dış gelişmeleri belirli bir projeksiyona yönlendiren, onları pozisyonun korunmasına dolgu olacak işlevsel gerekçeye dönüştüren bir düzeneğin mevcudiyeti malum. Bütün bu döngüyü, bu sistematiğin genetiğini deşifre etmeye dönük literatürü yeniden serdetmek bir tür enerji yitimi olacak. Çünkü, 80’lerden bile başlatsak, bu literatür üzerinden tedrisattan geçen en az üç-dört kuşak var. Ancak Türkiye olarak yaşanmışlığımızdan tecrübe damıtmak yerine yaşadıklarımıza esir düşmek şeklinde yol aldığımız için bir tür hafızasız yaşam sürdürmek gibi bir garabetin içindeyiz. Konumlarını, pozisyonlarını değiştirenler yeni konuma, pozisyona iliştirilen analiz çerçevesi, kavramlar seti ve bunlar üzerinden şekillenmiş söylemi kullanmakta, içselleştirmekte hiç tereddüt göstermiyorlar. Öyle ki bu döngüsel işleyişte en dikkat çekici şey pozisyon, konum değiştirenlerin yeni söylemle uyum kabiliyetleri oluyor. Bir noktadan sonra aktör anlamsızlaşıyor, ideolojik-politik kimliğin farkı kalmıyor. Zira düzenek içinde sabitlenmiş konumlar, pozisyonlar gelen kim olursa olsun varlıklarını belirlenmiş şekilde sürdürmekte bir güçlük yaşamıyor.
Güz yaprakları ile ot filizlerinin birbirini bütünlediği bu kısır döngüden çıkış için dikkat edilmesi gereken ve işin trajik yanı çoğumuzun da bildiği bir kaç husus var. Öncelikle analiz çerçevesi ve kavram setiyle tahkim edilmiş bu söylemin bizi taşıyan, geleceğimizi teminat altına alan rafine bir söylem olmaktan ziyade netameli koşulların kısırlığında dile gelen ve o kısıtlıklarla ve koşulların sınırlılıklarıyla malul olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Çünkü bu dil genetiği itibariyle imtiyazlı konumu hedeflemekte, mücadeleyi pozisyon kapmaya hasretmektedir. Tarihsel hikâyemiz bunun özetidir adeta. İkincisi mevcut düzeni ve işleyişi sürdürmeye matuf bu döngüden ve dilden ancak ötekini gözeten, hesaba katan, ona duyarlılık gösteren bir dil ve ahlak ile çıkabileceğimiz gerçeğidir. Hiç bir değişim geçirmeden, işleyişimizi ve alışkanlıklarımızı, zihniyetimizi ve anlayışımızı sürdürerek sıra dışı şeylerin yaşanacağını hayal edemeyiz. Dolayısıyla bırakın anlamlı bir siyaseti toplum olmayı engelleyen bu dil yerine gerilimi, mücadeleyi, belirli düzeyde çatışmayı barındıran, insanların hak ve özgürlüklerini önceleyen yeni bir yaşam alanı, yeni bir söylem inşa etmemiz gerekiyor. Ortak iyiyi bulmadan bu döngüselliğin anaforundan çıkamayız. Birlik beraberlik retoriği ortak iyinin varlığına değil tersine çoğu zaman bu gereksinimin zaruretini gölgelemeye dönük işlev gördüğünü görmek durumundayız. Sınırları daraltılmış ve resmi bir hakikat düzeninin baskınlığıyla şekillenmiş bir kamusal alandan, suskun ve çorak akademik ve entellektüel hayattan, özgünlüğü, özerkliği olmayan sivil toplumdan ve güdümlü bir medyadan güçlü, adil ve özgür bir Türkiye çıkmaz, çıkamaz. Ot filizleri ile güz yaprakları arasındaki döngüde mesele kimin hangi konumda, pozisyonda olduğu değil. Mesele bu yapıda, bu düzenekte, bu ilişkide, bu varoluş tarzında.
* Halil Cibran, Meczup, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Yeni yorum ekle