Doktor hastanın yanına gelir ve konuşmaya başlar:
-Size bir iyi bir kötü haberim var. Önce kötü haberi söyleyeyim isterseniz... Hımm, maalesef yanlış bacağınızı kesmişiz. Çok üzgünüz. Ama iyi habere sevineceksiniz! Öteki bacağınız iyileşiyor.
***
Son birkaç yıldaki performansımız yukarıda fıkrayı çağrıştırdı gerçekten. Görece sağlıklı bir bünyeyi komalık ettik. Acı reçeteyle de komadan çıkmaya yönelik işler yapıyoruz. Bütün bunları bize yaşatanlar da fıkradaki doktor gibi bir iyileşme süreci içinde olduğumuzu müjdeliyorlar.
TÜİK Aralık ayı enflasyon verilerini Ocak başında açıklamıştı. Buna göre Aralık ayı enflasyonu yüzde 1,03 olurken 2024 yılında enflasyon yüzde 44,38 olarak gerçekleşmiş. Aynı dönem için Bağımsız akademisyenlerden oluşan Enflasyon Araştırma Grubu'na (ENAG) göre ise, Aralık ayında enflasyon yüzde 2,34 artmış. ENAG'a göre 2024 yılı enflasyon oranı ise yüzde 83,40.
Açıklanan rakamların ardından Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek şu açıklamalarda bulunmuştu:
"Vatandaşımızın geçim sıkıntısını çözmek en büyük önceliğimizdir. Bu doğrultuda gerekli politika çerçevesini oluşturduk ve dezenflasyon programını kararlılıkla uygulamaya devam ediyoruz. Aralık ayında enflasyon son 19 ayın en düşük seviyesinde yüzde 1 oldu. Yıllık enflasyon yüzde 44,4'e gerileyerek 2023 yılı Kasım ayında açıklanan Merkez Bankası tahmin aralığının 2,4 puan üzerinde gerçekleşti. Böylece 2024 yılında enflasyon 2022 ve 2023 yılsonuna göre 20 puan düştü. Enflasyondaki düşüş sürecek.”
Birkaç yıl önce yakalandığımız akıl tutulmasını dikkate aldığımızda rasyonel bir zemine doğru yol aldığımızı söylemek şüphesiz mümkün. Heterodoks yaklaşım, yeni ekonomi modeli vs. gibi sürreel anlatının içinde büsbütün gerçeklikle bağımızı yitirerek milyonlarca insanın sistematik şekilde yoksullaştırılmasına sebep olan politikaları en azından bir kenara bıraktık.
Bir kenara bıraktık ancak bıraktığımız kenar çok da uzağımızda değil. Hatta bir kısmı hala yanı başımızda hayatına devam ediyor. Bunun en önemli göstergelerinden birisini de maalesef bu enflasyon rakamları oluşturuyor. Bu yüzden ENAG verileri ile TÜİK verileri arasındaki fark, teknik bir hesaplamanın ötesine içinde bulunduğumuz rasyonalitenin niteliğine işaret ediyor. Burası kritik nokta. Çünkü ekonomideki en temel husus ciddiyet ve güven meselesidir. Maalesef hem TÜİK hem hükümet hem de bakanın açıklamaları bu ciddiyet ve güveni tesis etmekte hala yapısal sıkıntılarla malul.
Bize her tür kuralın askıya alındığı bir “doğa durumu” yaşatıldığı için şu an iyi kötü bir mantık, kurgu içinde seyreden ekonomi-politiği kabul edilebilir buluyoruz. Çünkü hayatımızı alt üst eden “heterodoks yaklaşım” fantezisi hafızamızda canlılığını koruyor. Dolayısıyla mevcut gelişmeleri ister istemez yaşadığımız o büyük savrulma üzerinden kıyaslayarak değerlendiriyoruz. Ancak unutulmamalıdır ki, en kötü ile kıyaslamaya girişildiğinde kötü olan bile kaçınılmaz şekilde size iyi görünecektir. İyi görünmesi, iyi olması dolayısıyla değil karşılaştırıldığı durumun çok kötü olması ile ilgilidir. Zaten Türkiye’de başımıza gelen en büyük felaketi burada görmemiz gerekiyor. Kötüye maruz kalışımızın oluşturduğu maliyet sadece iyiden, iyi olandan, iyiye olan erişimden bizi alıkoyması değil aynı zamanda iyiye ilişkin beklentimizi, kavrayışımızı sınırlayan bir görünmez krize sebebiyet vermesi dolayısıyladır. En kötüleri yaşadığınızda en kötünün terbiyesinden geçmek gibi bir talihsizliğin yanında aynı zamanda kötüyü, kötülüğü yaygınlaştıran, ona katlanmanızı ve hatta maalesef, giderek kötüyü doğal karşılamanızı mümkün kılan sistematik bir yabancılaşmaya yol verildiğini de hesaba katmanız gerekiyor. Buradan kötülüğün sıradanlığına giden çok geniş ve hayli yakın bir yol var.
Türkiye’de mevzularımızı bütüncül görememek ve bağlantılı olduğu unsurlarla ele alamamak gibi bir problemimiz var. Yaşadıklarımızın, yaşama şeklimizin oluşturduğu yüksek maliyeti sadece doğrudan gördüklerimiz ve bildiklerimizle sınırlıyoruz. Dolaylı maliyetleri hesap eden bir yaklaşımdan, kavrayıştan uzak bir şekilde davranıyoruz. Ekonomik gerçekliğimize ilişkin durumumuz da bunu teyit eder şekilde önümüzde duruyor.
Sadece Türkiye’de değil en gelişmiş denilen refah toplumu ülkelerinde bile ekonomi-politiğe ilişkin bir tartışma devam ediyor. Üstelik Türkiye ile karşılaştırıldığında oralarda çok daha yüksek sesle ve çok daha rafine bir biçimde toplumsal eşitsizlik ve bu eşitsizliğin oluşturduğu tüm dolaylı etkileri görünür kılmaya dönük tartışma ve arayış, adil ve özgür bir hayatın inşası ile bağlantılandırılarak yürütülmektedir. Bu tartışmanın hem özenle sahiplenilmesi hem de derinleştirilmesi gibi çok kritik bir sorumluluk yanı başımızdayken Türkiye’de, bırakın bu sorumluluğu sahiplenmeyi yaşadığımız felaket nedeniyle razı geldiğimiz kötülüğün nasıl uçsuz bucaksız olduğunu bile kestirmekten aciz durumdayız.
İnsan yaşadığı yere benzer. İnsan, yaşadıklarından, yaşadığı ortamdan, yaşadığı ortamın niteliğinden, birlikte yaşadıklarından öğrenir, onları hayata geçirir. Ufku, muhayyilesi orada şekillenir, oranın niteliği ölçüsünde genişler veya niteliksizliği ile doğrusal şekilde sınırlanır. Türkiye yaşadıklarıyla belirli meseleleri belirli bir düzeyde tartışmaktan alıkonulduğunun bilincinde bile değil. Yaşadığı mahkûmiyeti açığa çıkaracak, bununla yüzleşecek ve dolayısıyla giderecek bir yapısal işleyişten yoksun olduğunu fark edemiyor. Bunun somut göstergelerinden birisini de enflasyon, zamlar, hayat pahalılığı gibi gündem mevzuları oluşturuyor. Matematiksel bir işlem, teknik bir detay konuşuluyormuş gibi yürütülen tartışmalarda neredeyse hiç konuşulmayan unsur oluşan dolaylı maliyettir.
Dolaylı maliyet, ismindeki dolaylı ifadesi nedeniyle mevzunun ağırlığını gölgeleyen bir etki yaratıyor. Önemi ve etkisi düşük bir şeyden bahsediyoruz algısına yol veriyor. Oysa meseleleri bütüncül görmek tam da her hadiseyi yerli yerine koymak, bağlantılı olduğu diğer alanlarla birlikte değerlendirmek anlamına geliyor. Bu yapıldığı taktirde yüksek enflasyon ile değerler eğitimi, asgari ücret ile eğitimdeki başarısızlık, yoksulluk ile etkin vatandaşlık arasındaki yapısal bağı görmek mümkün olacaktır. O zaman ihale kanununun yüzlerce kez değişimi ile İsrail’in vahşeti arasında bir ilişkinin var olduğunu da kavramış olacağız.
Hayat, tesadüflerden oluşmadığı gibi birbirinden yalıtık kompartımanlardan da oluşmuyor. Her şey, her şey ile bağlantılı. Dolayısıyla bugün konuştuğumuz etkin dış politika da, büyük ve güçlü Türkiye iddiası da ancak gündelik hayat standartları adil ve özgür bir yaşama fırsat verecek şekilde yükselmişse, yükseltilebilmişse olanaklıdır. Aksi taktirde bugün yapıldığı gibi mevzuları taktik akıl oyunlarına indirgeyen ve oralardaki doğru hamlelerle sınırlı gören yaklaşım üstenci bir edayla dünyanın sert gerçekçiliğinde ayakta durduğu ve büyük işler başardığı intibaını bir müddet daha sürdürebilir. Ancak bu sert gerçekliği de kuşatan daha yalın gerçeklik ihmal edildiği sürece anlamlı bir mesafe alındığını ne iddia etmek ne de dolayısıyla görmek mümkün olacaktır. Yalın gerçeklik de, zannedildiği gibi örtük ve sert politik enstrümanların fazlalığıyla ilgili bir şey değil. Devletin sahip olduğu ideolojik ve baskı aygıtlarının fazlalılığı ve etkililiği ile ilintili bir şey değil. Gizemli, kompleks, karmaşık, komplocu bir anlatının eşliğinde zaaflarımızın okşanması da değil. Yalın gerçek, işlerimizi işin gerektirdiği şekilde yapılıp yapılmadığı, işleyişimizin usul ve erkânın gözetilmesi üzerine olup olmadığıdır. Başta da ekonomi-politik alanı olmak üzere...
Bunlar yapıldığında Türkiye’de işler tamamlanmış anlamına gelmez elbette. Ancak o zaman, gerçekten de işlerimizi dünya ölçeğinde konuşabilir bir eşiğe vardırdığımızı düşünebilir olacağız. Örneğin yürürlükteki derme çatma mevzuatı bile uygulamadığınız yerde incelikli bir istihdam politikasından bahsetmenizin anlamı olmaz. TÜİK üzerinden enflasyon rakamlarını manipüle edip alternatif bir ekonomi-politikten bahsetmek kandırmaca olabilir ancak. Kamusal ve kurumsal işleyiş, yürürlükteki mevzuat gözetilecek şekilde ciddiyet ve titizlik üzerinden seyrederse karşımıza çıkan sonucun niteliği kaçınılmaz biçimde bizi daha iyi daha kaliteli düzenlemelere yönlendirecektir. Bu olmadığında fıkradaki gibi ayağımızdaki rahatsızlık için gittiğimiz hastanede sağlam bir organımızı yitirmeye devam edeceğiz.
Yeni yorum ekle