Eril Faillik, Tevbe-i Nasuh veya Tamborem Çî Zened?

27 Aralık 2020

 

Heykellerini nasıl yaptığı sorulduğunda ünlü Fransız heykeltıraş Auguste Rodin, büyük sanatçı Michelangelo'nun şu sözünü alıntılıyordu: "Çok kolay. Mermerdeki fazlalıkları atıyorum geriye heykel kalıyor." Bilindiği üzere sanatın fazlalıkları ayıklama işi olduğuna ilişkin hayli yaygın bir tanımlama da mevcut. Sanatın bu şekilde tanımı şüphesiz fazlalıkları atılmış, tabiri caizse darası alınmış her yapıtın, sözün ve durumun sanatsal bir değer taşıdığı anlamına gelmiyor. Bu açıdan bakıldığında örneğin Türkiye’de kamusal işleyişimizin bütün veçheleriyle nasıl da fazlalığı olmayan, herhangi bir ekleme yapmayı gereksiz kılan bir görünüm arzettiğini görebiliyoruz. Lakin sıkıntı şu ki, mevcudun nasıl olduğuna ilişkin hiçbir ilave kanıt, arayış gerektirmeyen işleyişimizin sanatsal bir yön iddia ettiğini söylememiz mümkün değil. Tam tersine bir taraftan hiçbir fazlalık barındırmayan bu durum tam da bu niteliği itibariyle sanatsal olana kasteden bir hüviyet arz ediyor denilse yeridir. Hatta bu kastetmenin iki boyutta gerçekleştiğini bile iddia etmek mümkün. Birincisi niteliği, seviyesi ve gördüğü veya görmediği işlev nedeniyle problemlidir ve sanatsal olana kastetmektedir. İkincisi ise bizi hiçbir fazlalık barındırmayan duruma dikkat çekmeye, onu bir tür daha görünür kılmaya dönük girişimlere sürükleyerek zaten düzeysiz olan mevzuyu iyice pornografikleştirmeye ve büsbütün anlam yitimine uğratmaya götürmesi açısından sıkıntılıdır.

Şu son dönem içinde hayatımızın seyrini ve niteliğini hiçbir fazlalık barındırmayacak şekilde açık eden birkaç anekdot üzerinden mevzuyu somutlaştırmakta fayda var. Kendisine yöneltilen taciz suçlaması karşısında ünlü bir yazarımızın kamuoyuyla paylaştığı mesaj şu şekilde: “İnsan eril failliğin ne olduğunu anlayana kadar karşı tarafta ne büyük yaralar açtığını bilmeden, fark etmeden, düşünmeden hatalar yapabiliyor. Failliğin ne olduğunu bugün kadınlardan öğreniyoruz. Bilmeden, farkında olmadan yaptığım davranışlar nedeniyle kırdığım, üzdüğüm, yaraladığım bütün insanlardan samimiyetle özür diliyorum.” Gelen bu cevap kamuoyunca bir müddet tartışıldı, tartışılıyor, tartışılacak şüphesiz. Ancak bu cevap; kodifikasyonu itibariyle, ünlü bir yazarın kabul edilemez bir durumu bir dil becerisi/müdahalesiyle bulanıklaştırmasının/buharlaştırmasının ötesinde daha yaygın, daha toplumsal genetiğimize ilişkin birşeyler söylüyor. Eril failliğin ne olduğunu kadınlar söylemese ünlü yazarımızın mevzuya dair bir şey bilmediğini kabul etmemiz gerekiyor! O yüzden iş bilmeden, farkında olmadan oluyor! Oluyorsa tabi!

Devam edelim, Türkiye’nin üye sayısı itibariyle en büyük memur konfederasyonunun başkanı ekonomik kayıpların sınır tanımadığı bu süreçte açıklanan Kasım enflasyonu verisinden hareketle kamuoyuyla şöyle bir mesaj paylaşmıştı: “Kasım enflasyonu %2,30 olarak açıklandı. Enflasyonun artması, gelirin azalması, kamu görevlilerinin bütçelerinin sarsılması demek. 5. Dönem Toplu Sözleşmedeki teklifimiz kabul edilseydi; ne kadar enflasyon farkı verileceği değil enflasyonun nasıl yenildiği konuşulurdu.” Uzlaşıyla kabul edilen önceki toplu sözleşme pratiğinin kayıpları ortadayken sonuncusunun uzlaşmazlıkla neticelenmesine kamu çalışanları açısından üzülecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Zaten bu söylemde dikkat edilmesi gereken husus o değil. Yukarıda da dikkat çekmeye çalıştığım toplumsal genetiği izhar eden bu dilin kodifikasyonu: “Teklifimiz kabul edilseydi” ne olup olmayacağı değil ki mesele. Mesele teklifinizin kabul edilmesi için sizin ne yaptığınız, teklifinizin hayat bulması için ne tür direniş stratejileri geliştirdiğiniz. Başkalarının ne yapmadığı değil sizin ne yaptığınız, ne tür bir mücadele verdiğiniz!

Biraz daha devam edelim. Neredeyse yarım asırdır Türkiye siyasetinde önemli bir figür olan, çok önemli makamlarda bulunan ve hala bulunmaya devam eden bir siyasetçimiz geçenlerde kamuoyuyla da paylaşılan şöyle bir analiz yaptı: “Bize yargı reformundan önce insan ve ahlak reformu lazım. Bize topyekun bir tevbe-i nasuh lazım. Nasuh, samimiyeti anlatıyor. Tevbe-i nasuhla tövbenin samimi olması gerektiğini belirtiyorum. Bu kavramı kullanmakla şunu kastediyorum. Siyaset kurumu, toplumun siyasete yön veren, siyasetten beklentisi olan önde gelen kişi ve kurumlarının hepsinin birlikte samimi bir tövbeye ihtiyacımız var. Tövbe edip aynı günahları işleyeceksek bu kabul edilir olmaz.” Yani? Hala etkin görevde olduğunuza ve kitle iletişim araçları da yerküre ölçeğinde hala aktif olarak çalıştığına göre niçin tevbe etmemiz gerektiğini belirtiyorsunuz? Büyük ve samimi bir tevbe etmenizi gerektiren şey nedir? Ne yaptınız ki, nasıl bir şey yaptınız ki büyük ve samimi bir tevbeyi zaruri görüyorsunuz? Başkaları tevbe etmediği veya büyük ve samimi bir tevbede bulunmadığı zaman tevbe zaruretinden muaf hale mi geliyorsunuz?

Bu sözler şüphesiz bir şey söylüyorlar. Ancak söylenilen şeyin yanında çok şey de söylemiyorlar. Hatta denilmeli ki; söylenmesi gereken şeyi söylememek üzere bir şey söylüyorlar. Ancak yukarıda da belirttiğim üzere vaziyetin kendisi konuştuğu için ona ilişkin söylediğiniz her şey fazlalık haline geliyor. O yüzden, söylenen şey, hem söyleyenlerin kendileri hem de bu sözlerin dile geldiği ortamın niteliği açısından çok önemlidir. Gerçekliğin ontolojisine ilişkin çıplak bir bakış, bir kavrayış imkânı sunan ve tam da bu yüzden hiçbir fazlalık barındırmayan bu sözler, hak ettikleri karşılığı bulamadıklarında kollektif bir kandırmacanın yakıtına dönüşmekteler. Hiçbir sorumluluk gerektirmeyen bu duyarlılık gösterisi hiçbir anlama referansta bulunmayan tersine anlama kasteden niteliğiyle pornografik bir sahneye dönüşüyor.

Bu sözlerin ne atılacak fazlalıkları ne de şerh edilip açığa çıkartılacak kapalılıkları var. Bunlar içinde bulunduğumuz ortamın netameli durumunu gözler önüne seren birer vesika, birer kanıt. Tekrar altını çizelim, söyleyenle sınırlı değil. Söylenen şey, söylenilen ortam, söylenenlere muhatap olanlar ve şüphesiz muhatap olanların bu söylenenlere verdiği karşılık. Bütün bu halin mantıksal kurgusunu, varsayımlarını, dile getirdiklerini, cümlenin satır aralarında özenle gözden kaçırdıklarını dikkate aldığımızda; hiçbir fazlalık gerektirmeyen bu dilin, bu tablonun izaha muhtaç olduğu açıktır. İnsanı ahlaki bir özne, sorumluluk sahibi bir birey olma konumundan özenle tasfiye eden ve edilgen, amorf, iradesiz bir nesne pozisyonuna indirgeyen bu dilin, bu ilişkinin varlığımıza, varlığımızın niteliğine kast ettiği açık. O yüzden bu dilin kodifikasyonu tam da bunu gerçekleştirmek üzere bu şekilde. Söylenen şeylerin maliyet doğurucu her tür mekanizmadan azade kılındığı bir zeminde egemen olan kayıtdışılık değil kayıtsızlıktır. Pürüzsüz bir alan burası. Yürürlükteki bu dili anlamsızlaştıracak varoluşsal hamlelerin peşinden koşmak yerine bir uyum aparatı olmayı seçmek; dile gelmesi gerekenleri örtbas etmek üzere dile gelenleri arttırıp çoğaltarak anlamsızlık zeminini büyütmeye devam etmek, bir anlamda kendini ademe mahkum etmektir.

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 157 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.