Baştan beri tartışıyoruz; Türkiye’nin, Ortadoğu’nun, Afrika’nın; yani tüm İslâm toplumlarının ana sorunu, geri kalmışlık, güçsüzlük ve hem kültürel açıdan hem de maddi açıdan Batı medeniyetinin baskısına, şiddetine maruz kalmaları… Savaşlarla, iç kargaşalarla, politik çatışmalarla çalkanıp duruyor bu coğrafya. Türkiye, bu çalkalanmadan en çok etkilenen ülke; en çok, çünkü en çok ayakta kalmaya, direnmeye çalışan ülke. O nedenle de çatışmanın âdeta görünen/görünmeyen merkezi.
İki cephede savaşıyor İslâm toplumları: Birincisi maddî cephe, savaşlar, etnik ve mezhepsel sorunlar, kan akıyor bu cephede, sürekli kan!.. İkincisi, kültürel cephe. Batı medeniyetinin ağır baskıları nedeniyle çoğu tarihsel zincirden kopmuş, kültürel sürekliliğini yitirmiş, geçmişle bağları zayıf. Küresel kültür adı altında Batı, bu zayıflamış rakip kültürleri, teknolojisinden de aldığı büyük güçle eziyor, siliyor, yerine ise kendi kültürünü ikame etmeye çalışıyor… Hep beraber aynı macerayı yaşıyoruz. Tanzimat’la birlikte geri kalışımızın sebebini, açıkça söylemesek bile, kültürümüze yüklemiştik. O bize ayak bağı olan, örneğin Osmanlı edebiyatından kurtulmalıydık, Divan şiirinden, onun ağır mazmunlarından, anlaşılmaz ağdalı dilinden, hatta âhenginden, evet aruzu da atmalıydık, şu Arap vezninden, Acem musikisinden, köhnemiş hayallerinden… Çünkü bunlar bizi afyonluyordu, bir hayal âleminde uyutuyordu, dünyadan ve nesneden, yani gerçekten koparıyordu. Hikâye böyle başladı. Arkasını biliyorsunuz, dilde tasfiye, edebiyatta tasfiye, musikide tasfiye, felsefede tasfiye, mimaride tasfiye; yani kültürde tasfiye… Tafralarımızı atıyorduk kimilerine göre, bizim olmayan yükleri, fazlalıkları… Arındırıyorduk kendimizi, dilimizi, sanatımızı, kültürümüzü, düşüncemizi… Bir de pınar bulmuştuk: “Çoban Çeşmesi”… Kerem’in su içtiği, Aslı’sını sorduğu çeşme, folklor çeşmesi, halk kültürü… Alternatif de cazipti doğrusu: Saraya karşı halk! Zalime karşı mazlum gibi bir şey. Çağın ideolojisine de uygun, afili, devrimci, halkçı! Arı-duru dil, arı duru budun kültürü oradaydı. Halka inmeliydik, parmak hesabıyla yazmalıydık. Ama hayır, bu yetmezdi, Batı kültürünü bilmeliydik, özümsemeliydik, benimsemeliydik. Önce Fransız edebiyatını temize geçerek başladık işe, Lamartine gibi, Alfred de Musset gibi, Hugo gibi Batı’nın üstatlarından şiirler nazmettik, inciler dizdik ipliğe, sonnet’ler, terza-rimalar… Ne de güzel şekillerdi bunlar, çapraz kafiyeler, sarmal kafiyeler… Şekil dediğin böyle olurdu, medeni, ayakları yere basan, çapraz yürüyen, yeri geldi mi sarmaş-dolaş olan kafiyeler... İşte buydu, medeni edebiyat buydu. Biz de Lamartine gibi bir mezar başında ağlamalıydık, “Akşamdan Sonra Yakacık’ta Bir Mezarlık Âlemine” çıkıp hislenmeliydik. Ne hisleniş ama, ne derin felsefe!.. Tabiata bakıp bakıp panteistçe iç geçirmeler, Tanrı-kainatın dizinin dibinde dualar, bir de derin sorular sormaya başlamıştık: “Düşüp üstünde ağlamak dilerim/Söyle ey Tanrı dizlerin nerede?”… Ne derin felsefe, ne orijinal imge, ne mistik derinlik değil mi?.. Bir de böyle seviyesiz sorular sorup, ağlamaklar, pişmanlıklar yok mu, sahte ricatlar: Önce “Vahdet-i zatına aklımca şehadet dilerim” diyeceksin, sonra da “Ne dedim tövbeler olsun bu da bir fi’l-i şerdir.” diye ağlayıp sızlayarak tövbekâr olacaksın! Bir diğeri de bir sürü sorular sorup sonunda; “İdrak-i meâli bu küçük akla gerekmez/ Zira bu terazü o kadar sıkleti çekmez.” diyor! Terazine güvenmiyordun, niye tartmak için kefeye eşya koyuyorsun?.. Bir diğeri de “Dünyâ dönecek cennete insânla, inandım” diyor, sonra da Yeni Zelanda’da cennet arıyor, o da olmadı Manisa’daki çiftliğe fit oluyor! Dünyanın insan ile cennete döneceğine inanıyordun da niye Yeni Zelanda’ya gitmeye karar verdin, demezler mi? Ya da niye Âşiyan’ında Boğaz’a nazır bir billur köşkte oturup da Yeni Zelanda’ya gitmeye karar verdin diye sormazlar mı? Herhalde “entelektüel bir kriz”di yaşadıkları, derin sızıları vardı!… Nedense o derin sızıları, entelektüel krizleri eserlerine yansımadı, içlerinde kalmış olsa gerek… Zavallı Hayri İrdal, zavallı Cemil Meriç!
Her ne ise bu hikâyeyi biliyoruz zaten. Uzatmaya gerek yok! “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!” mısralarını yumruklarını sıkarak, yüksek sesle okuyan bir kuşak, bu hikâyelerle büyüdü zaten… 1940’lardan beri bu coğrafyanın, bu medeniyetin, bu kültürün yıkılışına karşı direnmek gerektiği üzerine kuruldu muhafazakâr, dindar, milliyetçi söylem!.. Ayırmadan söylüyorum, çünkü bu noktada aşağı yukarı ortak bir muhalif, mağdur dilini kullandılar. Bu muhalif dille güçlendiler, en azından siyasal plânda, arkalarında geniş bir kamuoyu desteği vardı, var da!.. Doğrusu, 1940’lardan 2000’lerin başına kadar, ama muhalif bir dille çeşitli sanat-edebiyat, fikir dergilerinde, o kıt imkânlara rağmen, yükselen bir ivme ile entelektüel bir dil de oluşturdular, en azından ülkenin sanatsal/kültürel gündeminde kendilerine özgü bir yer edindiler, kendilerine özgü bir tavır sergilediler. Ama bu, muhalefette olmanın avantajıydı, mağdur dilini kullanmanın avantajı. Bu mağdur dili, muhalefette bir işlev görüyor elbet, iktidarda aynı işlevi görmüyor, görmez ama!..
2000’li yıllarda Ak-Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte, bu kesimce Türk modernleşmesine karşı geliştirilen muhalif söylem de etkisini yitirdi doğal olarak, sanat-edebiyat plânında da bir söylem boşluğu oluştu, bir seviye düşüşü yaşanıyor. Yıllarca kendilerini bu muhalif, bu karşı çıkma, bu mağduriyet söylemine göre konumlandırmış aydınlar/kalemler, bir anda boşlukta kaldılar, yazdıklarının nesnel karşılığı yok çünkü artık… Yok, çünkü kendileri/fikirleri siyasal anlamda iktidardalar, o mağduriyet dilini kendilerine karşı kullanmaları da inandırıcı olamaz elbette, olmuyor da!.. Şimdi Necip Fazıl’ın şiirleri, bu kesimde, muhafazakâr kamuoyunda o derece etkili olabilir mi, 2000’li yılları yaşayan genç kuşak üzerinde en azından 1990’lı yıllara kadar uyandırdığı etkiyi uyandırır mı? Örneğin; “Nur yolunu tıkıyor yüzbir katlı gökdelen/ Bir küçük iğne yok mu, şehrin kalbini delen?” mısralarıyla taşralı, heyecanlı, samimi müminlerle dolu kalabalık salonları coşturmak artık mümkün mü? Coşturmak bir yana, ters tepki bile yapabilir! Sezai Karakoç’un “Urfa ufala ufala/ Bir pul olacak çarpık balıklar üstünde/Belki bir toz bulutu/İstanbul’a küflenmiş/Bir Avrupa akşamı dadanmıştır…” mısraları okunduğunda, acaba nasıl bir tepki yaratır okurlar üzerinde? Şehirlerin göğsüne hançer gibi saplanan gökdelenler arasında bu mısraların nasıl etki yaratacağını bir düşünün! Nuri Pakdil’in devrimci söyleminin de bugün karşılığı ne kadar olabilir? 1970’li yıllardaki gibi olabilir mi? Erdem Bayazıt’ın “Elbet kıracağım bir gün bu ihanet kelepçesini?” mısraını kime karşı okuyacak bu kesim? Veya Âkif İnan’ın “Çağı kurtarmanın bir eylemidir/Çağdışı görülen ilgimiz bizim” mısralarındaki “çağdışı görülen ilgi”nin ne olduğunu, bugünün gençlerine anlatmak, izah etmek mümkün mü? Evet, bunlar, hepsi, “çağı kurtarmanın” mücadelesini veren ama muhalif ve mağdur bir dil kullanan edebiyat ürünleriydi. Şimdi bu mağduriyet dili, muhalif söylem, eski etkisini ve inandırıcılığını yitirmiş görünüyor; çünkü toplumda, siyasal ortamda nesnel karşılığı yok… Varsa da ters yönde var, bir zamanlar “çağı kurtarmanın eylemi” olarak sunulan kutsal davanın, bugün pratikte bir karşılığının olmaması, hatta tersi uygulamaların dahi görülmesi, Necip Fazıl’ın, Sezai Karakoç’un, Erdem Bayazıt’ın ve Âkif İnan’ın mısralarını boşa dahi çıkarabilir. Şunu söylemek istiyorum: Dindar/muhafazakâr aydınlar, edebiyatçılar, entelektüel anlamda bir boşluktalar, bir sükût, kendi içlerinde yaşadıkları bir hayal kırıklığından söz edilebilir belki. Ama çeşitli siyasal ve toplumsal şartlardan olsa gerek, geçmişin diri söyleminin gücünü yitirdiğini, anlamın nispeten boşaldığını henüz tam anlamıyla fark etmiş de değiller. Ya da kimse, bu sükutun, bu boşluğun, bu seviye düşüşünün sebeplerini konuşmaya, tartışmaya hazır değil!.. Oysa İslâmcı sanat-edebiyat camiasında, aydınlarda, bir savruluş, ciddi anlamda bir seviye düşüşü yaşandığı, dillerinin ve söylemlerinin zamanın dili ve sorunlarıyla örtüşmediği, en azından etkisini ve gücünü kaybettiği kesin, ama bu bağlamda ciddi bir özeleştiri, ciddi bir tahlil de yapılamadı, yapılmıyor!..
Önce şurada anlaşmak gerek: Bu problemi, en azından siyasal iktidarla, bir partiyle doğrudan bağlar kurmadan, ona yönelik “kişisel bir eleştiri veya kişisel bir savunma” gibi saptırmalara, polemiklere kapılmadan tartışmak gerekiyor. Samimi olmak kaydıyla, insanları yaralamadan, bu düşüşü, düşüşün nedenlerini, bu yeni durumda kullanılması gereken dilin nasıl olması gerektiğini, yeni dönemde meydana gelen bu dilsel/söylemsel boşluğun nereden kaynaklandığını, hem sosyolojik, hem sanatsal düzlemde, entelektüel bir düzeyde tartışmamız lâzım. Kimse birbirini kandırmasın, kimse bir “yalan”ı büyütmesin, gerçeklerle yüz yüze gelmekten korkmamak gerekir. Aslında her ne kadar yüz çevrilse, gözler kapatılsa da gerçek, bir heyula gibi karşıda!... Hiçbir takım, kendi arasında top çevirerek kendini tartamaz, maça hazırlanamaz da! Ama her takım eninde sonunda maça çıkacak, tartılacaktır, tartılıyor da. Ama aslolan kişinin kendi kendini tartmasıdır, başkalarına boyunun ölçüsünü aldırmaktansa kendi boyunun ölçüsünü kendi alması, kendin tartması… “Bir barbar kendin tartar bir barbar aşağlarda” diyordu şair. Ve devam ediyordu: “Ben koşarım aşağlara koşarım/Yıkanacak, boğulacak su bulsam”!... Aşağılara koşmaya var mısınız?.. Bizim aşağılarda işimiz olmaz diyorsanız, yollarımız çoktan ayrılmış demektir, zaten konuşmak bile gereksizdir artık!...