Giriş/ Bölgenin Kısa Soykütüğü
2020 Mayıs’ının son günlerinde bunca yaşanan şeylerden sonra bir Suriye yazısı yazmak ve gerçeğin fotoğrafını çekmek gerçekten çok zor. Çünkü bu gerçek hem yazana hem de okuyana acı verecek. Ayrıca kangrene dönmüş bedenlerin bile ticari bir metaya dönüştüğü, acı ve zulmün bin bir türlüsünün yaşandığı, haklılık ve mazlumiyetin lanetlenen intikam duygusu ile kirletildiği, hiçbir değer ve ilkenin kalmadığı bu günlerde, kemikleşen tarafgirlik, onur, erdem, kardeşlik ve hakkaniyet duygusunu da yok etmiş durumda. İşte böyle bir ortamın ve öncesinin fotoğrafını çekmek bir yaraya merhem olmasa, bugünün sıcak ortamında adalet vurgusu tarafları memnun etmese de tarihe tanıklık etmek her hakkaniyet sahibinin görevi olsa gerektir.
Suriye/Arz’ı-Şam ve Mezopotamya ovaları olarak adlandırılan bu bölgenin batısını Akdeniz, kuzeyini Toros ve devamı dağlar kuşatırken, güney ve doğusu ise çöllerle çevrilidir. Ancak bu çöl ve dağlar bölgeyi düşmanlarından koruyacak, ovaya inmelerine engel olacak bir sur işlevi görme yerine düşmanlarını gizleyen bir örtü görevi de göre gelmiş, buralardan gelenlerin akınlarıyla bu ovalar çoğu zaman kan gölüne dönmüştür.
Bu bölge merkezi konumu, verimli toprakları, zengin yer altı kaynakları, yaşanılır iklimi, dünyanın her yanına kolayca ulaşılabilirliği nedeniyle tarihin ilk çağlarından itibaren insanoğlunun gözünü diktiği ve yaşamak için hayalini kurduğu bir bölge olagelmiştir. Bölge her milletten insana “vatan” olduğu için bugün bile rengârenk bir demografik yapıya, etnik ve dini çeşitliliğe sahiptir. Ancak bu nitelikleri onun acılı tarihinin sebebidir de. Bu yüzden bu ovalar Romalılardan, Moğollara kadar pek çok güçlü toplumun içinde kaybolup gittiği kadim bir mezarlıktır da… Kısacası bu bölge, tacirleri, verimli ovaları ve tarım ve ticarete dayalı yerleşik hayatıyla, kendi kültürünü oluşturarak geleni içinde eriten, ancak her birinden de bir tat bırakan dev bir kazan gibidir.
Bu coğrafya önemli medeniyetlere, kadim kültürlere beşiklik yaptığı gibi güçlü imparatorlukların kendilerini sınadıkları, ele geçirmek için birbiriyle yarıştıkları, bu nedenle büyük savaşların yaşandığı, Romalılardan, Moğollara pek çok güçlü toplumun içinde kaybolduğu, tarihe yön veren önemli bir bölgedir de. Buralar, verimli ovalara sahip olsa, tarıma dayalı yerleşik hayat kendi kültürünü oluştursa da binlerce yıl boyunca bu coğrafyanın asıl rengini ticaret belirlemektedir. Burası, ticaretin özellikle de uluslararası ticaretin ilk vatanı ve ilk uluslararası merkezidir.
Kendisi de çok geçmeden bu ovalarda kaybolup gidecek olan Asur kralı Sanherib, bu ovalara indiğinde şöyle der: Kentin alanlarını, boğazladığım insanların cesetleriyle doldurdum. Kenti ve evleri yaktım, yıktım. Temelinden çatısına kadar parçaladım. Tuğla ve kerpiçten tapınak kulelerini, tapınakları ve tanrıları yerle bir ettim. Buna rağmen benim yönetimime boyun eğmedi. Güçlü duvarlarla çevrili kentlerinden kırk sekizini ve sayısız köyünü kuşatıp ele geçirdim. Rampalar yaptırdım, piyadelerle saldırdım. Onu kafese kapatılmış bir kuş gibi hapsettim.”
Buranın verimli ovaları her milletten insanın kanı ve kemiği ile yoğrulup, harmanlanarak farklı etnik ve dini yapıların ortak vatanı haline gelmiştir. Ancak bu ovaların güneyi ve doğusu her an kendisini ateşi ile kavuracak çöllerle, kuzeyi de üzerine devrilecekmiş gibi duran aşılmaz sıradağlarla çevirili olduğu içindir bu ovaların başı, imparatorlardan çok (Çünkü bölge halkı az çok bu egemenlerin dilinden anlıyor.), asıl çevresindeki çöl ve dağlardan gelen göçerlerle belaya girmiştir. Çünkü onlar bu ovaları işgal için değil talan için kullanmışlar, yakıp yıkıp tekrar çöllerine dönmüşlerdir. Bu yağma ve talana rağmen herkesin yeri yurdu az çok belli olduğu için ovalı ovasında, bedevi çölünde kendi hayat algılarına göre yaşamaya devam etmiştir. Bu nedenle ovadaki insan, var olabilmek için güce/ordulara yaslanmak, çöldeki/dağdaki ise ordulardan uzak durmak durumundadır. Ancak bölgenin cazibesi herkesi kendisine çekmektedir.
Bölgenin bu özelliği, sadece devletleri değil, zenginlik ve refah arayan her milletten insanı/ taciri de cezbetmiştir. Dini ve etnik kökeni ne olursa olsun pek çok tüccar bu bölgeyi binlerce yıldır kendilerine ya mesken edinmiş ya da hedef “pazar” bellemişlerdi. Pazar olmanın en temel şartlarından birincisi üretimdir; bu açıdan bölge aynı zamanda tarım ve sınai üretiminin/el sanatlarının da merkezidir. Tarım, ticaret ve sınai üretim yerleşik olmayı, düzen ve istikrarı kendisinin varlık nedeni olarak görür. Güven ve güvenlik onlar için adalet ve özgürlüklerden önce gelir; çünkü kaybedecek şeyleri vardır. Bu nedenle uzlaşmacıdırlar, daha doğrusu kendilerini ve çıkarlarını koruyacak güçlü otoritelerden yanadırlar. Uzlaşmacılıkları paylaşımdan, adil olandan ve haktan yana olmaktan çok menfaat odaklıdır. Başkalarına/ ötekine olan müsamahaları çıkarlarıyla doğrudan orantılıdır. Bu nedenle asıl uzlaşma, gücü/silahı/ otoriteyi elinde bulunduranlarla yapılmaktadır. Çünkü çıkarın, asıl koruyucuları bu egemenlerdir. Bundan dolayıdır burası henüz özgürlüklerle tanışmamıştır veya başka bir ifade ile özgürlükleri, çıkarlarının ve egemenlerin izin verdiği kadardır desek sanırım abartı yapmış olmayız. Çünkü onlar özgürlüklerin değil, refah ve zenginliğin peşindedirler. Elbette mevcut zenginliklerinin korunması en temel öncelikleridir ve bunu da fazla bir bedel ödemeden, özellikle de kazanımlarını riske etmeden elde etmek isterler.
Bu nedenle burası isyandan çok itaatin ülkesidir. Gözü kara bir şekilde kralların arkasından yürüyen insanların vatanı olduğu gibi dünya nimetlerinin kendileri için olduğunu bilen insanların yaşadığı ender coğrafyalardan biridir de. Çabucak başkasına benzedikleri gibi başkalarını da çabucak kendilerine benzetirler. Bundan dolayıdır kralları da kendileri gibidir, değilse bile çok geçmeden kendileri gibi olurlar. Tarihin şahitlik ettiği gibi Moğollar ve Romalılar olmak üzere pek çok işgalci güç, güçlü ordularına ve karmaşık devlet yapılarına rağmen bu topraklarda kaybolup gitmişlerdir. Yüz, yüz elli yıl öncesine kadar da bu bölge de hayat bu şekilde aka gelmiştir.
Ancak başta modernleşme, teknolojinin gelişmesi, çöllerin ve dağların kolay ulaşılır yerler haline gelmesi ve bölgenin onlarca devletçiğe bölünerek oluşan yapay sınırların bölgeyi yarı açık cezaevine dönüştürmesi olmak üzere pek çok yeni sorun, göçerlerin/bedevilerin çöllerinde ve dağlarında yaşama imkânları ellerinden aldı. Onlar da çöllerinden çıkarak zaman zaman talan ettikleri bu toprakları vatan bellemek durumunda kaldılar. Ancak ne yerleşik hayata geçebildiler ne tam olarak çöllerdeki hayat anlayışlarını sürdürebildiler, ne de ova sakinleri ile kaynaşabildiler. Sorunlar kuşaktan kuşağa aktarılarak devam ede geldi.
Göçerliğin/bedeviliğin alamet-i farikası, somut/şekilci bir dil ve din algısına sahip olması, üretmeyip tüketmesi yanında, bir bölge/toprak aidiyetinin olmamasıdır. Ancak sürüsünü doyurabildiği sürece o topraklarla bir ünsiyet oluşturabilir. Onun toprakta gözü olmadığı için, sürülerinin otladıkları otlakları çöle dönüştürmeden önce bu otlakları nasıl korurum, nasıl daha verimli hale getiririm diye düşünmez. Bir otlaktan diğer otlağa gezer durur.
Sürüleri elinden alınan ve çöllerinden sürülerek/çıkarak ovadaki şehir ve kasabalara yerleşen göçerler buralarda da kabile ve koloniler halinde yaşamaya başlamışlardır. Bu durum yeni bir çatışma alanı doğurmuştu. Önceden talanını yapıp çölüne veya dağına dönen bedevi/göçer, artık geri döneceği bir ovası ve dağı kalmadığından, bulunduğu yeri çöle dönüştürmeye, çöl hayatını, çöl düşünme biçimini buralara taşımak durumunda bırakılmıştı. Bu konuya daha sonra tekrar döneceğiz. Biz tarihi süreci takip etmeye devam edelim.
Bu bölge, uluslararası bir panayıra benzese da aynı zamanda bir milletler mezarlığı görünümündedir. Buranın toprağı her milletten insanın kanı ve kemiği ile yoğrulup, harmanlanarak özgün halini almıştır. Üstelik bu durum binlerce yıldır böyledir. Bu nedenle bu bölgenin pek çok merkezi/ başkenti vardır. Siyasi ve ekonomik güç tarih boyunca bunlar arasında gidip gelmiştir. Hepsi canlılıklarını sürdürmekle birlikte her dönem bir veya ikisi ön plana çıkarak ticari, siyasi ve kültürel merkezler haline gelmişlerdir. İki bin yıl öncesinde merkezi şehirler, Kudüs, Antakya, Lazkiye/Ugarit ve Urfa/Harran olsa da çok geçmeden bu şehirlere Şam ve Halep de eklendi. Daha sonraki yıllarda ise Beyrut/Lübnan ve Antep de ticari bir merkez olarak dikkat çekti.
Bu şehirleri içine alan bölge, yakın bir zamana kadar daima aynı siyasi yapının içinde yer aldı. Bu bölge İslami dönemde Bilad-i Şam olarak ifade edilirdi, Bu bölgede ilk siyasi anlamda coğrafi bölünme Birinci Haçlı Seferleri sonrasında ortaya çıktı. Antakya ve Lazkiye ve bugünkü Lübnan’ın bir kısmını da içine alan bölge yaklaşık 180 yıl Avrupa/Vatikan destekli bir Hıristiyan prensliğin kontrolünde kaldı. Bölgedeki Müslüman nüfus ya göç etmek zorunda bırakıldı veya dini asimilasyona tabi tutuldu. Yeni anlayışlar ve dini fırkalar tezahür etti. Dürzilik ve Nusayrilik bölgeye o yılların bir yadigârıdır. Bu anlayışların fikri temelleri daha önceki yıllarda Bağdat, Küfe, Basra gibi şehirlerde atıldığı iddia edilse de bölgeye yerleşmesi ve burada dal budak salması bu Frenk prensliği döneminde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bugünkü sıcak çatışmalarda ve bazı dini, mezhebi ve fikri problemlerde o yılların izi söz konusudur. İşte bölgenin bugünkü bazı temel sorunlarının ilk tohumları o dönemlerde atılmış ve oralardan bu günlere taşınmıştır.
Bölgenin parçalanmışlığına ve bu gayri Müslim Hıristiyan prensliğe/ devlete yaklaşık 900 yıl önce Selahaddin Eyyubi son verdi. Bütünlük yeniden sağlandı. Sosyolojik tahribat bir ölçüde giderildi. Bu bütünlük Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar devam etti. Birinci Dünya Savaşının galibi İngiltere, Fransa ve ABD’nin başını çektiği Hıristiyan blok bu bölgeyi yeniden dizayn etti. Antakya, Halep, Beyrut ve Kudüs devletler bazında birbirinden ayrılsa da Kudüs’ün hazin öyküsü bir yana, bu şehirlerin kültürel birlikteliği hala devam etmektedir. Ancak bölgenin uluslararası ve bölgesel ticari merkez olma misyonu sona erdi. Bununla birlikte bölge halkı genlerine yerleşmiş tacir olma özelliklerini yerel ölçekte de olsa sürdürmeye devam ettiler. Ticari kariyerlerini ve varlıklarını oluşturulan yeni devletçiklerde başa getirilen diktatörlerle uzlaşarak sürdürmeye çalıştılar.
Ancak buna rağmen 20.yy’a kadar bölgenin demografik yapısı, etnik ve dini sosyolojisinde önemli bir değişme olmadı. Hangi dini yapı ve etnik kökenden olurlarsa olsunlar, tüccarlar ticaretlerini, çiftçiler tarlalarını sürmeye devam ettiler. Ne Roma/Bizans, İran/pers ne de Müslümanlara ait devletler bu yapıyı bozmadılar/bozamadılar. Demografik bozulma, dini ve etnik farklılaşma daha çok yönetim kadrolarında yaşandı.
20.yy. her boyutu ile bir ayrışma, parçalanma ve çatışma yüzyılı oldu. Bölgenin demografik yapısı altüst oldu. Binlerce yıl bu coğrafyada birlikte yaşayan farklı etnik köken, anlayış ve inanıştaki insanlar birbirini boğazlamaya başladılar. Milliyetçilik cereyanları ve ulusal devletler, ötekileştirmeyi, ayrışmayı ve düşmanlığı körükledi. Farklı anlayışlardan ve dinlerden milyonlarca insan yerlerinden yurtlarından edildi ve tarihi demografik doku bozuldu. Milliyetçilik, sosyalizm, komünizm gibi yeni fikri cereyanlara göre insanlar kendilerini yeniden tanımladı. Yeni kutuplaşmalar, yeni paktlar oluştu. Sadece bu bölge veya Müslüman coğrafya değil, tüm dünya bu yapay anlayışlarla yeniden kuruldu. Ancak bu yeni dünyada farklılığa ve farklı kalarak yaşamaya imkân yoktu. Dolayısıyla bu yeni anlayış kimseye huzur getirmedi. İki dünya savaşı ve yüzlerce bölgesel savaşta, binlerce yıllık tarih yok olurken on milyonlarca insan telef edildi.
Allah razı olsun abi…
Allah razı olsun abi. Bölgedeki sıkıntıların çözümünde inşaallah bir yol gösterici olur.
Selamun Aleykum abi yazının…
Selamun Aleykum abi yazının bitiminden arkası var gibi geldi. Çünkü giriş cümleniz çok iddialıydı....
Kıymetli hocam yüreğinize…
Kıymetli hocam yüreğinize kaleminize sağlık. Aslında bakir bir konu hatta kimsenin dokunmadigi veya dokunamadigi veya dokunmak istemediği bir konu. Son zamanlarda Suriyelilere karşı oluşan tepki nedeniyle malesef artık yetim kalan Bilâd-i Şamı ve asil parçası olsan Suriye'yi yazmak kanaatimce ayrıcalıktır hatta cesaret ister. Merakla yazılarınızı bekliyoruz hocam .
Yeni yorum ekle