Papalagi

17 Aralık 2016

İnsan tabiatını anlamaya çalışan antropologlar, dünyanın ücra köşelerinde, her türlü gelişmişlikten uzak ilkel kabilelerin mensuplarını inceleyip, onların hayatlarını kendi modern hayatları ile mukayese etmeyi çok seviyorlar. Bu şekilde insan tabiatının sırrını, etnik ve kültürel farklılıkların insan karakterine etkilerini açıklama konusunda daha kolay mesafe alacaklarına inanıyorlar.

“Göğü Delen Adam”, Erich Scheurmann isimli Alman yazarın benzer bir çabanın ürünü olarak yayınladığı hayli popüler bir eser.

Erich Scheurmann bir antropolog değil. Ressam, yazar, oyuncu, kuklacı, öğretmen ve vaiz. 1878 Hamburg doğumlu. 1914 yılında, 36 yaşındayken, Almanların o yıllarda Büyük Okyanus’taki sömürgesi olan Samoa adalarına gitmiş. Birinci dünya savaşına burada yakalanan Scheurmann, dönerken yanında getirdiğini söylediği, yerli dilinde kaleme alınmış bir metni Almanca’ya çevirererek yayınlamış. Bu metinin, Samoa’daki Tiavea kabilesinin Tuavii’si (yani şefi) olan Agaese isimli bir şahsın kabilesine yapacağı bir konuşma olarak kaleme aldığı metin olduğunu söyleyen Scheurmann’ın tercümesi büyük ilgi uyandırmış.  

Metin, Avrupa medeniyetini yerinde ziyaret ederek “tanıyan” bir yerli kabile şefinin kendi insanlarına hitabı şeklinde kaleme alınmış. Şef, mahalli lisanlarında “papalagi” dedikleri beyaz adamı, yani Avrupalıları halkına tanıtmaya ve onları uyarmaya çalışıyor. Tabiatıyla metin, bol bol mukayeseler ve hüküm cümleleri ihtiva ediyor. 

Metni okuduğunuzda, âsude kabile hayatının sunduğu huzur ve mutluluğun karşısında, endüstrileşmiş batı medeniyetinin kötülüklerinin, yıkıcılıklarının, saçmalıklarının anlatıldığını görüyorsunuz. Endüstri medeniyetinin insan hayatı üzerinde meydana getirdiği tahribatın, kabile hayatını sürdüren insanların nazarında ne kadar korkunç olduğunu farketmeniz bekleniyor.

Metinle ilgil değerlendirmelere geçmeden söylemem gereken bir şey var: Kitabı okurken bir yapmacıklık, kötü bir kurgu yahut propaganda metni okuyor olma hissi beni rahatsız etti. Scheurmann’ın Tuavii’sinin söyledikleri, bir Samoa yerlisinden ziyade bir Alman’ın sözlerine benziyordu. Bir yerlinin kısa bir seyahat ile Avrupa’lıların hayatına böylesine derinlemesine nüfuz etmesi mümkün görünmüyordu. Ayrıca beyaz Avrupalı’nın her halinden rahatsız olan “şef” nedense onun getirdiği dinden rahatsız değildi. Hıristiyan olmuştu ve onu “eski ve saçma” inançlarından kurtarıp doğru yola devam eden kötü “papalagi’ye” bu noktada minnettardı! Geliştirdiği eleştiriler bir yerlinin geliştireceği türden eleştirilere de benzemiyordu. Daha sonra yaptığım araştırmalarda bu metnin -moda internet tabiriyle- bir “hoax” olduğu, yani aslı faslı olmayan, kurgulanmış bir metin olduğu iddialarına ulaştım. 

Bahsettiğim iddiaların sahiplerinden birisi Hollanda Max Planck Enstitüsü Psiko-Linguistik profesörlerinden Gunter Senft. Senft, Scheurmann’ın Samoa adalarına 1914 yılının Haziran ayında vardığını ama aynı yılın Ağustos ayında, yani üç ay sonra Yeni Zelandalılarca savaş esiri alındığını, 1915 yılı sonbaharında Amerika’ya gitmek üzere salıverildiğini belirledikten sonra bu kadar kısa sürede bir yerli dili öğrenmiş olmasının çok zor olduğunu söylüyor. Dolayısıyla Scheurmann’ın “kabile şefinin konuşmasını tercüme ettim” iddiasının doğru olamayacağını ileri sürüyor. Buradan vardığı sonuç da aşikâr: bu metni Scheurmann oturup bizzat kendi yazmış olmalı! 1721’de Montesquieu’nun “İran Mektupları” ile başlayan, “uzak ve egzotik topraklara seyahat eden Avrupalının seyahatnamesi” tarzındaki eserlerin önemli özelliklerinden biri eleştirilere karşı yazarlarına bir zırh sağlıyor olmaları. Eğer yazar, o uzak diyarlarda bunlar oluyor, insanlar böyle düşünüyor diyorsa aynı tecrübeleri yaşamadan onu kim eleştirebilir ki?

Neticede bende, bu kitabın bir yerli kabile şefinin otantik fikirleri değil Erich Scheurmann’ın kurgusu olduğu kanaati hasıl oldu. 

Şimdi, kime ait olursa olsun kitapta ileri sürülen fikirleri değerlendirmeye çalışalım. 

Erich Scheurmann kendisine “insanın fıtraten iyi olduğunu” ve “herşeyin kötüye gittiğini” düşünenlerin safını seçmiş görünüyor. 

“Doğal hal” diye bir şey varsa onun en el değmemiş numunesini bulacağımız yerlerden biri olan Samoa adalarında yaşayan “kabile şefini”, yerli masumiyetinin, bozulmamış fıtratın yaşayan sembolü olarak karşımıza çıkartıyor. 

Kitap ilk önce batılıların kıyafetlerinin tasviriyle başlıyor. Yerli kabile şefimiz, dejenere batılıları lüzumsuz elbiseler giymekle itham ediyor. Et ve kemikten ibaret vücudun bir kısmı açık bırakılırken bir kısmının örtülmesi gerektiği fikrini anlamsız buluyor. Kitabın yayınlandığı yıllarda Almanya’da popülerleşen ve “Freikörperkulture” ismini alan nudist kültür akımın bu görüşlere etkisi açıkça görülüyor. Kaldı ki bugün en ilkel kabilelerde bile örtünme duygusunun olduğunu, tamamen çıplak yaşayan hiçbir doğal insan topluluğunun bulunmadığını biliyoruz. Ne acı ki bu basbayağı, “ethnocentric” süsü verilmiş “eurocentric” bir bakış. Scheurmann kendi “avrupai” fikirlerini okuyucularına “masum yerli halkın” el değmemiş fikirleri diye yutturmaya çalışıyor.

İkinci kısımda Avrupalıların evleri ele alınıyor. Tuavii, Avrupalıların evlerini, kapılarını, mobilyalarını “epeyce çocukça” tasvirlerle anlatıyor. Halbuki ne kadar ilkel olurlarsa olsunlar, yerlilerin -mesela- “kapı” konseptini bilmemeleri, onu “barınağa girmek için büyük bir güçle itmek gereken ağır tahta kanat” diye tanımlamaları beklenemez (s.27). O yıllarda yaygın olmasa da Samoa adalarında telefonun bile kullanıldığı biliniyor. Telefon görmüş bir insanın, bir kapı zilini süslü bir kadın memesine benzeterek tasvir etmesi son derece anlamsız (s.28). Bunun ötesinde Tuavii’nin tarif ettiği türden, mutfağı, oturma odaları, yemek salonları, banyoları ayrı olan evler, o dönemde çok az insanın oturabildiği zengin evleri. Mesela oğullarını o devirde Samoa adalarına gezmeye gönderebilecek kadar zengin Avrupalılar’ın oturabileceği türden evler bunlar! Avrupa’ya seyahat eden bir yerlinin görebileceği türden evler değil!

Üçüncü kısımda Tuavii, Papalagi’nin tanrısı olmuş dediği parayı ele alıyor. Aslında Scheurmann, Hıristiyan ahlakı perspektifinden bir kapitalizm ve özel mülkiyet eleştirisi yapıyor da denilebilir.

Sonraki kısımlarda bu sefer Avrupalı adamın zaman, diyet ve meslek takıntıları ele alınıyor. Scheurmann kendi toplumuna yöneltmek istediği tüm eleştirileri kurgusal kabile şefine söyletiyor.

İktisadi, siyasi yahut kültürel buhran zamanlarında yazıya başarken bahsettiğim eksenlerde yapılan tartışmalar hız kazanıyor. Bir taraf işlerin kötüye gitmesinin sebebini fıtrattan, şanlı atalarımızın mirasından, özünde iyi olan tabiatımızdan uzaklaşmamıza bağlarken diğer taraf eskinin tortularından tam olarak kurtulamamıza, yeterince gelişemememize, reform gerçekleştirmede eksik kalışımıza bağlıyor. 

Göğü delen adam, yani Papalagi bir Avrupa’lı fantezisi. Alman müellifinin kafası birçok çağdaşı gibi oldukça karışık. 

Bir yandan tabiata müdahalelerle hayatın akışını değiştiren teknolojik ilerlemeler, diğer yanda o ilerlemeler hatırına tahrip edilen tabiat. 

Bir yanda fıtraten iyi iken dejenere edilen nesiller. 

Öte yanda potansiyel kötülükleri eğitimle, yakın takip ve gözetimle, cezalandırma araçları gibi unsurlarla kontrol altına alınan insanlar. 

Hangi tarafta yer almalı? 

Bu soru, sanıyorum cevabı hiç de belirgin ve kolay olmasa da insanlık var oldukça tartışılmaya devam edecek bir soru.  

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 2,457 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.