Türkiye’de devletin toplumun belirli kesimleriyle bir tür cemaat dayanışması içinde olmasına ilişkin Etyen Mahçupyan’ın tarihsel tespiti geçerliliğini koruyor. Ne devlet böyle bir konumda olmaktan rahatsızlık duyuyor ne de devletle hem genetik olarak hem de konjonktürel olarak dayanışma içerisinde olanlar, devletin bir nitelik değişimi yaşaması gerektiğini düşünüyorlar. İşin ilginci bir tür “cüzzamlı” muamelesi görüp devletin merkezinden uzak tutulan kesimlerin bile eleştirelliği sistemik bir dönüşümden ziyade bir pozisyon değişimi talebini yansıtıyor. Bu denklemin sistemi, yapıyı muhafaza ettiği açık. Dolayısıyla ilk bakışta sürekli kazanan ve büyük bir arzu nesnesi olarak toplumun her kesiminin kendinden vazgeçme pahasına dayanışma adayı olarak kendisinin seçilmesi için çabaladığı bir mücadele iki açıdan hem çok büyük maliyet oluşturuyor hem de bu iki açıdan da izaha muhtaç duruyor.
Birincisi sistemi/yapıyı sorgulama dışı tutan ve bir anlamda sürekli olarak devletin temel aktör ve dolayısıyla kazanan olarak görülmesi, değerlendirilmesi durumu. Bu okuma, tarihsel-toplumsal gerçekliğimiz, siyasal hayatımızın niteliği ve bunu değiştirilemez bir norm olarak dayatan statükocu söylem üzerinden geliyor, ki zaten anlamlılığı da buradan geliyor. Zira gerçekliğimiz ve gerçekliğimizin niteliği görece nesnel olarak böyle bir görünüm arzediyor. Diğer taraftan bu gerçekliği bir ideal form olarak yansıtmaya çalışan statükocu söylemin de bu şekildeki, bu nitelikteki bir yapıyı, belirli bir maddi-manevi paylaşım ilişkisini gözetmek üzere yapılandırdığı, kullandığı açık. Bu açıdan bakıldığında maddi ve manevi gücü elinde bulunduran, toplumla ilişkisi hiyerarşik, ilişki ağı ve biçimi de son derece katı ve buyurgan olan devletin güçlü olarak görülmesi anlaşılabilir. Ancak işin maliyet oluşturan ve izaha muhtaç olan kısmı da burası. Tüm bu büyüklük ve güçlü olma hali kendi içerisinde ayrışmış ve malesef anlamlı bir bütün haline gelememiş yani toplum olmayı başaramamış bir cemaatler dünyası içinde mümkün olabiliyor. Buradan baktığımızda birincisi güç ve büyüklük kıyaslandığı yer itibariyle maliyetli ve izaha muhtaç. Çünkü nihayetinde o gücün ve büyüklüğün bileşeni olması gerekenler tersine gücün ve büyüklüğün renksiz, kokusuz payandasına indirgenmişler. İkincisi de mevcut devlet-toplum ilişkisi ve devletin niteliği tam da bu niteliği nedeniyle kendi bileşenlerini “anlamlı” bir bütüne dönüşmesini engelleyerek ve onları gerektiğinde içine alarak gerektiğinde de dışa püskürterek tüketeceği bir enerji deposuna indirgiyor. Evet, devlet büyük ve güçlü ancak bu büyüklük ve güç kendi “uyruklarına” karşı ve onlara rağmen.
Maliyetli ve izaha muhtaç olan diğer husus ise birincisiyle bağlantılı şekilde toplumsal kesimleri özne olmaktan çıkartan, şahsiyetsizleştiren, kişiliksizleştiren yerleşik ilişki. Bir taraftan güçsüz kılan diğer taraftan kimliği ve kişiliği tahrip eden bu ayartıcı ilişki, “resmi hakikat düzeni”nin meşruiyet sağlayıcısı olarak kodlananı “özne”leştiriyor; eşzamanlı olarak diğerlerini de sakıncalı, bir tür rüşdünü ıspatla mükellef pre-vatandaş olarak konumlandırıyor. Dolayısıyla toplumun belirli kesimlerini diğerleri aleyhine bizatihi kendisi kayıran bu düzenek, devleti ele geçirilmesi gereken bir yapıya dönüştürmekle kalmıyor aynı zamanda devlet ile toplumun birbirine karşı konumlandığı ve büyüklük ile gücün ancak devlet-toplum arasındaki ilişkinin asimetrik olarak geliştiği ölçüde gerçekleşebileceği gibi çarpık bir düzleme kaydırıyor. Toplumun güçlenmesinin devlet için tehdit olarak algılanması, görülmesi şeklinde özetlenebilecek maliyetli ve izaha muhtaç bir durum.
Devletle vatandaşlık bağı kurmanın yetmediği tabiri caizse özel bir ilişkinin tesis edilmesiyle “aktör” veya “özne” olmaya izin veren bu nitelik, “herkesin eşit olduğu ancak bazılarının iki kez eşit olduğu” bir yapıyı çağrıştırıyor. O yüzden herkes için geçerli olacak, herkesi “emin” kılacak bir yapı ve ilişki tesis etmek yerine kalıcı bir öğrenmeye dönüşen “imtiyazlı ortak olma”, eşit olma değil “iki kez eşit olma” bu kadar normal ve bu kadar belirleyici. Dolayısıyla hem bu yapıyı hem de bu yapının oluşturduğu maliyeti görünür kılmak, etraflıca tartışmak mecburiyetindeyiz. Bütün varoluş stratejisini devletle imtiyazlı bir ilişki gerçekleştirmek üzerine oturtan, devleti muhatap alarak konuşan, bir tür devleti tavlama, kendini ona beğendirme hatta giderek kullanıma en uygun olanın kendisi olduğunu ıspata dönüşen bu tahripkar ilişkiyi dönüştürmek zorundayız. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu acı ve acil gerçek budur.
Eski Yunan’da eş, dost, akraba ilişkilerini tabiri caizse bir tür cemaat içini tanımlayan etnos, özel ilişki alanını ifade ediyordu. Polis ise tersine özel alanının dışında ötekilerin de katıldığı toplumsallığı ve dolayısıyla o toplumsallık zemininde hayat bulan siyaseti, bu tarz bir siyaseti mümkün kılan yeri ve ilişkiyi ifade ediyordu. Devletle ittifak halinde olanların çıkar ve beklentilerine göre işlediği ötekilerin ise ontolojik olarak şaibeli kılındığı bir etnos yaklaşımı sadece anakronik niteliği ile değil günümüz gerçekliğini taşımakta işlevsiz kalması nedeniyle de üzerinde konuşulmayı hakkediyor. Toplumsal kesimlerin birbiriyle konuşması ve hem devletin hem de toplumun gerçekten büyük ve güçlü olması için; devletin içinde ve kontrolünde cereyan eden “büyük siyaseti” sivil alanın katılımına ve denetimine açılması, farklı talep ve beklentileri giderilmesi gereken yanlışlıklar olarak gören entegrist tavırdan vazgeçilmesi gerekiyor. Aynı zamanda etnosun merkeze alındığı “resmi” siyasetin devletin imkanlarını doğrudan transfer eden bir kamuflaj olduğunu deşifre etmemiz, dikkatleri buna çekmemiz gerekiyor. Etnosun siyasal alanı kapsayacak şekilde olması suskunlaştırılan ötekilerin bastırılması, yok sayılması anlamını taşımıyor sadece aynı zamanda toplumsal yapının ortak iyi, ortak bir gelecek arayışından, alternatifli çoğulcu bir siyasetten mahrum olmasına da yol açıyor.
Bütün bunlar göz önüne alındığında Türkiye’de egemen olan tarz-ı siyasete, sisteme, sistemin anlam dünyasına yoğunlaşmak durumundayız. Sıcak siyasetin mevzuyu içinde yaşadığımız döneme özgü kılma, öyle görme yüzeyselliğine kapılmadan devam ede gelen gelenekleri, sorun tanılama ve çözüm üretme sistematiğimizi günceli de kapsayacak bütünlükle yol almak durumundayız. İçinde debelendiğimiz yapı aşamayacağımız bir kader değil. Belirli alışkanlıkların, belirli tercihlerin sonucu. Bir yapımızın olmasını ve bizim etnosun da bu yapı içerisinde pozisyonunun iyi olmasıyla iktifa etmeyeceksek önümüzde bir imkân mevcut. İmkân da kendiliğinden hayat bulmuyor tabi.
Yeni yorum ekle