Uzun süredir yazamıyoruz, yazmıyoruz değil aslında yazamıyoruz. Yazmaktan korktuğumuz için değil. Etkili oldu elbette ama yaz rehavetinden de değil. 2016 yazında yazı yazamadık. Nedeni şu: 2016 yazı Cumhuriyet tarihinin en önemli yazı. Bu yüzden bu yaz, yazı yazamadık. Ama artık bu mazerete daha fazla sığınmaya tahammül kalmadı. Dahası 2016 yazı üzerine onlarca yıl yazı yazılacağından da emin olabilirsiniz.
Bizim “isyan” adını taktığımız olayla başlayalım: İsyan kavramının bazı durumlarda olumlu boyutu da vardır ama bize göre bu isyan, insanlık tarihinin gördüğü en mel’un isyan. Bu bir isyan; arındırılacağı kesinleşmiş bir fosseptik çukurunda, tifo virüsü taşıyan fareler gibi sıkışanların isyanı. Gene de adını koymuş sayılmayız. Maalesef. Ne yazık ki, bu kadar akıl sır ermez olaylara aklımızla bir isim koymak kolay değildir.
Bir aydan daha fazla bir zamandır, her gün, saatlerce izliyor, dinliyor, okuyor ve bakıp bakınıyoruz. Ne olup bittiğini anlayabilmiş değiliz. Olaylara akıl gözüyle bakan, daha da önemlisi akıl gözüyle anlamaya çalışan da zaten pek yok. Adnan ağabeye söz verdiğim için anlayabildiklerimi, anlayabildiğim ve anlatabildiğim kadarıyla anlatmaya çalışacağım.
15 Temmuz’un Üç Boyutu Var
Evvela, sorunsalımızın üç boyutunu, daha doğrusu üçbuçuk boyutunu tespit etmemiz lazım:
1. Sokaktaki insanlarımız, askeri darbelere, muhtıralara alışıktır. Hatta aleni ihanetleri, idamları, katliamları görmüşlerdir. Çok ağır baskı ve zorlamalara, sindirme ve zulümlere maruz kalmışlardır. Buna rağmen susmuşlar ve tevekkül göstermişlerdir. 15 Temmuz 2016’da, sokaktaki insanlara ne olmuştur da, canları pahasına sokaklarına (vatan demeyelim. Territorial anlamındaki vatan, neresinden bakarsanız bakın siyasi ve askeri bir kavramdır. Sokaktaki insanın böyle teknik tabirlerle işi olmaz) sahip çıkmışlardır. Onları bu direnişe sevk eden sosyolojik (liderlik veya grup, topluluk siyasi parti bağlılığı ile ilgisi olmayan) dinamikler nelerdir? Bunun tatminkar bir sosyolojik analizi olmalı.
2. Cemaat, tarikat, inanç gibi eksenlerde gezinen ve insanlara sevgi, sabır, metanet telkin ettiği düşünülen bir topluluğun müritleri, nasıl olmuştur da, bu denli iğrenç bir terör eylemine razı edilebilmiştir. Daha da önemlisi, bir toplumun en seçkin insanları, bir meczubun telkinlerine bu denli nasıl rıza gösterip, cinnet geçirir halde cinayetler işleyebilmiştir.
3. Ülkemizin demokratik kaderi, karizmatik bir siyasi liderin kitleleri sürükleyen söylemine mi endekslidir? Yasal ve ussal liderlik/yöneticilik, sadece kitaplarda güzel görünüyorsa, demokratik kurumsallaşma nasıl tesis edilecektir.
Elbette bu üçüncü tespit içinde, ayrı bir başlık olmayı hak eden ve bizim “buçuk” tabiri ile dikkati çekmeye çalıştığımız önemli bir konu da yer almaktadır. Kitleler kendilerine yol gösterecek karizmatik bir lider arayışından hiçbir zaman vaz geçmeyecek midir? Eğer öyleyse insanların muhakeme güçleri ile reşit ve mümeyyiz hale gelebildiklerine dair inancımızı nasıl koruyacağız. En önemlisi de, yanlışa direnç gösterme performansı ve görev ahlakını (‘praxis’ ya da yeni bir formülasyon ile çerçeveleyebileceğimiz “isyan ahlakı”nı), insanların kendi kendilerine vaaz edebileceğine dair, “özne”ye olan güvenimizi nasıl koruyacağız.
Şimdilik, “buçuk” olan kısmı da dahil, üç tespit yeterli ama tespitlere ilişkin bir dizi yazı yazılması lazım
Mutabakat Umut Verici
Bunları yazmaya bir ucundan başlarsak, öncelikle, herkesin mutabık kaldığı kısımları sıralayalım ki, konunun yükünü hafifletip gereksiz mülahazalara girmeyelim:
- Türkiye Cumhuriyeti’nin en masum ve en hayati organları habis bir ur tarafından ele geçirilmiş ve bu habis ur bütün iç organlara yayılmış.
- Bu habis ur bir taraftan, Türkiye düşmanı güçler tarafından perdelenmiş, nemalanmış ve desteklenmiş. Diğer taraftan da bu habis ur; hem bazı çevrelerin “şeriat öcü”sünü tahrik ederek kendi varlığını gerekçelendirmiş hem de mevkili mevkisiz, yetkili yetkisiz samimi Müslümanların dini duygularını istismar ederek bu duyguları ziyadesiyle semirmiş. Dışarda farklı ve içerde farklı farklı sergilenen bu görünümleri “takiyye” adı altında içselleştirek, kendisi ve başkaları nezdinde meşruiyetini temin etmiş. Böylece hem dışardaki Türkiye düşmanlarının hem de içerdeki muarız ve muhatapların zihnine, “görev-hizmet ehli” olduğunu işlemiş.
- Bu habis ur, özel bir eğitim sonucunda onların zihnine işlenen “takiyye” adı verilen üslup sayesinde, kendi varlıklarını her tür koşulda korumuşlar. Her konjonktürden en fazla çıkar sağlamanın bir yolunu bulmuşlar ve sonuçta hem insan kaynakları ve hem de mali imkanlar bakımından akla hayale gelmeyecek bir biçimde güçlenmişler.
- Bu ur, kendi amaçlarını belirleyen özerk bir yapı değil. Hatta tasallut altında tuttuğu bünyenin ürettiği bir yapı da değil. Bu yapı, tasarlanmış bir amaca göre tohumlanmış, yeşertilmiş, yetiştirilmiş ve görev tanımı yapıldıktan sonra ona bir rota, güzergah belirlenmiş. Bu üst akıl, kesinlikle Türk ve Türkiye düşmanlarının aklı.
- Yapı, musallat olduğu bünyeyi yok etmeye değil, kendisine vaaz edilen hedefe doğru onu teksif etmeye yönelik olarak bünyemize konuşlandırılmış. Bu yüzden de 15 Temmuz, bir “tatbikat” anlamına geliyor. Pazarlık masasında, illaki, tümüyle değilse bile, şimdilik istediklerinin bir kısmını alacaklar. Çünkü diplomasinin altın kuralı şudur: Pazarlık masası, her zaman ama her zaman, bir neden değildir. Bir sonuçtur. Bu sonuca sizi sürükleyen nedenler çoktan devreye sokulmuştur. Bazı nedenler-faktörler pazarlık amacıyla masaya yatırılır ama bazıları her zaman stepnede ve pusuda bekletilir.
Ne demek istediğimizi sırayla yazalım. Aslında bir kitap içeriğini oluşturuyor kanaatimizce ama, hiçbirimizin şu ara, bir kitabı baştan sona okumaya ne zamanı var ne de mecali.
Bu yazının devamının birinci bölümü; 15 Temmuz’da sokakları temizleyen insanlarımızı harekete geçiren sosyolojik muharriklerin neler olduğunu analiz etmek.
Ama “Suriye’de ne işimiz var?” sorusuna da hemen bir cevap vermemiz lazım: Bu cevap da çok uzun, lakin, sorunun cevabını uzun uzun dinlemeye/okumaya da artık tahammülümüz yok. En iyisi bir metafor ile her şeyi özetlemek:
Küresel Mafyanın “uhu”cuları İle Çatışmalarımız, Ne Kadar Süreyle İzlenecek?
Bir bahçe hayal edin. Genişçe bir arsa üzerinde ağaçlar, çiçekler, kelebekler, şırıl şırıl suyu akan bir havuz ve iki katlı mütevazi ama şirin bir bağ evi. Huzur dolu ve hepimizin içinde yaşamak için can ettiği bir arazi.
Arazinin bir kusuru var. Çok kıymetli. Paha biçilemeyecek keder değerli bir arazi ve bu onun en amansız dezavantajı. Pek çok kem gözün bu arazide gözü var. En çok da, en kem gözlü küresel bir mafya bu araziye göz koymuş.
Özel mülk olduğu için araziye doğrudan el koyamıyorlar. Ele geçirmenin başka yollarını devreye sokuyorlar. En etkili ele geçirme yolu, arazi içinde yaşayan insanlara, özel olarak yetiştirdikleri “uhu”cuları musallat etmek.
İşte, Suriye’deki bizim savaşımızın özeti bu. Suriye’de; küresel mafyanın var edip, besleyip, şımartıp üç harfliler gibi bize mussallat ettiği “uhu”cularla savaşıyoruz.
Savaşımız sadece “uhu”cularla olsaydı işimiz kolaydı. Üç beş eşkıya dağa çıkmış, köyün ergen yaşlardaki gariban çocuklarını dağa çağırıyorlar derdiniz. Bunlarla savaşmak zor değil ki. Yakasından tutarsınız; söver, döver, kovarsınız. İtlaf etmek istemediğiniz zaman da ellerine her gün birkaç lira para verir, başınızdan savarsınız.
Ama bu savaş, “uhu”cularla giriştiğimiz bir savaş değil. Suriye’deki savaş, kıymetli arazimizi ne pahasına olursa olsun ele geçirmek isteyen ve bu arazi üzerine kumarhane, meyhane, “fuhuş”hane plazaları dikmeyi “kafa”sına “koy”muş küresel mafya ile tutuştuğumuz bir savaş.
Pek çok bakımdan, elimizin kolumuzun bağlı olduğu bir savaş.
“Uhu”cular arazimizin bahçe duvarına yuvalanmışlar. Çoğu geceyi bahçemizde geçiriyorlar ve çardağımızda sabahlara kadar uhu çekiyorlar. Hiçbirisinin aklı başında değil. Çocuklarımız için tam bir kabus. Her sabah bacaklarından tutup, sürüyerek bahçenin dışına atıyoruz ama ayılır ayılmaz aile fertlerimize musallat oluyorlar. Evden ayrılamaz hale geldik. Ailemiz için cennetten bir köşe haline getirdiğimiz bahçemizi, her gün, “uhu”cular cehenneme çeviriyor.
Polise ve emniyete başvuruyor, ”imdat, bu pislikten bizi kurtarın” diyoruz; polis, o gün “uhu”cuları karakola götürüyor; yedirip, içirip, bırakıveriyor. Daha bir hınçla “uhu”cular bize saldırıyor. Belediyeye gidiyoruz, “evimizin ve arazimizin kamuya ait” olduğunu söylüyorlar ve bir an evvel araziyi terk etmemiz gerektiğini söylüyorlar. Tapu dairesine gidiyoruz, yedi kuşaktır bize ait olan arazimizin tapu kayıtlarının yok olduğunu öğreniyoruz. Yani bizi, atadan dededen kalma arazimizin üzerinde işgalci durumuna düşürüyorlar. Konu-komşudan medet umuyoruz, birkaç gecekondu sahibini çoktan satın alıp fedaileri haline getirmişler. Valiye-kaymakama gidiyoruz, diyorlar ki, “memleketin en müstesna arazisini talan etmenize göz yumamayız.”
Ne yapacağız? Kuyruğu kısıp kaçacak mıyız? Elimize tüfeği alıp nöbete mi duracağız. Bu durumda da, her gece zombi gibi kapımızın önünde yatan “uhu”culardan birisini öldürdüğümüz takdirde, “katil” yaftasını yapıştırıp, bizi “küresel kodes”e tıkacaklar.
Bu savaş, tam da böyle bir savaş.
Allah yardımcımız olsun.