Can Atalay Üzerinden Hukuksuzluğa Dönüşe Hayır!

04 Şubat 2024
Image

Hapiste olan, tutuklu yargılanan bir kişinin milletvekili seçilmesine ilk defa şahit olmuyoruz.

Maalesef toplumumuz biraz balık hafızalı… Sanki böyle bir şey ilk defa başımıza böyle bir şey geliyormuş gibi düşünenler oldu Halbuki seneler boyunca sayısız kişi hapisteyken milletvekili seçilip meclise girdiler.

Bunların içinde aslında en çarpıcı olan Engin Alan…

Engin Alan 2010 yılında balyoz davasından tutuklanarak cezaevine konulmuş bir generaldi. 2011 genel seçimlerinde MHP onu hapisteyken milletvekili adayı göstermişti.

Hani şimdi “hapisteki adam nasıl olur da milletvekili adayı gösterilir! Nasıl böyle şeye izin verir YSK!” diyorlar ya; eğer bir kişinin hakkında verilen hüküm kesinleşmemişse onun milletvekilliğine aday olması önünde bir engel ne anayasal olarak ne hukuki olarak engel bulunmuyor.

Bugün en yüksek perdeden buna kızan ve tepki gösteren MHP'lilerin kendileri, hapiste olan bir kişiyi milletvekili adayı gösterip seçtirmişlerdi. Üstelik Alan seçildikten sonra 2012'de Ankara 12 Ağır Ceza Mahkemesi onu 28 Şubat süreci ile ilgili bir başka “suçtan” tutuklamıştı. 2012 yılında Balyoz davasında suçlu bulunup 18 yıl hapse mahkum edilmişti.

Engin Alan da tıpkı Can Atalay gibi 18 yıl hapse mahkum edilmişti ve cezası 2013'te benzer bir şekilde Yargıtay tarafından onaylanmıştı. Fakat 2014 yılında Anayasa Mahkemesi işte onun için hak ihlali kararı verince tahliye edilmiş ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yemin ederek meclis çalışmalarına katılmıştı.

Şimdi her şeyden önce şunu söylememiz gerekiyor: özellikle siyasi içerikli davalarda iktidarların yargıya etki ederek kendi siyasi pozisyonlarına uygun kararlar çıkarması maalesef sık sık rastlanan bir durum.

Sanki -işimize gelen ya da beğenip onayladığımız kararları alan- mahkemelerden birinin hükmü mutlakmış gibi düşünmek doğru değil.

Kararların, “mutlak doğruyu” bilip işaret eden bir devlet tarafından alındığı fikrine kapılmamak lazım.

Devlet dediğimiz de, siyasi emelleri, hırsları, zaafları, farklı ajandaları olan insanların teşkil ettiği bir yapı.

Dolayısıyla bir kişiyi iktidarın gücüyle yargıya tesir ederek hapse attırmak, onu terörist ilan etmek, anayasal rejimi değiştirmeye teşebbüs eden bir isyankar olarak görmek ve göstermek, elinde bu gücü taşıyanların maalesef tarih boyunca sık sık başvurdukları bir yöntem.

Bir kişinin hapse girmesinin onun otomatik olarak suçlu olduğu anlamına gelmediğini anlamamız gerekiyor.

Hatırlayacaksınız Recep Tayyip Erdoğan'ın bizzat kendisi de yargılanıp hüküm giydikten sonra hapse atılmıştı. Artık muhtar bile olamaz diye başlıklar atılmıştı. Ama bu pek çok benzeri gibi zamanın güç odaklarının bir operasyonuydu. Hiçbir geçerliliğinin olmadığına da yirmi seneyi aşkın zamandır şahitlik ediyoruz.

Aslında bu mekanizmalar böyle istismar edilmesin diye, ta 18. asırda yaşamış Montesquieu’dan günümüze gelen gelen kuvvetler ayrılığı prensibini kabul etmiş durumdayız.

Bir konuda hükmü yalnız başına, tek bir odağın vermesinin mutlaka eldeki gücün istismar edilmesiyle sonuçlandığını biliyoruz. O yüzden de medeni dünya, toplumu idare eden güçleri birbirinden ayırarak, bir kuvvetin kuralları koyması, diğerinin uygulaması ve üçüncü bir kuvvetin yapılanları denetlemesi şeklinde kabaca özetleyeceğimiz mekanizmalar kurmuş durumda. Son sözü de bu üç kuvvetten “yargı” söylüyor.

Hani “Türkiye Cumhuriyeti demokratik laik sosyal bir hukuk devletidir” cümlesi sıkça tekrarlanır.

Hukuk devleti olmak demek bu güçler ayrılığı prensibini kabul etmek demek.

Bunun ötesinde, mezkur kuvvetler arasında bir çatışma olması halinde, yargının hukuka dayanarak vereceği kararın yasama ve yürütmenin perspektifinden daha üstün olduğunu kabul etmek demek.

Can Atalay meselesinde ortaya çıkan fiili durum, birçok insanı endişeye sevk ediyor.

Kuvvetler arasında bir çatışma var ama hukuku en üst seviyede temsil eden anayasa mahkemesinin, yani hukukun üstünlüğü tanınmıyor.

İktidarı elinde tutan ya da iktidarın safında yer alan insanlar, ellerindeki güçle sarhoş olmuşçasına ve o güç ellerinden hiçbir zaman gitmeyecekmişçesine, kuvvetlerin birbirinden ayrılmasına üstü örtülü olarak ya da alenen muhalefet ediyorlar.

İstiyorlar ki tüm kuvvetler, halkın seçtiği tek bir adamın avucunda toplansın. Kanunu da, icraatı da, denetimi de o yapsın!

Öylesine bir güç rakiplerinin elinde olsa feryat edecekleri halde kendileri güçlüyken bunu talep ediyorlar.

Ama bu düzen, dünyanın her tarafında terk edilmiş bir düzen. Çünkü böyle, bütün güçlerin tek elde toplandığı ülkelerde mutlaka çok büyük istismarlar, adaletsizlikler, hukuksuzluklar, yolsuzluklar meydana geliyor. Çok büyük hak ihlalleri hukuk ihtilalleri oluşuyor. O ülkelerin halkları büyük acılar çekerken ülkeler her sahada ciddi problemler yaşıyorlar.

Tarih boyunca defalarca yaşanmış, her seferinde aynı şekilde neticelenmiş bir hâl bu.

Doğu masalları, “az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, bir de dönüp arkamıza baktık ki bir arpa boyu kadar yol almışız” tekerlemesiyle başlar.

Bundan yaklaşık 150 sene önce Osmanlı'da Meşrutiyet ilan edildi.

O gün bu rejim değişikliğini isteyenler, padişahın “tek adam” olması artık kabul edilebilir bir şey değildir, padişahın yetkileri sınırlanmalı, bağımsız yargı denetimine tabi hale getirilmelidir, seçimle gelen milletvekillerinin oluşturduğu bir meclis olmalı, kuvvetler ayrılığı mutlaka tesis edilmelidir diyorlardı.

Padişah artık canının istediğine bakıp “vurun bunun kellesini” diyememeliydi. İdam olacaksa bile bir mahkeme olmalı, ancak o mahkeme karar verirse padişahın kararı uygulanmalıydı. Eğer padişah haksızsa mahkeme padişaha bile, “hayır böyle bir şey yapamazsın” diyebilmeliydi.

Baştaki kimsenin kim olursa olsun, ne kadar güvendiğimiz birisi olursa olsun neticede hırslarına kapılabilecek, aldatılabilecek bir insan olduğunu, mutlaka meşverete, ortak akılla karar almaya ve denetim mekanizmalarına ihtiyacımız olduğunu çoktan öğrenmiş olmamız gerekiyordu.

Ama biz şimdi geldiğimiz noktadan baktığımızda bir arpa boyu yol almamış olduğumuzu, ya da yol almış olsak da 150 yıl önce hareket ettiğimiz noktaya geri dönmüş olduğumuzu görüyoruz.

Eğer biz bugün yaşananları, bize dayatılan ilkel düzeni sineye çekip kabul edersek yarın önümüze getirilecek inanılmaz hukuksuzluklara kapı açmış oluruz.

Kuvvetler ayrılığının ve hukukun üstünlüğünün devre dışı bırakılması, yok sayılması, oyun oynarken taraflardan birinin oyunun kurallarını keyfine göre değiştirmesi demek.

Öyle bir oyunu sağlıklı bir şekilde oynamak mümkün olamaz.

Bu yol açıldığı zaman geriye bir tek en çok korkmamız gereken şey kalır: “orman kanunu”.

Kim güçlüyse onun sözünün geçtiği, kaba kuvvetten başka hiçbir belirleyicinin bulunmadığı bir distopya!

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 80 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.