19. yüzyıldan beri, başta Osmanlı olmak üzere tüm İslam toplumlarının tartışa geldiği en önemli sorunlardan biri, “terakki/ilerleme” konusudur. Çünkü modern Batı, aydınlanma çağı ve sanayi devriminden sonraki “ilerleme”yle birlikte elde ettiği askerî, ekonomik ve bilimsel/teknolojik “güç”le, “geri” kalmış toplumlar –özellikle İslâm toplumları- üzerinde bir kontrol ve kolonize politikası uygulamakta ve böylece bir bakıma “eski Roma geleneği”ni de sürdürmektedir. Nitekim Christopher Dawson’un İlerleme ve Din adlı kitabında itiraf ettiği üzere, çağımızın gerçek izahı ve ruhu “ekonomik fetih ve sömürü”dür. Bu itibarla Rönesans, aydınlanma, sanayi devrimi ve bunun sonucunda doğan “ilerleme”ler, Batı toplumlarına büyük bir “maddî refah” ve “üstünlük” sağlamıştır. İnsanlığa sağladığı imkânlardan dolayı “terakki ve medeniyet”, İslâm toplumları için de oldukça “cazip” ve ulaşılmak istenen bir “ideal”dir ama içinde bulunulan “realite” itibariyle aynı zamanda bir “kabus”tur da! Kabustur, çünkü geri kalmış İslâm toplumları, “müterakki/mütemeddin modern Batı” karşısında bugün sadece bir “ekonomik pazar”, “ağır işçi/köle” ve bir tür “koloni” durumundadır. Hatta sıkça vurgulandığı üzere, İslâm toplumlarının bugün yaşadığı bir başka sorun, bu güç ve uygarlık önünde öz kültürlerinden kopma/koparılma tehlikesine maruz kalmalarıdır. İşte bugün İslâm coğrafyasındaki savaşların, katliamların asıl sebebi de modern, güçlü, kolonizatör Batı’nın “ilerleme ve teknoloji” sayesinde elde ettiği egemenliğini, askerî güç yanında ekonomik ve teknolojik güçle sürdürme gayretinden başka bir şey değildir.
O hâlde İslâm toplumları, iki aslî hedef için “ilerleme” ihtiyacı duymaktadır. Hedeflerden ilki “maddî refah” düzeyine ulaşmak, ikincisi modern Batı’nın hegemonyasından kurtulmaktır. İşte bu nedenle, Tanzimat’tan günümüze kadar Türk aydınları, bilim ve sanayi devriminin ürünü olan “Batı uygarlığı”na, bu uygarlığın modern ürünleri ve sembolleri olan Londra ve Paris gibi kentlere, teknolojiye “hayranlık”la baktılar. Hoca Tahsin Efendi’nin “Paris’e git hey efendi akl ü fikrin var ise/Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e” dizeleri bu hayranlığın “ironik” bir ifadesiydi. Çünkü onlar da “terakki etmek”; dolayısıyla bu “maddî refaha ulaşmak, hatta “güç”e sahip olmak istiyorlardı; ancak “geri” kalmanın bir sömürgeleşmeye dönüşeceği kaygısını da taşıyorlardı herhalde. Nitekim Ziya Paşa “Hatırat” başlıklı bir dizi yazısında Osmanlı ekonomisinin, yerli esnafın, Batı’nın sanayi ürünleri karşısındaki hezimetine değinirken, bir anlamda “ekonomik sömürü”ye muhatap kalacağımızı da hissetmiş olsa gerek. Sonunda bu kaygılar doğru çıktı ve “ilerleme” düşüncesinin ürünü olan bilimsel/teknolojik güç, hızla İslâm toplumlarını “istilâ” etti. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren İslâm aydınları, “ilerleme” konusu dahilinde bu “modern istilâ”ya nasıl karşı konulabileceğini de düşünmeye başladı. Hatta “medeni Batı”nın hegemonik, şiddet de içeren istilâcı tavrı, İslâm toplumlarında anti-modernist bir söylemin ortaya çıkmasına yol açtı. Çünkü “modernist ilerleme” anlayışı, maddî refah yanında, sınırsız rekabeti ve hasmâne milliyetçi hareketleri de körüklemiş, İslâm toplumunun güçlü devleti Osmanlıyı da sarsarak, geri kalmış Müslüman toplumu “modern güç”e teslim olmaya zorlamıştır. Dolayısıyla Osmanlı’dan bugüne kadar gelen anti-modernist hareketin arkasında Batı’nın söz konusu saldırgan tavrının da payı vardır. Nitekim bu tepki Âkif’in şiirlerine “Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar”, “Medeniyyet denilen kahpe, hakikat, yüzsüz.” dizeleriyle yansımıştır. Ancak söz konusu tepkiyi, “ilerleme” karşıtlığı olarak anlamak da doğru değil… Çünkü Âkif, Safahat’ta sık sık geri kalmış İslâm toplumlarının mutlaka “terakkî” etmesi gerektiğini savunur. Hatta “Kurtuluş yok sa'y-i daimden, terakkiden bugün” dizesinde belirttiği üzere, ilerlemenin mecburî bir yön olduğu düşüncesindedir. Bu yönüyle; “müterakki Batı”ya; “Bakın mücahid olan Garb' a şimdi bir kerre /Havaya hükmediyor kâni' olmuyor da yere” dizelerinde ifade ettiği üzere, o da yer yer “gıpta” ile bakar. Ancak Âkif de dahil olmak üzere, İkinci Meşrutiyet dönemi Osmanlı aydınları, İslâm’ın bilim ve teknolojiye yüklediği işlevle, Batı’nın yüklediği işlev ve anlamın birbirinden farklı olduğunu hemen hiç dile getirmemişlerdir. Oysa modern Batı ile İslâm’ın bilim anlayışı birbirinden farklıdır. Çünkü İslâm terakkiyi ve onun ürünleri olan bilim ve teknolojiyi bir hegemonik araç olarak kabul etmez. İslâm’da bilim ve teknolojinin amacı yine Tanrı’dır, Tanrı’ya daha kolay şekilde “hamd” ve “ibadet” etmektir. Örnek vermek gerekirse, Müslüman, teknolojik bir araç olan “saat”i fazla üretmek ve kazanmak/güç için değil –dolayısıyla modern işçilik için değil- Tanrı’ya ibadet/kulluk zamanını bilmek ve kendini/zamanını “iş”e, “kazanç”a değil, Tanrı’ya göre ayarlamak için kullanır. Osmanlı dönemindeki “muvakkithane”ler bunun için inşa edilmiştir. Ahmet Haşim, “Müslüman Saati”nde tam da bu konuyu anlatır. Bu açıdan bakıldığında İslâm’ın bilim anlayışında asıl amacın “İlahî hakikat”, Tanrı’ya ibadet ve şükür olduğunu akıldan uzak tutmamak gerekiyor. Dolayısıyla İslâm, bilim ve teknolojiyi, tıpkı “sufi şiir”de olduğu gibi, “İlâhi hakikat”i keşf ve İlâhi nimetlerden istifade etmek için kullanır. Modernizm ise bilimle din arasına bir duvar örmüş, bilimle dini birbirinden ayırmış, dini hayatın dışına atarak yalnızca “vicdan”a hapsetmek istemiştir. Modern bilimin amacı, Tanrı’yı, evrendeki “İlâhi nizam”ı aramak değil, doğadaki güçlere sahip olmak ve oradan üretilen/devşirilen güç ve teknolojiyle dünya üzerinde egemenlik kurmaktır. Bu bakımdan modern Batı’nın “ilerleme” anlayışıyla İslâm’ın ilerleme anlayışı arasında büyük bir fark vardır. Batı’nın “terakkî” düşüncesi “ihtiras” üzerine, İslâm’ınki ise “kanaatkârlık” üzerine bina edilmiştir. Aslında Âkif, en azından savaşlar sebebiyle “medeniyet”in bu “muhteris”, “saldırgan”, “istilâcı” yüzünü görmüştür; ama gördüğü yalnızca “askerî güç”tür; oysa bilim ve teknoloji, bir “kültürel istilâ” aracıdır da… Nitekim bu araçlar, yani seküler bilim ve teknoloji, İslâm dünyasına da girince, kanaatin yerini “hırs” almış, bilim ve teknoloji Müslümanlar arasında da bir güç ve üstünlük aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Âkif ve neslinin –dönemin şartlarından dolayı- göremedikleri bu olsa gerektir.
Modern Batı, “terakkî” düşüncesi dairesinde, dinle bilimi birbirinden ayırmakla kalmamış, İslâm’ın bilime, ilerlemeye, uygarlığa engel bir din olduğu iddiasını da yayarak, efendi-köle diyalektiği üzerinden Müslümanları peşinen “köle”liğe, “gerilik”e mahkûm etmiş, egemenliğini böylece, kendi yarattığı “ilerleme dini”nin hükümleriyle kalıcı kılmak istemiştir. Kaynağı oryantalistler olan ancak Ernest Renan’dan sonra Batı’da daha da güçlenen bu “İslâm karşıtı” düşünceye Tanzimat yıllarından itibaren Namık Kemal, Ahmet Midhat, Ziya Paşa, Ali Ferruh, Atâullah Bâyezidof, Emir Âli, Reşid Rıza, Muhammed Abduh, Cemaleddin Afganî gibi Müslüman aydınlar, “reddiye”ler kaleme aldılar. Ziya Paşa, “İslâm imiş devlete pâ-bendi terakkî/Evvel yoğ idi iş bu rivayet yeni çıktı” dizelerini de yazdığına göre, dönemin en can alıcı sorunlarındandı İslâm ve terakki/bilim konusu!..
Modern Batı uygarlığı ve teknolojisinin gücü karşısında “hezimet”i ve “istilâ”yı bizzat yaşamış bir şahsiyet olarak eserlerinin odağına “terakki” sorununu koyan İslâm aydınlarından biri de Mehmet Âkif’tir. Bu itibarla geri kalmışlık, terakki/ilerleme ve modern Batı’nın hegemonyasına karşı koyma, Safahat’ın da ana temasıdır. O nedenle Safahat’a, hegemonik modern Batılı “güç” e karşı çıkma refleksiyle yazılmış, bu gücü/hegemonyayı/istilâyı kırmak için İslâmî dairede kalarak “terakki” formülü öneren, İslâm’ın bilime ve ilerlemeye engel olmadığını ispatlamaya çalışan bir eser olarak bakmak gerekir. Nitekim Safahat’taki; “İçtimai, edebî, hasılı her meselede/ Garb 'ı taklîd edemezsek, ne desek beyhude. /Bir de din kaydını kaldırmalı, zira, o belâ, /Bütün esbâb-ı terakkîmize engel hâlâ!” dizelerini, o dönemdeki “İslâm terakkiye mânidir” tartışmasının bir örneği olarak okumak gerekir. Belli ki İkinci Meşrutiyet’ten sonra kimi “modern Osmanlı aydınları” da dini, Osmanlı Devleti’nin geri kalma sebeplerinden biri olarak görmeye başlamışlardır. Şair bunu bir başka şiirinde; “Mütefekkirleriniz dini de hiç anlamamış; /Ruh-i İslam'ı telakkileri gayet yanlış. /Sanıyorlar ki: Terakkiye tahammül edemez;/ Asrın asar-ı kemaliyle tekamül edemez.” dizelerinde dile getirir. Kuşkusuz Âkif de bu iddiaya karşı, İslâm’ın ilerlemeye, bilime engel olmadığını savunur ve çoğu İslâm aydınının yaptığı üzere “İslâm’ın altın çağı”ndan örnekler vererek, tarihte Müslümanların güçlü bir medeniyet kurduklarını ileri sürer. Ancak Müslümanların sahih İslâm’la ilgisi olmayan “taassup”ları ve “hurafeler”e kapılmaları nedeniyle “terakki” edemeyip geri kaldıklarını söylemekten de çekinmez. Peki şair, İslâm toplumlarının “terakki” etmeleri için nasıl bir formül önermektedir? “Alınız ilmini Garb'ın, alınız san'atini; / Veriniz hem de mesainize son sür'atini. /Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız; /Çünkü milliyyeti yok san'atın, ilmin; yalnız”; “Sade Garb'ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz./ O çocuklarla beraber, gece gündüz, didinin; /Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin.” dizelerinden anlaşıldığına göre Âkif, dönemin birçok aydını gibi bu konuda “seçmeci” bir tavrı benimsemiş, ilerlemek için Batı’nın bilim ve sanatının alınması gerektiğini savunmuştur. Oysa alınmasını istediği Batı’nın bilimi, din dışı/seküler, Tanrısız bir bilimdir ve bu bilim/teknoloji ile birlikte “kültür”ün de geleceği –geldiği- âşikârdır. Belli ki şair, bilim/teknoloji ile kültür arasındaki bu sıkı ilişkiyi gözden kaçırmıştır ya da “Bütün edvâr-ı terakkîyi yarıp geçmek için/Kendi ‘mahiyyet-i rûhiyyeniz’ olsun kılavuz” dizelerindeki “kendi rûhî öz”ümüzü muhafaza etmekle bu “kültür istilâ”sından korunabileceğimizi düşünmüştür. Ancak Batı’dan gelen bilim ve teknolojinin bu “ruhi öz”ü de aşındırdığı, silmeye çalıştığı bir gerçektir.
Ernest Renan’dan sonra Müslüman Osmanlı aydınları, İslâm’ın bilim ve ilerlemeye engel olmadığını şiddetle savundular. Âkif de onlardan biriydi. Ancak Cumhuriyet sonrasındaki Türk modernleşmesi, bu düşünceye paralel biçimde dini, bilimden ve eğitimden ayırdı; belli ki Türk modernleşmecileri de tıpkı Renan gibi “din”i ilerleme yolunda, medeniyet yolunda bir engel, bir geri kalma sebebi olarak görmüşlerdi.
Âkif’ten yıllar sonra hâlâ geri kalmışlık bir değişmez yazgıymış gibi alnımızda duruyor. Şairin korumayı ihtar ettiği “ruhî öz”ümüzü de modern Batı’nın bilimsel ve teknolojik araçlarının, gökdelenlerin, beton binaların darağaçlarında sallanan kadim şehirlerimizin, asma köprülerin, asfalt yolların arasında arayıp duruyoruz!.. Kültürsüz terakkî bu olsa gerek!
Yeni yorum ekle