Musıki, eski Yunan’da Fisagor’dan itibaren, doğu-İslam kültüründe ise özellikle El Kindî (9.yy)’den itibaren ilmin bir şubesi olarak ele alınmıştır. Farabi, İbni Sina gibi Türk asıllı âlimler de eserlerinde, eski Yunan’dan yaptıkları tercümeleri kendi telifleriyle harmanlayarak, musıkinin özellikle astronomi, fizik ve matematikle ilgisini bilimsel yöntemlerle açıklamışlardır. Osmanlı kültür-sanat ortamında da musıki her şeyden önce bir ilimdir, hatta sıradan bir ilim olmanın ötesinde ‘ilm-i şerif’tir, yani şerefli ilim. Bazı kaynaklarda ‘ilimlerin en şereflisi’ anlamına gelen ‘Fenn-i şerif-i musıki’ tabiri de kullanılır.
Safiyüddin’e göre de musıki ‘ilm-i esrar’dır, yani sırlar ilmi. Böyle olunca, musıkinin bu şerefli ve sırlarla dolu ‘esrarengiz’ özelliğinden habersiz olanların musıki adına yaptıklarının ilimle ve sanatla ilgisi olamaz. Çünkü ‘ilimsiz sanat olmaz!’ Osmanlı kültür/sanat dünyasında oldukça yaygın olan bu görüş, sadece avam dedikleri halka ait musıki külliyatını değil, halkın bütün bir edebiyat, şiir, sanat ve kültür varlığını değersizleştirdiği gibi, ‘musıki sanatı’nı da oldukça dar bir alana sıkıştırmıştır.
Oysa müzik en evvel ve her şeyden evvel bir ‘sanat’tır. Bunu, Ahmedoğlu Şükrullah (15.yy.) meşhur edvarında şöyle ifade eder: “Geldik imdi musıki ilmi bir sanattır ki sanatlar arasında bundan aziz ve bundan şerif bir sanat yoktur”. Musıkinin ‘ilmî’ boyutu, ‘bilimsel’ yönü elbet vardır ve çok önemlidir. Onun bu yönünü, yani müziği meydana getiren seslerin fiziksel ve matematiksel temellerini daha 10. asırda inceleyen dünyaca ünlü Türk bilgini Farabi’dir. Bazı erken dönem edvarlarında musıkinin fizik (ilm-i hikmet-i tabiyye) ve matematik (ilm-i hisab) ilimleriyle ilişkisinden uzun uzadıya söz edilir.
Fakat musıkinin bu ‘ilmî’ yönü, notaları/sesleri ‘musıki’ haline getiren asıl duygusal öz ve estetik haz boyutuyla ilgili değil, bir musıki eserini meydana getiren mimari bütünlüğün mühendislik hesaplarıyla ilgili bölümüdür. Böyle olunca diyelim musıkinin sadece ilmine sahip olan birinden ‘musıki’ yapması değil, ancak musıkiyi tarif, tasnif ve izah etmesi beklenir; çünkü ilmin ve âlimin görevi budur. Sanat ise, o seslerin ve notaların asıl ‘musıki eseri’ haline gelmesidir ve bunu yapan kişi de eskiden ‘sanatkâr’ denilen ‘sanatçı’dır. Böyle olduğu içindir ki, musıkinin teorisini/ nazariyatını bilen herkesten sanatçı olması beklenemeyeceği gibi, her sanatçının da iyi bir teorisyen olması gerekmez.
“Aşk Gelicek Cümle Eksikler Biter”
Gerçekte sanat, ‘kuru’ ilimle değil duyguyla, ruhla, gönülle, yaratıcı düşünceyle ve elbete aşk ile yapılır. Genel anlamda sanat ve özellikle musıki ‘aşk’ işidir ve ancak aşkla yapılırsa ruhlarda ve gönüllerde bir karşılık bulur. Fuzuli, “Aşk imiş her ne var âlemde/İlim bir kıyl u kaal imiş ancak” derken amacı ilmi küçümsemek değil, varlığın ve yaradılışın özündeki aşkı yüceltmektir. Yunus da, “Şeyh u dânişmend u fakı/ Gönül yapan bulur Hak’ı/ Sen bir gönül yıktın ise /Gerekse var yüz yıl oku” dizeleriyle bunu anlatır. Aşk gelince cümle eksiklerin biteceğini söyleyen Türk dilinin bu en büyük şairi Yunus’a, “Dört kitabın manasın, okudum tahsil ettim/ Aşka gelicek gördüm, bir uzun hece imiş” dedirten de yine aynı duygudur. Mevlana, “Her ne var dünyada şerh eyler kalem/ Aşkı anlat derseniz çatlar o dem” der. Hoca Ahmet Yesevi ve onun Anadolu’ya gönderdiği ‘Horasan Erenleri’nden başlayarak Aşık Veysel’e, Neşet Ertaş’a kadar, ilâhi iradenin ‘gönüller yapmak üzre’ görevlendirdiğini düşündüğüm tüm gönül erleri, farklı kelime ve cümlelerle hep aynı gerçeği ifade ederler.
13. yüzyılda yaşamış Pakistan asıllı Ruzban Bagli adlı bir tasavvuf büyüğü, müziğin âşıklar için yaratıldığına ve sadece aşk ehline ait olduğuna işaret ederek, müziğin yalnızca aşkla yapılabileceğini ve aşkla anlaşılabileceğini belirtir. Neşet Ertaş da, “müzik aşkın icadıdır; aşkı bilmeyen sazı eline almasın” derdi. Kısaca musıki zâhiri fakir bile olsa bâtını zengin, irfan sahibi, ehl-i dil insanların, Allah vergisi yeteneklerine sarılarak samimiyetle ve aşkla yaptıkları ruhsal ve duygusal hamlelerdir. Musıkimizin hem halk, hem sanat geleneğine ait güçlü eserlerinin tümü bu tür bir cehdin sonucu ortaya çıkmıştır. (Bu son cümledeki görüşün halk türkülerinin anonimlik özelliği ile çeliştiğini düşünenlere hatırlatalım: Anonimlik, türkülerin doğuşu itibariyle sahip oldukları bir özellik değildir; başlangıçta her türkünün bir sahibi vardır ve bellidir. Ama zamanla unutulur.) İlim, sadece bu yapılan işi, yani sanatı açıklayan, tanımlayan, tasnif eden, ad koyan, çerçeve çizen, kaide ve kurallara bağlayan, güncel tabirle adeta ‘formatlayan’ tamamen aklî ve zihnî bir faaliyettir.
Aslında bu yönüyle ilim biraz da ‘bir’i ‘bin’ yapmaktır ve “ilim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı” diyen ârif de bunu anlatır. Burada ‘ilim’ kelimesi asıl, öz ve saf olanı karşılayan ‘hikmet’, ‘ilahi bilgi’ anlamında kullanılmakla, tam da ‘musıki’nin derin ve ilahi özüne karşılık gelen bir manayı işaret eder. Shakespare’e atfedilen “bir milletin türkülerini yapanlar, o milletin kanunlarını yapanlardan daha güçlüdür” sözü de, halkın anonim dehasının ürünü olan türkülerin, gerçek bir sanat eseri olarak hiç bir şeyle kıyaslanamayacak gücüne ve kalıcılığına vurgu yapar. Ama bizim ‘ilim/bilim’ adamlarımız, sanat ulemamız ve gerek Osmanlı’nın, gerek Cumhuriyet’in organik aydınları, mazrufa (öze) değil, zarfa (şekle) takıldıkları için genellikle ya hayran olurlar, ya düşman. Oysa hayran olmak da kolaydır, düşman olmak da. Zor olan anlamaktır.