Horatius “anlatılan senin hikâyendir” demiş.
Anlatılan bizim hikâyemiz ve güzel bir hikâye de değil maalesef. Zamanında bir bakanımız ekonomi-politik ile ilgili bir değerlendirmesinde “siz maaşınızı dolarla mı alıyorsunuz?” diyerek dövizdeki dalgalanmanın bizim hayatımızla ilgisinin olmadığını dile getirmişti. Sanki “sizi öyle bir hale soktuk ki bundan sonra dövize ilişkin bir şeyi konuşacak, tartışacak ne teorik ne de pratik bir mecaliniz kalacak” demek istemişti. Bugünden bakıldığında haksız olduğunu belirtmek mümkün mü? Başka bir bakanımız “Neo-klasik ekonomi, heterodoks yaklaşım, nöro ekonomi' vs. gibi ifadelerle ekonomide epistemolojik bir kopuş gerçekleştirdiklerini belirterek esasında bu kopuşun milyonlarca insan için açlık, yoksulluk ve sefalet olduğunu eksantrik bir dille ifade ediyordu. Nitekim bu ifadenin ne anlama geldiğini, uygulanan sürreal ekonomi-politiğin nasıl sürdürülemez olduğunu devir teslim töreninde görevi devrettikten sonra gayrı ihtiyari çektiği “oh be!” ifadesinde gördük. Yetmedi, başımıza gelenin ne olduğunu aynı devir teslim töreninde yeni bakanın “rasyonelliğe dönmekten başka çaremiz yok” ifadeleriyle iyice perçinledik. Zararın neresinden dönersek kâr hesabı bütün bu saçmalığın, bütün bu savrulmanın nihayet bitmiş olacağını umarak bir tür kaderimize razı geldik.
Ne başımıza gelenin ne olduğunu, ne niye başımıza geldiğini, ne bunları kimlerin başımıza getirdiğini hatta ne de bir başımızın olup olmadığını tartışabildik. Tarihin olmayacak bir anında başımıza gelen bu kâbusun biteceğine ilişkin umuda sarılarak sessizliğe gömülmeyi tercih ettik. Ancak irrasyonellikten rasyonelliğe yol bulan aklın hangi dizginsiz alanda hangi yeni maceralara bizi sürükleyeceğine ilişkin endişe de bize alttan alta eşlik etmiyor değil. Bastırsak da, görmezden gelsek de tamamen zıt uygulamalarda aynı inançla yol alan aktörlerin yerli yerinde durduğu ve amansızca kötülediğimiz iş ve işlemlerin ne sorumlularının ne de hesaplarının görülmediği bir yerde elbette tedirgin olmak, elbette yüreği ağzında bir yaşama mahkûm olarak yaşamak fazlasıyla hak edilmiş bir yaşam olarak not edilmelidir.
Dünyanın en büyük ekonomilerinden birisi olacağımıza dair vaatlerin boca edildiği tarihleri geride bıraktık. En müreffeh toplumlarından biri olacağımız vaadi gerçekleşmediği gibi elimizdekinden de olduk. Bir hafızadan, bir kayıttan yoksun olmak böyle bir şey olsa gerek. Bir ülkenin başına olmadık musibetler gelebilir. Büyük büyük felaket yaşanabilir. Hepsini anlarız. Ancak kendi eliyle kendisini saçmalığın girdabında savuran bir ülkeyi ve elbette bir toplumu anlamanın imkânı kolay değil. Büyük bir akıl tutulması yaşadık ve bedeli zannettiğimizden çok daha büyük. Sadece eldeki imkânlarımızı yitirmedik aynı zamanda öz saygımızı yitirdik, itibarımızı yerle bir ettik. Geldiğimiz noktada bu hikâyenin yeni bir hikâye olmadığını elbette biliyorum. Ancak yukarıda da değindiğim üzere alttan alta bize eşlik eden endişenin, saçmalığın sınırlarını zorlayan bir savrulmanın bizim için hâlâ güncel, hala aktif, hâlâ mümkün olduğu dehşetengiz gerçeği ile karşı karşıyayız. Her türlü saçmalığın yaşanmış olduğu şüphesiz bütün boyutlarıyla önümüzdedir. Ancak bu saçmalığın hâlâ aktif olduğu yerde bir çıkıştan, bir çıkış imkânından bahsetmenin mümkün olmayacağını belirtmemiz gerekiyor. Ekonomi-politikteki yönetim ve performans maalesef kural ve kaidelerden ziyade kendisi bir teminat olarak getirilen ve gösterilen bakanın kamusal performansı nedeniyle de risk altındadır. Teminatın kendisinin risk barındırdığı yerde kime güven duyulacak, bu işin içinde nasıl çıkılacak? Normal koşullarda kendisini teminat olarak gösterenlerin performansına şüpheyle bakılan yerde şimdi teminatın kendisi de şüphe bulutlarını üzerine çekmekte çok cevval davranıyor.
Uzatmak, meseleyi görünmez kılmak istemiyorum. Türkiye vebali çok büyük bir savrulma yaşadı, yaşıyor. Bu savrulmanın müsebbipleri ne anlamlı bir hesap verdiler ne de herhangi bir nedamet gösterdiler. Dün yaptıklarını bugün de yapabileceklerini ima eden her türlü hareketi yapmaktan da imtina etmiyorlar. Gelgelelim bu gidişatın öyle olmayacağının teminatı olarak getirilen Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek teminat olmanın gereklerini karşılamak yerine yürürlükteki kaygan zemine sabun köpüğü sıkarak ülkeyi uçuruma doğru sürüklemeye devam ediyor. Kullanılan dil ciddiyetten, sorumluluktan uzak. Gerçeklikle bağı yok. Oysa bizi gerçek özgür kılabilir. Gerçekler, gerçeklerle gerçekçi şekilde yüzleşme bizi selamete ulaştırabilir. Milyonlarca insanın açlığa, yoksulluğa, sefalete mahkûm edildiği yerde, toplumsal eşitsizliğin derinleştiği, gelir adaletsizliğinin sınır tanımadığı, hakkın, hukukun üstün tutulmadığı, özgürlüğün kıskançlıkla korunmadığı ortada iken bunların sorumlularını ve bunları oluşturan politikaları gidermek yerine, “enflasyona ezdirmedik, ezdirmeyeceğiz” şeklindeki ifadelerle konuşmak nasıl mümkün olabilir? Yaşanan onca şeyden bunlar dile geliyorsa endişelenmekte haksız sayılabilir miyiz? Sadece Mehmet Şimşek’in ifadeleri, TÜİK’in ve başkanının performansı, çok daha endişelenmemiz içi yeter de artar bile.
Nasıl ezdirilmemiş insanlar enflasyona? Daha nasıl ezdirilecekler? Bunlar daha sizin iyi günleriniz mi demek istiyorsunuz? Bu ülkede çalışanların büyük çoğunluğu asgari ücretle geçinmeye çalışıyor. Asgari ücretin ne demek olduğunu ehli vicdan, ehli insaf olanlar bize anlatsın. Bunun ne tür bir kısır yaşam anlamına geldiğini, sadece ekonomik değil aynı zamanda siyasal, kültürel, sosyal bir fukaralığın girdabında kuşaklar boyu savrulmak anlamına geldiğini izah etsinler. Şairin ifadesiyle bunu bize öğretin ey yeşil sarıklı ulu hocalar! Gerçi hangisini öğrettiler ki bize bunu da öğretsinler! Kara siyasanın sözcülüğünde “ezdirmedik, ezdirmeyeceğiz” naraları atanlar yaşadığımız sefaletin ölçü tanımayan hoyratlığına şahit değiller mi? Türkiye’nin mahkûm edildiği düzlemin ne tür sistematik sömürü düzeneği olduğunu görmüyorlar mı? Asıl razı geldiğimiz çözüm düzeninin bile, sorumluları için yedi sülalelerine yeter bir vebal olduğunu anlamıyorlar mı? Biz zaten doğası icabı yerleşik ekonomi-politiğin en pürüzsüz yaşadığı yerlerde bile mutlak surette ikincil bir bölüşüme, adil ve eşit, ahlaki ve insani bir bölüşüme muhtaç olduğunu dillendiriyorken, bizi bu sömürü düzeninin kurallı işleyişini onamaya, ona razı gelmeye mahkûm eden hoyratlığın vebali nasıl verilecek, bunun altından nasıl kalkılacak? Öyle bir yere geldik ki, başımıza öyle şeyler geldi ki razı geldiğimiz şey; esas itibariyle neler çektiğimizin, neler yaşadığımızın ve dolayısıyla asıl büyük felaketimizin ne olduğunu bütün çıplaklığıyla gösteriyor. Dünyanın olağan akışı içinde bir şeyler yaşadık zannediliyor, öyle davranılıyor.
Adalet, özgürlük, büyük Türkiye iddiası açlık, yoksulluk ve sefalette yaşayan, yaşamaya mahkûm edilen insanlarının varlığıyla veya yokluğuyla doğrudan ilintilidir. Hesabın görüleceği, doğrulanacağı yer burasıdır. İnsanların ezdirilip ezdirilmediği, muhtaç edilip edilmediği asgari ücrete, açlık ve yoksulluk sınırına, bölüşüme, imtiyazlara ve şüphesiz bütün bunların bir konuşmaya nasıl dâhil edildiğine bakılarak çok rahat görülebilir. Halep oradaysa arşın burada!
Yeni yorum ekle