Bu kelime böyle mi yazılıyordu? Yanlışsa bir düzelten olur elbet. Sayın editörümüz Adnan Tekşen, ne oldu yeni yazı, diye kaç kez uyardı beni. Ama baksanıza kaskatı olduk, kolay uyarılacak gibi değiliz. Bu önemli bir konu, gerçi daha önce de yazıldı çizildi ama, hatırlatma kabilinden yeniden yazayım diye birkaç yazıya başladım. Peh peh peh. Birkaç yazıya! Ciddiyim, hepsi de yarım kaldı. Eğitime yapılan bunca yatırıma rağmen boynumuz hala neden kıldan ince? Bunu mutlaka yazmalıyım. Sonuçta otuzbeş yılı aşan bir deneyimimiz var. Ben bilmeyeceğim de kim bilecek! Aslında herkes gördüğü aksaklıkları bir yere not etse, bunlar bir araya toplanıp raporlaştırılsa, kendisi de hem iyi bir okur hem, hem yazar hem de akademisyen olan sayın bakana (bakan kelimesinin ilk harfi büyük müydü, küçük müydü, bir tahfif mi imla hatası mı, bir ima mı, bir mesaj mı) bir öneri olarak iletilse, eminim, siyasi kaygıları kısmen de olsa bir tarafa bırakıp dikkate alır, üzerinde düşünür, kayda değer bir çözüm varsa harekete geçer. Kitaplık çapta raporların büyük bir bölümü diğer ülkelerde neler yapıldığı, bizde nelerin yapılmadığına dairdir. Bakan bey bunların hepsine zaman ayıramaz ki haklı olarak. Diğer taraftan herkes oturduğu yerden laf yetiştiriyor ama sorun ne dediğinizde aldığınız cevap çoğunlukla eğitimin esasına yönelik olmayan entipüften şikayetler. Soba yok, elektrik sık sık kesiliyor, ders araçları eksik. Ulaşım problemi var. Bu konuyu ayrıntılarıyla ele almak isterdim. Ama bu hengâmede (gerçi hiç eksik olmuyor) şimdi sırası değil diyerek yarım bıraktım.
Hep katı gerçekler, hep reel politik. Nereye kadar? Nasıl da bitap düştük bunları dinlemekten, konuşmaktan, yazmaktan. Biraz duygudan, duygulanmaktan, bahardan, çiçekten, böcekten, hayatın coşkusundan bahsedelim. Yüreğimiz daraldı, oynayacak yerimiz kalmadı. Düğün dernek, halay, şarkı, türkü… Ne bileyim bizi biraz ferahlatacak bir şeyler olsun maksat. En iyi Hayat Coşkusu diye bir yazı yazayım. Başladım yazıyorum. Yaşama sevincini kaybetmiş insan ölü insandır. Aforizmatik bir cümleyle başlamak uygun görünüyor. Yaşam koçları bu konuda fevkalade yararlı bilgiler sunmaktadır. Onlardan da biraz alıntı yapsam iyi olacak. Onlar bizi adeta durma, coş moduna sokuyor. Tavsiyeler çok hoş. Kimseyle kapışma, bağışlayıcı ol. Nefret insanı tüketir. Hep sevgi dolu ol. Yardım et, gülümse, empati yap, kimseyi çekiştirme. Mümkünse yeşilliklere vur kendini, dağlara tırman, sevdiğin birine çiçek yolla. Dostluk, fedakarlık, vefakarlık, yardımseverlik. Hepsi âlâ. Ama yazının burasında tıkandım. Bunlar ayaküstü, fırsat buldukça, birbirimize söylediğimiz şeyler değil mi? Tekrar etmenin bir anlamı var mı? Ama bir şeyi fark ettim bu vesileyle. Çok şey biliyoruz, çok. Şu bildiklerimizin yarısına inansak, inandıklarımızın yarısını da yaşasak, ne yaşam koçuna gerek kalır, ne de seyyar nasihatçilere. Böyle bir yazı gereksiz, vakit kaybı. Vazgeçtim.
En iyisi ben YÖK’ü yazayım. Bir ara her gün protesto edilirdi, şimdilerde, her şey süt liman gibi? Protesto edilen neydi, niye sık sık? YÖK değil YOK esprileri yapılırdı. Artık bu kurum iflah olmaz deyip, umut kesildiğinden mi, yoksa yazsan ne olacak havası mı? Bu yasa değişmeli diyen siyasetçiler, bürokratlar, akademisyenler hala değişmesi gereken ama değişmeyen yüksek öğretim kanunuyla mı iş tutmaktalar? Tövbe estağfurullah diyorum. Çok radikal bir dönüşüm yaşandı da bizim mi haberimiz olmadı? Bu yasa mutlaka değişmelidir, mevcut yasa özgürlükleri kısıtlıyor, bilimsel çalışmayı engelliyor, torpille bilim adamı olunuyor şikayetleri ne oldu? İleriki bir zamanda tekrar tedavüle sokmak için buzluğa mı kondu? İçin için “bir gün bizim elimize geçerse biz ne yapacağımızı biliriz” suskunluğu mu? Yasa tasarıları, onlarca akademisyenin hazırladıkları raporlar, öneriler, itirazlar, aksaklıklar vs… Epeyce zamandır hiçbir eleştiri gelmediğine göre işler yolunda. Kırık dökük sesler duyuyoruz arada, onlara efendice “kardeşim bilim yapmak istedin de engel olan mı var” denilerek pürüz ortadan kaldırılıyor. Şu her sene yayınladıkları ve taraflı olduğu herkesçe bilinen (öyle diyorlar) dünya üniversiteler sıralaması da olmasa, öğrencilerimiz, binalarımız, diplomalarımız, unvanlarımız, Allah bereket versin maaşlarımız her şey yolunda. Haberi gözümüzün içine sokarcasına “yine ilk beş yüzde Türk Üniversiteleri yok” diyenlere okkalı bir cevap vereceğim ama aklıma uygun bir cevap gelmiyor. Eminim birlik ve beraberliğimizi muhafaza edersek kesin gireriz. Şu bizim adamlara akıl sır ermiyor. Amerikalara, Avrupalara gidip Nobel mobel alacağınıza gelip kendi ülkenizde çalışıp alsanıza. Neyse sözümü geri aldım. Aziz Sencer abimiz iyi iş başardı. Milletçe bir oh çektik. Artık kimse Türkler bilim dünyasında yok diyemez. Sağolsun. Daha başkaları da var. Sözü uzatmamak için örnekleri çoğaltmayacağım. Ama hiç şüphem yok bu ülkede yüzlerce potansiyel Aziz Sencer var. Bu konuda derim ki öncelikle şu ilk beş yüz takıntısından kurtulmalıyız. Girsek nooolur, girmesek nolur! Girenlerin başı göğe mi erdi? Onlar da biniyor uçağa biz de, onların da ipad’i var bizim de. Neyimiz eksik? Bir dakika. Bunca sorunun arasında bu konuları yazmak, konuşmak size de sıradan gelmiyor mu? Yazdıklarıma bir okuyucu gözüyle baktım, bana öyle geldi. Belki de uzun uzun yazmak için gündemin biraz değişmesi lazım. Bu yazıyı da maalesef yarım bırakacağım.
Genç işsizliği çok fazla deniliyor. Bu da yakıcı bir konu. Ben uzmanı değilim. Hocadır, tanıdığı vardır, bir iş ayarlar, amiyane tabirle bir torpil yapar diye kapımı çalanlar olduğunda ne diyeceğimi bilemiyorum. “Benim gibi yüzlerce insan bu bölümden mezun oldu, hocalarımız bize, istikbal vadeden bir bölümde okuyorsunuz demişlerdi. Ama hangi kapıyı çalsak iş yok diyorlar”. Çok sayıda fakülte mezunu, uzman erbaş, polis ya da devlet dairelerinde büro elemanı olarak çalışmaya çoktan razı. Yaptıkları/yapacakları iş, aldıkları eğitimle tamamen ilgisiz. Heba edilen yıllara mı yanalım, kalifiye eleman arıyoruz ama bulamıyoruz diye yakınan işverenlere mi? Bir toplantıda duymuştum. Birkaç yıl önceydi. Genç bir sanayici Türkiye’de en az yarım milyon kalifiye elemana ihtiyaç duyduklarını ama bunun yanında yarım milyonun üstünde genç issizin diplomalarıyla iş aradıklarını söylemişti. Galiba sınıf gerçeğimizle sokak gerçeğimiz örtüşmüyor. Bu nedenle olsa gerek çok sayıda bölüme artık öğrenci gitmiyor. Bir kısmı kapandı. Yüz ifadenizden anlıyorum ki bu konu da ilginiz pek çekmiyor. Öyleyse uzatmayalım. Stop.
Ne zaman televizyon izlesem, haberlere baksam aklıma hep Necip Fazıl’ın Pencereye koştum kızıl kıyamet, Dediklerin çıktı ihtiyar bacı dizeleri gelir. Ya da Atasoy Müftüoğlu’nun Bunca Tuğyan, Bunca Issızlık’ı çınlar kulaklarımda. Tabutlar, siren sesleri, çığlıklar, yanık et kokuları, etrafa saçılmış metal parçaları, korku ve panik içinde insanlar, dizlerini döven analar, babalar, bacılar. Zamanla tepkilerimizin azaldığını, sayı saymaya başladığımızı fark ettim. Ionesco’nun Gergedanına dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Bugün sayı nispeten az diyerek teselli bulmak. Dualar ve beddualar yarışıyor. Hakkı savunmaktan çok, haklı çıkma peşinde mi koşuyoruz? (And the ghost enters). Yar bana bir çare aman. Zıvanadan çıktı kelimeler, cümleler. Öylesine cılız, öylesine çaresiz. İstediğiniz kadar bağırın, yine de meramınızı anlatmaya yetmiyor. Acilen yeni kelimeler bulmalıyım. Bir şey koptu içimden, her şeyi tutan bir şey. Bu şeyin adını bulabilirsek, içimizdeki yangın tavsar gibime geliyor. (And the ghost exits). Haklı taleplerin yerini, bitmez tükenmez bahaneler alınca, çatışma kaçınılmaz. Oysa ne güzel bir coğrafyadayız; dört oda bir salon. Sana da yeter, bana da yeter, Kirkor’a da. Her odaya, mutfağa, tuvalete, banyoya birer merdiven çıkmak ne Allahaşkına. Birileri kapıları kilitlemeye çalışırken, ayrı kapılar açmak ne? Şu enerjimizi, çabamızı, aklımızı evimizin üzerine bir daha çıkmaya harcamak, eksiğini gediğini tamamlamak, güzelleştirmek varken, mevcudu parçalara ayırmak ne. Vivaldi dinleyeyim. Mevsimleri. Sonbaharı dinledim. Şimdi sırada bahar var.
Sahi ben Foucault’yu anlatacaktım? Hay Allah. Yine olmadı.