Geçen gün EBA Yeni Yayın Dönemi nedeniyle yapılan tanıtım programında konuşan Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, “Dünyanın en iyi dijital eğitim altyapısını kuracağız. Bu konuda büyük bir vizyonumuz, hedefimiz var, hayalimiz bu. Çok iddialı olarak söylüyorum. Uzaktan eğitimde dünyadaki 3-5 ülkeden bir tanesi Türkiye. Bu hizmetin genişleyerek yüz yüze eğitime geçildiğinde de sürekli biçimde devam edeceğinin müjdesini vermek isterim.” dedi. İddialı sözler henüz kulaklarımızda yankılanırken EBA’nın çöktüğü haberlerine muhatap olduk. İddialı söylemlerin en büyük talihsizliği kısa süre içerisinde pratik tarafından yanlışlanmaktır. Bu vesileyle artık galat-ı meşhura dönen ifadesiyle “uzaktan eğitim” faaliyetlerimize ilişkin bir kaç hususa değinmek istiyorum. Ancak eğitim-öğretim faaliyetimizin güncel sıkıntılarıyla ilgili somut ve spesifik mevzulara değinirken ne tür bir perspektiften konuştuğumuzu, hangi zemini dayanak olarak aldığımızı hatırlatmak anlamında küçük bir parantez açmakta fayda var. Zira salgının sebep olduğu bu olağanüstü koşullar bize salgın öncesini hayata geçirilmesi gereken bir norm, peşinde koşulması gereken bir ideal olarak sunabiliyor. Bu manipülatif müdahale karşısında dikkatli olmakta fayda var. Neden?
Çünkü 18. yüzyılın belirgin koşullarında şekillenmiş, anlamını ve meşruiyetini o koşullardan almış ve aradan geçen süreye, yaşanan hızlı değişim dönüşüme rağmen yapısını ve işleyişini muhafaza ederek adeta bir hayalet gibi hayatımıza musallat olan cari sistemin ömrünü tükettiği açıkken, mekân tasarımından zaman planlamasına, yasal mevzuatından bürokratik işleyişine insan hak ve onurunu dikkate almaktan ziyade bir tür “kapatma” kurumu olan bu yapının bir norm, bir ideal olarak alınması her haliyle izaha muhtaçtır. İkincisi bu yapının salgın öncesi haliyle, klasik eğitim söyleminde dile geldiği şekilde teknik-tali düzenlemeleri gerçekleştirerek sorunlarımıza çözüm üretmesi imkânsızdır. Derslik sayısı, öğretmen niteliği, ders araç gereçleri vs. gibi egemen söylemin başlıkları, can yakıcı şekilde yüzleşilmesi beklenen asıl eğitim-öğretim gündemimiz önündeki engeller hatta tuzaklardır. Türkiye’nin eğitim-öğretim mevzusu Türkiye’nin adalet ve özgürlük temelinde inşa edilmesi sorunsalından bağımsız ele alınamaz. Türkiye’nin eğitim-öğretim alanındaki sorun ve sıkıntıları toplumsal yaşamımızın, kültürel seviyemizin, bürokratik işleyişimizin keyfe kederliğinden bağımsız ele alınamaz. Türkiye’nin eğitim-öğretim alanındaki nitelik sorunu devletin bir imtiyaz alanı olarak şekillenen ve işleyen yapısından bağımsız ele alınamaz. Türkiye’nin eğitim-öğretim alanında yaşadığı kriz devlet-toplum ilişkimizdeki hiyerarşik ilişkiden bağımsız ele alınmaz. Rengi ve tonu değişen vesayetçi işleyişten bağımsız ele alınamaz. Adalete, özgürlüğe, ilke ve değerlere gösterdiğimiz ihtimam neyse, akademik başarımız da odur. Yöntem, teknik, materyal vs.den çok daha önemli olan ve toplumun tüm alanlarında olduğu gibi eğitim alanında da kaderini tayin eden şey, budur ve bu olacaktır.
Şimdi bu zemin üzerinden güncelliğimize dönelim. Hz. Peygamber’in ölçü almamızı istediği ilkelerden birisi şudur: “Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz (sevdiriniz) nefret ettirmeyiniz.” Kamu diplomasisinden bürokratik işleyişimize, öğrenci, öğretmen, veli iletişimimizden yürüttüğümüz iş ve işlemlere kadar maalesef kolaylaştırmıyoruz zorlaştırıyoruz, müjdelemiyoruz (sevdirmiyoruz) nefret ettiriyoruz. Nasıl? Mesele sanal platformun çökmesi değil. Genel kanıyla paralel şekilde çökme olduğu için sistemin yanlışlığına kanaat getiren bir pragmatizme olur vermeyelim. Çökme yaşanmamış olsa bile sistematik ve ardıl yanlışların yürütüldüğü bir düzlemdeyiz. Birincisi yürüttüğümüz faaliyetler yukarıda kısaca değindiğim temel perspektife de Hz. Peygamber’den alıntıladığım temel ilkeye de uygun değil. Biraz daha açalım.
Öğretmenlerimize EBA üzerinden ders tanımladık, öğrencilerimiz için haftalık programlar oluşturduk. Normalde okullarda yüz yüze vereceğimiz programı şimdi okul yerine sanal ortamdan vermeye çalışıyoruz. Yani öyle bir programımız var ki mekân, ilişki, ortam, kullanılan araç fark etmeksizin uygulanmalı diyoruz ki bu izahı mümkün olmayan bir önerme. Pedagojik açıdan da felsefi açıdan da temellendirilmesi güç.
Peki, her halükarda verilmesi gereken bu programı(!) fiilen verebiliyor muyuz? Veremediğimizi tecrübe ettik, mevcut altyapı bu yükü kaldıramadı. Peki, kaldırsa olabilir mi? Şu an sahadan gelen veriler, sistemin aktif olduğu süre içerisinde öğrenci katılımının inanılmaz derecede düşük olduğunu gösteriyor. Peki, bu düşüklük veli ilgisizliği ve öğrenci tembelliği üzerinden ele alınabilir mi? Veya öğretmen/okul kaynaklı bir takip sıkıntısına mı bağlanmalı? Evet, bunların etkisi şüphesiz var. Ancak acele etmemek de fayda var. Zira eğitim-öğretime erişim anlamında yaşadığımız bu sıkıntıda belirtilen etki çok düşük. Çünkü erişimi mümkün kılan gerekli altyapıdan toplumsal/bireysel anlamda yoksun olduğumuz fiili bir gerçek. Hem veli hem de öğrenci anlamında önemli bir kesimimiz uzaktan eğitimin gerektirdiği teknolojik araçtan ve altyapıdan yoksun ayrıca teknik donanım ve beceriye sahip değil. Yani bilgisayarı yok, interneti yok. Çok büyük kısmı akıllı telefonlar üzerinden bağlanmaya çalışıyor ancak hem kullanma bilgisi hem de kullanabilme imkânından yoksun. Örneğin bazı dersler EBA dışında başka programlar üzerinden yapılıyor. Hem programı kullanabilmek hem de hem de o programın kullanılabilmesi için internete sahip olmak gerekiyor. Bunun da ekonomik bir maliyet getirdiği ortada. Peki, iş burada bitiyor mu? Hayır. Diyelim ki, bilgisayarınız var, internetiniz var. Evde iki öğrenci varsa nasıl olacak? Ya da üç öğrenci varsa? Diyelim ki siz öğretmensiniz, mesleğiniz gereği uzaktan eğitim kapsamında tanımlı derslerinizi yapmanız gerekiyor. Çocuğunuz da öğrenci aynı zamanda. O nasıl kullanacak? Onun da derse girmesi gerekiyor. Yürüttüğümüz uzaktan eğitim-öğretim faaliyetleri kapsamında, salgının da önemli bir faktör olarak kötüleştirdiği bu ekonomik koşullarda, pek çok aile evine internet bağladı, tablet veya bilgisayar almak zorunda kaldı. Hatta bazıları ikincisini almak, belki de üçüncüsünü almak zorunda kaldı. Yeni teknolojik araçlara ilişkin yaygın söylemimizin çekinceli ve mesafeli hali ile pratiğimizin bizi koşulsuz teslim eden hatta buna icbar eden işleyişi arasındaki savrukluk ölçü kabul etmiyor. En iyimser ifadeyle kafa karışıklığı mı diyelim? Diğer taraftan Anayasa’nın 42. maddesinde belirtilen eğitimin “parasız” olması hususu da yukarıda belirttiğim fiili koşullar nedeniyle buharlaşmış gözükmektedir. Ayrıca toplumun diğer alanlarında olduğu gibi eğitim alanında da “ekonomik, sosyal ve kültürel sermayenin” bu süreçte nasıl dezavantajlı olanlar aleyhine işlediğinin görülmesi gerekmektedir. Uzaktan eğitim faaliyetleri, klasik eğitim söyleminin “eşitlik”i sağlama, “sosyal asasnsör” işlevi görme gibi iddialarını da çökertmiş durumda.
MEB, “EBA Erişim Noktası” adı altında bilişim altyapısı olan “sınıflar” oluşturarak çözüm ürettiğini düşünüyor. Nitekim bu destek noktalarının sayısı da her gün artıyor. Ancak sadece şu ana kadar bu destek noktalarının kullanım istatistiklerini paylaşabilirlerse nasıl atıl bir çözümle karşı karşıya olduğumuzu görebiliriz. Peki, ne yapalım? Salgının ilk dönemlerinden bu yana basitleştirmenin, belirsizliği mümkün olduğunca gidermenin en büyük iş olduğunu vurgulamaya çalışıyorum. Krizi nasıl yönettiğimizin kendisi pedagojik bir süreç. Kademeli şekilde yüz yüze eğitime okul öncesi ve birinci sınıflarda başladık. Uzaktan eğitim kapsamında olanlardan ilkokulun tamamı, ortaokulun ise tamamına yakını (imam-hatip ortaokullarının bazı fark dersleri var) aynı müfredatı işliyor. Liselerde türlere göre okullar farklılaşmakta ancak türler dikkate alındığında (Fen, Sosyal bilimler, Anadolu, İmam-Hatip vs.) bu türlerin de sınırlı olduğu açıktır. Dolayısıyla müfredatı sadeleştirerek (yani bakanın da ifadesiyle seyreltmeyle) ülkemizdeki kullanım yaygınlığı dikkate alınarak “TELEVİZYON” üzerinden dersler verilmelidir. Ülkemizde Tevhid-i Tedrisat gereği standart müfredat uygulandığı için çok daha az bir maliyetle, çok daha az emek israfıyla, öğrenci ve veliyi herhangi bir ekonomik, psikolojik cendereye sokmadan ve şüphesiz bakanlığı da gereksiz ve öngörülmesi zor ve etki düzeyleri belirsiz iş ve işlemlerden alıkoyan bu uygulamayı harekete geçirebiliriz. İlkokullar, ortaokullar ve liseler için standart müfredatı TRT EBA kanalları üzerinden rahatlıkla vermek mümkündür. Ülke için haftalık program belirlenir ve rahatlıkla da uygulanır. Hatırlanacağı üzere bu sistemin kodifikasyonu da buna son derece uygundur. Zorunlu eğitimin doğum koşullarında Fransız Milli Eğitim Bakanı’nın gururla “Şu saatte bütün Fransa’daki ilkokullarda dördüncü sınıfta neler olduğunu biliyorum” ifadeleri de bunun altını çiziyordu. Peki, Televiyon üzerinden yürüttüğümüzde televizyonu olmayan aileler ne yapacak ve şüphesiz milyonu aşan eğitimcilerimiz ne yapacak? Çok basit. Şu ana kadar rahatlıkla yerel birimler, somut olarak da örneğin muhtarlar kanalıyla hangi öğrencinin/ailenin televizyona sahip olmadığı tespit edilebilirdi. Şu anda da ülke genelinde bu işin yapılması birkaç günü geçmeyecektir. İkincisi televizyonun tedariki de bilgisayar ve internet altyapısının oluşturulmasından çok daha kolay ve çok daha az maliyetli. Peki, eğitimcilerimiz ne yapacak? Eğitimcilerimiz merkezi bir planlamayla yürütülen çalışmalarla ilgili öğrencilerinin mevcut durumları, bireysel gereksinimleri ve şüphesiz istek ve beklentileri doğrultusunda besleyecek/yönlendirecek çalışmalar yapacaklardır. Bu tarz bir planlama işleri basitleştirecek, uygulamasını kolaylaştıracak, kamu diplomasisini daha etkin ve güçlü kılacak, eğitimcileri ve MEB’i de gereksiz işlerden ve baskılardan kurtaracaktır. Anlamsız, gereksiz, karşılığı olmayan bir laf kalabalığı yerine salgın öncesinin gerçekliğini, temel ilkeleri ve mevcudun imkânlarını gözeten bir sadeliğe ve sahihliğe ihtiyacımız var. Zorlaştırmayalım kolaylaştıralım, müjdeleyelim (sevdirelim) nefret ettirmeyelim, bu kadar.
Yeni yorum ekle