2015 yılının son günlerindeyiz. Bitmesine üzülmeyeceğim. Çünkü kötü bir yıldı. Umarım 2016 bize iyi gelir. Türkiye ciddi badireler atlatıyor. Dileriz ki bu belalar, 2015’le birlikte ortadan kalkar.
Kanaatimce, önümüzdeki yılların kamuoyu gündemini, siyasal sistem sorunu daha fazla işgal edecektir. Şu anda bizi kasıp kavuran pek çok iç ve dış sorun şu veya bu biçimde siyasal sistem sorununa bağlı. Mevcut sisteme yönelik en temel ve rasyonel eleştiri, karar alma sürecindeki hantallık ile ilgili. Çok açık. Temsili parlamenter sistemde karar alma süreci çok yavaş işliyor. Hatta çoğu zaman işlemiyor. Sahadaki futbol takımlarının sürekli topu taça atması, rakip oyuncuları sürekli ofsayta düşürmesi gibi; mevcut sistem, komisyonlar ve alt komisyonlar arası oynanan bir oyundan ve “laf-ü güzaf” (hem içi bomboş olan hem de methiyeler talep eden lakırtılar)’tan ibaret sanki.
Buna mukabil, hayat korkunç bir hızla akıyor. Hız, ışık hızı gibi. Anlamak da mümkün değil, erişmek de. Herkes birbiri ile adeta ışık hızıyla yarışıyor. Birbirimize selam vermeye vaktimiz yok, gülümseyip geçiyoruz. Yemek yemeye tahammülümüz yok, ulaşım araçlarında kurumuş tost geveleyerek karnımızı doyuruyoruz.
Rus uçağı sınırımızı 17 saniye içinde ihlal etmek üzere iken, bizim; yabancı ülke toprağına asker göndermek için parlamentoda tezkere çıkarma müzakereleri yürütmekte olduğumuzu lütfen hayal edin. Biz meclisten karar çıkartıncaya kadar, muhtemelen, düşman askeri Polatlı’ya gelmiş olur. Kuşkusuz mesele sadece savaş değil. Küreselleşmenin, uluslararasılaşmak olmadığını kavramak gerekiyor. Küreselleşme, gerçek hayatta ulusüstüleşmek ve hatta bir tür ulusdışılaşmak. FED, “1” rakamının dörtte biri kadar bir rakamdan bahsediyor ve tüm dünya borsaları karmakarışık hale geliyor, ekonomik dengeler allak bullak oluyor. Yani, bu dünyada kimse devletten, kamudan söz etmiyor. Stratejik veya taktik ya da teknik karar alma mekanizmalarının çalışmalarını tartışmıyor. State eski dünyanın karar mercii. Yeni dünyada kararları corporationlar alıyor. Günümüzde herkes corporationlarla, CEO’larla ve ışık hızıyla akan bilgi ile meşgul.
Bütün bu sistem, illa ki paraya bağlı. Her şeyimiz, bütün varlık nedenlerimiz ve değerlerimiz; keyfi olarak bizzat bizim yarattığımız ve kölesi olmaktan mazoşist bir sapıklıkla zevk aldığımız menkul değerlerden ibaret. Ne garip değil mi? Ömrünün neredeyse onda birini kapitalizm düşmanlığına adamış bir ülke, yani Rusya, bu tarz bir kapital imparatorluğunun en çarpıcı mucidi. Putin, tam da böyle bir “Corporation”ın CEO’su. Bu yüzden çok güçlü ve son derece etkili. Özgüveni ve hatta “snop”luğunu tam da buna borçlu.
Hiç kuşkunuz olmasın.
Yönetsel sistemlere de bu perspektif içinde bakmalıyız. Onları bu konjonktürde değerlendirmeye mecbur ve mahkûmuz.
Demokrasi Dedikleri Bir Tuhaf Otomobil
Önce DEMOKRASİ dediğimiz şu büyülü kavramdan başlayalım: Demokrasiye halk yönetimi adını vermiş olmamız tümüyle efsane. Demokrasi, sadece yönetsel bir mekanizmadır. Elimizdeki herhangi bir aygıt gibi, cihaz gibi bir şey, bir nesnedir demokrasi. Onun mekanik bir sistem olduğuna inanmak istemediğimiz için; onu yüceltip, bizim inisiyatifimiz dışında bir yere konumlandırıp, onu orada efsunlayıp, tütsülüyoruz. Ama ne yazık ki, demokrasi, tornavidadan daha fazla bir aparat değil. O kadar. Önce bunu kabullenelim.
Demokrasinin çok işe yarıyor gibi görünmesi bizim yanılgımızdan ibarettir. Demokrasi, tıpkı, otomobilimizin direksiyon simidi, firen ve gaz pedalı gibi, en fazla kullandığımız bir aygıt. Nasıl ki otomobilin bujisi, karbüratörü, aküsü, marş motoru, şarj dinamosu, kampanası, fren balatası veya otomobilimizi oluşturan herhangi bir parça çalışmadığında, direksiyon, fren ve gaz pedalı hiçbir işe yaramıyorsa veya bijonlar yerinden çıktığında otomobili hiçbir şey zapt edemiyorsa, onun göze batmayan asli unsurlarından birisi doğru dürüst işlemediği zaman, demokrasi da hiçbir işe yaramaz. Nitekim tam da bu nedenden dolayıdır ki, onun adı demos – kratos’tur.
Zeus’un Fedaisi Güçlü, Kuvvetli ama “Eblek” Kratos
Hikaye o ki, bilgi ateşini Olimpos Dağı’ndan çalıp insan oğluna veren Prometheus’u yakalasın diye, Zeus, fedaisi Kratos’a emir verir. Babayiğit Kratos, Prometheus’u yakalar, zincirlere bağlar ve Zeus’un ayaklarının altına atar.
Yani kratos; yönetim (government) veya egemenlik - hakimiyet (domination) demek değildir. Hatta iktidar (power), kudret (puissance) anlamlarına bile gelmez. Antik Yunan’da kratos; bilinçsiz, denetimsiz ve kimi zaman da tetikçilik-fedailik amaçlarıyla kullanılan kaba kuvvet anlamında kullanılmıştır.
Demos’un hikayesi daha trajik. Antik Yunan kentlerinde, biliyorsunuz, Akrapoller var. Bizim Behremkale’deki Athena Tapınağı’nın bulunduğu yer gibi, akrapol, kutsal ateşin yandığına inanılan bir tepe. Kentin asilleri, kutsal kişileri ve yöneticileri bu tepede ve tepenin etrafında ikamet ediyor. Bugünkü büyük kentlerdeki, daha yüksek tepelere inşa edilmiş, nezih semtler ve gökleri delen lüks plazalar işte bu akrapollerden mülhem. Oralarda yaşayan insanlara Grekler (Helen biraz daha farklı) aristos demiş. Bunlar tanrının makbul ve mahsus kulları. Grek tanrılarının ciddiye pek almadığı insanlara o devirlerde demos demişler. Onlar günlerini genellikle agora denilen bir mekanda geçiriyorlar ve onun civarında yaşayıp, ikamet ediyorlar. Kuşkusuz ki agora öncelikle pazar yeri olarak kullanılıyor. Demos da işte, bu pazar yerindeki pazarcılar ve satıcılar ile, pazardan alışveriş yapan sıradan vatandaşlar. Vatandaş çünkü, bugünkü laik kavramına esin teşkil eden laikos kavramı, o dönemde, vatandaş sayılmayan köleler, kadınlar ve taşralılar için kullanılıyor. Agora sadece pazar yeri değil hiç kuşkusuz. Agora; toplanma yeri, insanların buluştukları, konuştukları, kaynaştıkları yerler. Aynı zamanda agora eğlence alanı. Kısacası agora, lümpen insanların yaşadığı; estetik, artistik ve edebi hiçbir değer taşımayan popüler kültürün üretildiği ve paylaşıldığı; niteliksiz ve saygın olmayan ilişkilerin yürütüldüğü bir mekanı anlatıyor ve bu mekanın mukim ve müdavimlerine de Grek’ler, demos demiş.
Orijinal sözcük anlamına bakıldığında demos-kratos, yani demokrasinin şöyle bir anlamı ortaya çıkıyor: Niteliksiz, kültürsüz, bilgisiz ve bilinçsiz insan yığınlarının gücü. Yani kellelerin kaba kuvveti. Nitekim ticari burjuvazi ile birlikte şekillenen ve onun tarafından dayatılan siyasal-yönetsel sistemin adına, bugün, parlamenter temsili demokrasi denmesinin, bu bağlam itibariyle bir mantığı var.
Su Akar Yolunu Bulur
Burjuva yönetim sistemi olan ve hatta Duverger’in plotodemokrasi adını taktiği bu siyasal-yönetsel sistemin altından çok sular aktı. Ulus devletlerin yönetim mekanizması olmakla birlikte, Birleşik Devletlerdeki gibi, modern imparatorluklarda da bazı örneklerini gördük. Birleşik krallıkta olduğu gibi, modern ile geleneksel sistemi uzlaştıran tarzlarına da tanıklık ettik. Birinci kuşak insan haklarıyla başlangıçta teçhiz edilen bu sistem, ikinci ve üçüncü kuşak insan haklarıyla tahkim edildi. Modernitenin var ettiği bugünkü siyasal sistem pek çok talihsiz deneyimler de atlattı. Sözgelimi, nasyonal ya da enternasyonal totalitarizm gibi türevlerinin yol açtığı kitlesel yıkımları yaşadık. Ama, şu an için, bu yönetsel sistemin daha evla bir alternatifini de bulamadık.
Sonuç itibariyle bu yönetsel sistem üç önemli kriter içermektedir. Şekli şemali ne olursa olsun, her tür demokratik yönetim sistemi, bu üç kriterle ölçümlenebilecek bir yönetim- yönetilen ilişki ağına işlerlik kazandırmaya mecburdur: Bu kriterler: (1) Popüler baskı dediğimiz, yönetsel mekanizmanın nüfuz ve iktidar alanın dışında özel bir alanın var olması. (2) Denge ve denetim sistemi dediğimiz, belirli bir güç merkezinin tahakkümünü frenleyecek ve sınırlandıracak nitelikte sistemin güçler ayrılığı ile donatılması. (3) Katılım dediğimiz, bireylerin en başta rey kullanma olmak üzere, görüş, kanaat, tepki ve eylemlerini gerektiği hallerde sergileyebilme imkânına sahip olacak biçimde, karar alma mekanizmalarına katılımlarının sağlanması.
Pratik işleyişte yönetsel mekanizma, bu kriterlere uygun olarak yöneten yönetilen ilişkilerini işletebiliyorsa ve yönetsel mekanizmaların işlemleri ile sivil alandaki eylemler arasında bir feedback çemberi oluşturulabilmişse, bu tarz yönetim sistemleri federatif, parlamenter, başkanlık veya ne ad ile anılırsa anılsın, demokratiktir. Anayasa dediğimiz toplumsal uzlaşma metni ile de sistemin bu karakterleri garanti altına alınmış olmalıdır ki, işleyişte, kim ya da hangi siyasal organizasyon tasarruf ayrıcalığına sahip olursa olsun, sistemin bu karakterini değiştirmeye muktedir olamasın.
Buradaki ilk etap; kamu alanı ile özel alanın, kamusal iktidar ile sivil inisiyatifin siyasal devinim alan(sphere)larının mümkün olduğunca netleştirilmesi sorununa ilişkindir. Kabaca, hak ve özgürlükler ile hukuki güvenlik gibi algılanmakla birlikte, kanaatimizce bu sorun; hem oldukça geniş bir kuramsal arkaplana tekabül etmektedir hem de uygulamada mevcut pek çok sıkıntıyı bertaraf etmesi gereken bir pratiği bulunmaktadır.
İkinci etap kanaatimizce, merkezi yönetim ile yerel yönetimlerin nasıl takdir ve tertip edileceği sorunu ile ilgilidir. Doğal olarak da tartışmanın bu etaplarla başlaması, start açısından önem arz etmektedir.
SONUÇ
Biz bu konulardaki görüş, öneri ve analizlerimizi acizane ortaya koymayı sürdüreceğiz. Ancak, değerli hocalarımız ve uzman arkadaşlarımızdan da hususen ve haklı olarak yardım istiyoruz. Bu konu bence akademik bir “dosya” gibi düşünülmemelidir. Ama bir dosya titizliği ile arkadaşlarımız nezdinde itibar ve ihtimam göreceğini umut ediyorum.
Ben, yerel yönetimlerle ve onların teşkilat yapılarına ilişkin müteakip yazılarımda görüş ve önerilerimi dile getirerek tartışmayı tahrik etmek istiyorum. Ama sözgelimi YÖK gibi, daha spesifik merkezi yönetim teşkilatlarına ilişkin de kanaatlerimi beyan etmek ve arkadaşlarımızdan muhakkak eleştiri almak istiyorum.
Yalnız kalma ihtimalimi hesaba katmadığım için de, bu TARTIŞMA TEZGAHINI korkusuzca ortaya atmaya cesaret ettiğimi de, hassaten ifade etmeliyim.