Aziz Nesin, dostlarının kendisine yaşlanmadığını söylediklerini belirttikten sonra buna gerekçe olarak çalışmaktan yaşamaya fırsat bulamamayı gösterir. Günümüz dünyasında, çalışmaktan yaşamaya fırsat bulamayan insanlardan geçilmiyor. Ülkemizde de durumun aynı olduğunu söylemeye gerek yok. Dünyamızın yaşamaya nasıl fırsat vermediğinin en önemli göstergesi sanırım eğitim-öğretim alanıdır denilse yeridir. Yaklaşık yirmi milyon öğrencinin yaz tatilinde olduğu şu günlerde mevzuya ilişkin bazı hususlara değinmekte yarar görüyorum. Çünkü yaşamaya fırsat vermeyen bu faaliyetin sahici bir muhasebesi yapılmadan sağlıklı bir adım atmaktan bahsedilemez. Yaşamaya nasıl fırsat tanımadığımızın çarpıcı bir örneği olan aşağıdaki mektupla başlayalım.

Değerli dostum Ahmet Hamdi Ayan’ın ilkokul 4. Sınıfa geçen torunu Defne Ayan’ın mektubu bu. Defne, özel bir ilkokula devam ediyor ancak mektup Defne’nin olsa bile bireysel bir kontekstte tüketemeyeceğimiz şekilde eğitim hayatımıza, eğitim hayatımızın işleyişine ilişkin işaretler barındırıyor. Mektubun altındaki resim için seçilen ve belli ki kendisini nitelemek için kullanılan ifade bile teyakkuza geçmemiz için yeterli.
Öğrenciler eğitim-öğretimi bitirip yaz tatiline gittiler. Yorucu bir maratonun ardından tatile giden öğrencilerimizin duygu-düşünce dünyasına ayna tutan sevgili Defne’nin mektubu bu açıdan çok kıymetli. Bu ay içinde sonuçları açıklanan merkezi sınavlar (LGS, YKS) ve yılsonu için verdiğimiz karneler, Defne’nin çığlığı gibi bizden yapılıp edilene ilişkin eleştirel bir değerlendirme talebinde bulunuyor. Eleştirel değerlendirme fantastik bir gayret ve girişim olarak değil, doğal bir şekilde yapageldiğimiz şeylerle aramıza anlamlı bir mesafe koyma olarak görülmelidir. Bu yapılabildiği taktirde herhangi bir alanda iyileşmeden, çözüm üretmeden bahsedilebilir. Aksi durumda doğallaştırılmış iş ve işlemlerde yapısal bir değişikliğe gitmenin imkânından bahsedilemez.
Türkiye’de, eğitim alanı da dâhil olmak üzere hayatın tüm alanlarında karşımıza çıkan en temel problemi bu noktada değerlendirmek mümkün.
Şikâyetçisi olduğumuz, problem yaşadığımız neredeyse tüm alanlarda anlamlı bir mesafe alamayışımızın temel nedeni de bu. Çünkü araya mesafe koyamadığınız zaman, çözüm adına sergilediğiniz tüm performans, meselelerin teknik kısımlarında tükeniyor. Tarzı, paradigmayı, felsefeyi, ana yaklaşımı sorgulamadığımız için bir tür kapana kısılmış gibi çözüm üretmesi mümkün olmayan, sorunun doğal parçası sayılan alanda patinaja mahkûm ediliyoruz.
Özellikle eğitim-öğretim alanında gördüğümüz üzere her yeni yılımız bir önceki yılımız gibi başlıyor ve bitiyor. Birbirinin yerine rahatlıkla ikame edilebilen bu yıllar, birer kopya hüviyetinde. Bu, eğitim-öğretim alanında bir şey yapmadığımız, herhangi bir değişikliğe gitmediğimiz anlamına kesinlikle gelmez, gelmemeli. Tersine alanda bitmeyen bir arayış, değişiklik içindeyiz. Büyük bir anlatı eşliğinde emek, zaman, para harcıyoruz. Eğitim alanında yaşadığımız ideolojik-politik gerilimin düzeyi neredeyse hiç düşmüyor. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, Öğretmen Akademisi gibi ismi büyük işlemlerimiz hayata geçiyor vs. Ancak bütün bu hercümerç, değiştirilmesi gereken temel hususların değiştirilmemesi için çevrilen bir operasyonun parçası olduğunu düşündürtüyor bana. Meseleyi gizemlileştirmek, komplocu bir retoriğin girdabında savurmak amacıyla söylemiyorum bunu. Alan kavrayışınız, alanı ilişkin oluşturduğunuz söylemin mimarisi, söylem ve uygulama size görüntünün altında yatan gerçeği çıplak bir şekilde sunmaya yetiyor. Zaten sistemin işleyişindeki politik vurguları, ideolojik çarpıtmaları bir kenara bıraktığınızda tarz, mantık, işleyiş ve paradigmatik anlamdaki sürekliliği görmemeniz mümkün değil. O zaman alandaki çözüm arayışlarının da şikâyet edilen konuların da ve şikâyet edilme biçimlerinin de nasıl aynı döngüde dönüp durduğunu çok rahat görebiliyoruz. Eğitimdeki açmazın ve yaşam karşıtı vaziyetin binlerce benzer semptomundan birisi olan Defne'nin yardım çığlığı maalesef mevcut yapıda ve işleyişte görülmez, duyulmaz hale geliyor.
Eğitim faaliyetimizin bir kandırmaca, mevcudu sürdürmenin bir aparatı olmaktan öte anlamının olmadığını dile getirmeye kalktığımızda Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, Öğretmen Akademisi vs. gibi başlıklarla ve bu başlıkların dolgusuna dönüştürülmüş ve toplumun belirli kesimlerinin duygu dünyasını kışkırtan yerli, milli, manevi, medeniyet vs. gibi özenle seçilmiş kavramlarla örülmüş bir algı mühendisliğine çarpıyoruz.
Oysa defaatle tekrar ettiğimiz gibi Türkiye'de ve dünyada pek çok şeyin krizi yaşandığı gibi kitlesel eğitim-öğretim krizi de yaşanmaktadır ve gittikçe de derinleşmektedir. Bu krizin enkazı altında Defne’nin çığlığı gibi milyonlarca gencimizin acı çığlığı bulunmaktadır. Yerleşik düzen ve işleyiş, öne çıkan bir kaç figürün sıradışı başarısının fetişleştirilmesi üzerinden seyrettiği için başarı tepesinin zirvesindeki bir kaç kişinin hikâyesinde odağımız çarpıtılıyor. Altta yığılan, can çekişen milyonların sevimsiz hikâyesi ne görünüyor ne de görülmek isteniyor. Yerli, milli, medeniyet gibi tılsımlı kelimeler üzerinden bir şeyler yapılıyor intibaı uyandırılıyor, sorunlarımız yarın çözülecek umudu aşılanıyor. Oysa mevcut düzen ve işleyiş sorunumuzu çözemediği gibi sorunumuzun en önemli bileşeni. Bizatihi varlığı ve işleyişi soruna dönüşen bir yapıdan çözüm üretmesini beklemek gibi bir garabetle karşı karşıyayız. Bu yapıdan çözüm çıkmaz çünkü bu yapı sorun olduğunu düşündüğümüz şeyin en önemli parçası.
Başarısızlık, memnuniyetsizlik yapısal ve sistem kaynaklı. Mevcut eğitim kavrayışına ve yapılanmasına dönük bu eleştiri bir eğitimsizlik propagandası olarak görülmemeli. Elbette eğitim çok önemli ve gerekli. Bu önem ve gereklilik; nasıl bir eğitim ve yapılanma ile doğrudan ilintilidir.
Bugünkü düzen ve işleyiş; okula gidip gelmekten yaşamaya fırsat bırakmayan bir hüviyette. Tam da esas krizin görünüm kazandığı yer burası. Yaşama hazırlaması gereken bir yapı bizatihi yaşama kasteden bir nitelik kazanmış durumda. Amacını yitirmiş, başkalaşmış, yabancılaşmış bir mevcudiyetle karşı karşıyayız. İkincisi ve çok önemlisi bağlantılı şekilde, bulunduğu döneme, çağa, zamanın ruhuna yabancılaşmış bir hayalet görünümü kazanmış bir yapının hayatımıza musallat olmuş olmasıdır. Varoluş koşullarını yitirmiş bir yapıdan bahsediyoruz. Ekonomik, felsefi, siyasal ve teknolojik gelişmelerin kombinasyonunda hayat bulan bir yapı, kendisini mümkün kılan dinamiklerin tümünde yaşanan köklü başkalaşım nedeniyle bağlamını yitirmiş durumdadır. Hayatın seyri büsbütün değişmiş durumda ancak eldeki düzenek sanki büyük işler başarmış şekilde aynı formuyla, formatıyla yaşama kasteder şekilde varlığını sürdürüyor. “Matbaanın, hatta baskı makinalarının olduğu bir çağda İlyada mümkün müdür?” diye soran Marx’ın dediği kritik şeyi anladığımız hiç belli olmuyor. “Şuursuz bir büyücü Gutenberg! Işığı paçavraya hapsetmiş. Yüzyılları kutulara doldurmuş Gutenberg’in çocukları, peygamberleri işportaya dökmüş; tuğla kadar değeri kalmamış dehanın. Eflatun, bir sokak kadını gibi her isteyenin yatağına koşuyor. Don Kişot futbol maçı biletinden ucuz” diye yakınan Cemil Meriç de aynı şekilde farklılaşan gerçekliğe vurgu yapıyor. Teknolojik alandaki gelişmelerin bile mevcut yapıyı çözdüğü bir noktadayız. Değişen ekonomik, siyasal ve felsefi anlayışın kurumsal yapıyı ve işlevleri karikatürleştirdiği bir dünyadayız.
“Bildiğimiz dünyanın sonu”nda olduğumuz yerde eski dünyanın kalıntılarıyla yaşam sürmek, işlevsiz dünü yepyeni şeylerin söylenmesi gereken yeni güne giydirmeye çabalamaktır. Yaşama fırsat vermeyen bir yapıdan yaşam kurmasını bekliyoruz. Bırakın yaşam kurmasını her gün, her yıl tecrübe ettiğimiz yaşam kuramama hatta yaşama kast etme vasfını inkâr edercesine ona iyi ve güzel şeyler şeyler atfederek yaşamaya devam ediyoruz. Resmi anlatının merceğinde görünümü başkalaştırılan bu yapının bozuk genetiğini deşifre etmeden gideceğimiz yer, dün bıraktığımız yer olacaktır.
Yeni yorum ekle