Esed /Baas Rejimi: Batının Müslüman Dünyadaki Pazusu
Emeviler döneminde Şam/ Dımaşk’ın merkezi bir konum kazanmasının ve yüz yıla yakın bir süre başkentlik yapmasının üzerinden yaklaşık 1300 yıl geçti. Şam, ikinci merkezi konumunu Birinci Dünya Savaşının arkasından, Batılıların bölgeyi işgal etmesi sonrasında gördü ve 20.yy’ın ilk çeyreğinde Batılı sömürgecilerin çabalarıyla oluşturulan Suriye Devletinin başkenti oldu.
Tarih boyunca bu bölgede şu anki Suriye devleti sınırlarını da içine alan irili ufaklı pek çok devlet kuruldu. Bu topraklar, Moğollar, Haçlılar, Timur ve 20.yy’ın başlarında modern haçlılar (başını İngiltere ve Fransa’nın çektiği Batılı emperyalist ülkeler) olmak üzere pek çok işgali gördü. Birinci Haçlı seferi ve Birinci dünya savaşı sonrası gerçekleşen işgaller, Müslüman toplulukların en güçsüz dönemlerine denk geldiği için yıkımı ve etkisi de çok fazla oldu. En uzun süreli işgaller de bu süreçlerde yaşandı.
Özellikle Birinci Dünya Savaşından sonra Müslüman coğrafyadan “bağımsızlaştırılarak” oluşturulan Şam merkezli yeni devlet, kurulduğundan bu yana hem kendi halkı hem de bölge halkları için bir sıkıntı kaynağı ve sorun olmaya devam edegeldi. Her ne kadar devlet yöneticileri ve Sünni elitleri, yeni Suriye Devletini olumlasalar ve “görkemli” Emevi tarihi ile ilişkilendirmek için “İkinci Emevi Devleti” olarak isimlendirseler de yeni devletin misyonu birlik beraberliği sağlamaktan çok toplumları ayrıştırmak ve İslami kökenlerine yabancılaştırıp düşmanlaştırma şeklinde tezahür etti.
Emevi hanedanlığı, bütün Müslüman coğrafyaya hükmederken, egemenliğini Suriyeliler eliyle sağlıyor, diğer bölgeleri bastırmak için Suriyelileri demir bir sopa olarak kullanıyordu. Suriyeliler de hanedanlık süresince demir sopa olmanın nimetlerinden yararlandılar. Ancak şimdi Suriye’nin içindeki küçük bir Nusayri azınlık, genel Suriye halkı için demir bir sopa olarak kullanılıyor ve elbette nimetlerinden de yararlandırılıyorlar. Nusayriler kadar olmasa da başta Dürziler ve gayri Müslim azınlıklar ve sistemle işbirliği içine giren bazı Sünni gruplar da işbirliklerinin etkisi oranında sistemden nemalandılar. Ancak Nüfusun büyük ekseriyeti, en az yüzde altmışı, devletin lütfu ile değil daha çok gazabı ile karşı karşıya kaldılar.
Nasıl ki çeşitli siyasi ayak oyunlarıyla bir karşı darbe ile iktidarı ele geçiren ilk Emevi sultanı Muaviye, -uygulamalarında çok açık bir şekilde görüldüğü gibi- muhaliflerini, ikramlarda bulunarak “ikna etmeye” çalışırdı, ikna olmayanları da kılıç zoru ile “ikna ederdi”(!) ise, Batı destekli Hafız Esed’in Suriye’si de “ikinci Emevi devleti” unvanını hak edecek şekilde aynı “ikna” yöntemlerini uyguluyordu. O da daima aynı elinde, aynı anda, havuç ve sopayı birlikte tutarak “tebaasını” ikna ediyordu. Muaviye’den farklı olarak öteki eliyle de Batılı egemenlere yaslanıyordu. Esed’in uygulamaları bunun örnekleri ile doludur. 1970’te Hava Kuvvetleri Komutanlığı ve Savunma Bakanlığı şapkasını taşırken Fransa, İngiltere, Suud, Libya ve İsrail’in (tabi, İsrail’in, ABD demek olduğunu da atlamadan) desteği ile Baas Partisini ve İktidarı ele geçirmesi bu özelliğine güzel bir örnektir.[1] Lazkiye doğumlu ve inancının merkezinde Hz Ali’nin ilahlığı olan Nusayri kökenli Hafız Esed, özellikle ülke içi muhalefeti sindirmede Muaviye’nin taktiklerinden oldukça yararlandı.
Esed, kendisini göreve getirenler dışında iktidarını kimse ile paylaşmadı, ancak iktidarının sarsılmaması için bazı dini ve etnik gruplara bazı “küçük ikramlar”da bulundu. Gerçekten Muaviye gibi ikramları boldu, ancak ikramda bulunduklarının kendisine itaatte kusur etmemeleri gerekiyordu. Bu kusurlar sadece ikramların sonunu getirmiyor, varlıklarının da son bulmasına neden oluyordu. Yani Muaviye gibi sadece ikramı değil, gazabı da şiddetli idi; 1982’deki Hama katliamı hala insanların hafızalarında ve rüyalarında bir karabasan gibi korku salmaya devam etmektedir. Öyle ki, kırk bin ölü, bir o kadar kayıp ve mahpus, iki milyona yakın sürgün ve tarihten silinmiş bir şehir… 15 milyon nüfuslu bir ülke için ne büyük bir kıyımdı bu. Yaklaşık kırk yıldır gurbette yaşayan ve bugün nüfusları 3 milyonu bulan Hama muhacirler için hayat dram üstüne dramdı. Kimse Esed’ten bu katliamın hesabını sormadı. Bu muhacirlerin kaçtıkları yerlerde de Esed korkusu yakalarını bırakmadı.
Esed’in yeni Suriye Devleti’nin iç örgütlenmesi de yine Muaviye’deki gibi iç içe giren halkalardan oluşuyordu ve en merkezi yerde kendi aşireti yer alıyordu. İstihbarat yapılanmaları, özel askeri birlikler ve ekonomik tekeller bu çekirdek kadronun elindeydi. O da Muaviye gibi oğlunu yerine veliaht tayin etmişti. İtina ile yerine hazırladığı oğlu bir trafik kazasına kurban gittiyse de, Batı üniversitelerinde eğitim gören diğer oğlu Beşşar da “yanlış bir tercih sayılmazdı (!)”.
Şimdi Beşşar iktidarda. Gülen batılı yüzü “Arap Baharı” ile epey soldu. Derin Emevi/Nusayri çekirdek kadrosu, kendisine dışarıdan/Türkiye’den yapılan nasihatleri kulak arkası etmesi gerektiğine onu ikna etmişti. Çünkü uzlaşmayı ve iktidarını kendi halkıyla paylaşmayı reddederek halkına karşı savaş ilan etti. O, şu an, başındaki Nusayri şapkası ile tıpkı Muaviye’nin oğlu Yezid gibi babasını aratmayacak, hatta onu gölgede bırakacak şekilde katliamlar yapmakta, her gün onlarca Hüseyin’i katletmeye devam etmektedir. Protestoların başladığı ilk aylarda halkına attığı her bomba, katlettiği her çocuk iktidarını zehirliyor ve muhalif olanların sayısına bir yenisini ekliyordu. Esed/Baas rejimi düştü düşecekti. Rejim, “özgür dünyada” da itibarını kaybetmek üzereydi. Müslim, gayri Müslim pek çok kişi ve grup/toplum onların kazanması için dua ediyor, maddi manevi destekte bulunmaya çalışıyordu. Ancak bölgede ortaya çıkan ve hala gizemini koruyan iki gelişme bunu engelledi.
Bu iki önemli gelişmenin birincisi “Suriye muhalefeti”nin silahlanması, ikincisi ise IŞID/DEAŞ’ın ortaya çıkmasıydı. Protestoların ilk dokuz ayında (ayaklanma kelimesini bilinçli olarak kullanmıyorum, çünkü olan bir ayaklanma değildi.) muhalifler özenle silah kullanmaktan kaçınıyorlardı. Bölgedeki kendi şahitliğimden de biliyorum ki, Türkiye’de muhalefeti silaha başvurmamaları konusunda sürekli uyarıyordu. Ancak nasıl olduysa oldu, eylemlerin birinci yılıyla birlikte muhalifler de rejim güçlerine karşı silah kullanmaya başlamış ve Suriye’deki olaylar yeni ve çok tehlikeli bir evreye girmişti.
Arap Kızılelması: Dinden Soyutlanmış Milliyetçilik
Bugün Suriye’de “ne oluyor?” sorusunun cevabını verebilmek için, bugünkü Suriye’nin sosyolojisine, ideolojik ve kültürel kodları ile demografik ve siyasi yapısına kısaca bir göz atmamız gerekiyor. Çünkü Türkiye’de pek çok kişi yaklaşık bir yıl öncesine kadar “her şeyin güllük gülistanlık olduğu” Suriye’de ne oluyor, hatta haklı olarak “Türkiye ile ortak Bakanlar Kurulu toplayacak, “ortak bir devlet kuracak” kadar sıcak ve yakın ilişkiler içinde olan Suriye’de bu katliamlar birden bire nerden çıktı, nasıl başladı?” diye soruyor. Bildik pek çok senaryo da tam bu noktada devreye sokuluyor ve insanlar bu senaryolara göre konuşmaya ve tarafını seçmeye başlıyorlar. Bu nedenle çatışmalar öncesi Suriye’si hakkında bilgi sahibi olmak, hem olanları anlamamıza hem de bu senaryoları doğru okumamıza yardımcı olacaktır. Ama önce Esed rejimini gereği gibi anlayabilmek için Baas Partisini ve ideolojisini, Baas Partisini anlamak için de bölgedeki Arap milliyetçiliği ve bu milliyetçiliğin temel özelliklerine vakıf olmamız gerekir.
Çünkü son yüzyılda, Arap Coğrafyasında, özellikle Suriye ve Lübnan’da yaşayan Müslüman halkların ya İslam’la bağları koparılarak seküler bir dünya görüşüne sahip olmaları sağlanmış ya da İslam, Arap kültürünün bir alt öğesine indirgenmişti. En dikkate şayan olan şey ise Arap milliyetçiliğinin bu bölgede, Kuzey Afrika’dan farklı olarak Osmanlı/ Türk düşmanlığı şeklinde tezahür etmesiydi. İşte Esed rejiminin dokusunu oluşturan Baas Partisinin ideolojisi İslam’ı dışlayan laik, sosyalist (zaman zaman Marksist) temelde bir Arap Milliyetçiliği üzerine kurulmuştu. Şimdi kısaca bölgenin milliyetçilik hikâyesine bir göz atalım.
Her şey Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’a vali olarak atanması ile başladı. İmparatorluğun içinde bulunduğu kriz ortamını fırsat olarak gören Kavalalı, Padişaha isyan ederek Mısır’da kendi hanedanlığını tesis etmişti. Arkasından oğlu İbrahim Paşa komutasında bir orduyu bu bölgeye göndererek 1832’de bu toprakları da hâkimiyeti altına almıştı. Böylece Suriye dediğimiz coğrafya, Mehmet Ali Paşa’nın Batı ile olan yakın işbirliği nedeniyle hızlı bir şekilde Avrupa’nın kültürel ve fikri etki alanına girmişti. Batı, bu bölgede misyoner okulları ve bir takım siyasi ve fikri örgütler kanalıyla beşinci kol faaliyetlerine hız vermiş, Osmanlı karşıtlığında epey yol alınmıştı. Ortaya çıkan fikri ve siyasi ayrılıklar dini bir mozaiki andıran bölgeyi din ve mezhep çatışmalarının merkezi haline getirmişti. Kavalalı’nın işgal ettiği yerleri geri almak isteyen Osmanlı kuvvetlerinin 1839’da Nizip Savaşı’nda Kavalalı kuvvetleri karşısında yenilgiye uğramasından sonra, gelinen durumu, zamanlama açısından sorunlu gören ve kendi çıkarlarına uygun bulmayan Avrupa devletleri, tabi özellikle İngilizler, Mehmet Ali Paşa’yı Mısır ile yetinmesi konusunda ikna ederek bölgenin yeniden Osmanlının hâkimiyetine girmesini sağlamışlardı.
Batılı devletlerin yardımıyla bölgede kontrolü yeniden sağlayan Osmanlının, Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) Fermanları ile Hıristiyanlara ve diğer dini azınlıklara eşit vatandaşlık hakkı vermek durumunda kalması, hem bölgenin yeniden şekillenmesine hem de Arap milliyetçiliğinin yaygınlaşmasına neden olmuştu. Bu durum bölgedeki din merkezli çatışmaların fitilini de ateşlemişti. Her çatışma ayrışmayı daha da belirgin hale getirmişti.
Bu çatışmaların önüne geçmek veya Müslüman tebaayı Batı etkisinden uzak tutmak için II. Abdülhamit’in uygulamaya koyduğu “İslamcılık” politikası da ayrışmayı daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramamıştı. İslami bağları ve değerleri öne çıkararak Arapları İmparatorluğa bağlamayı hedefleyen bu projenin yeni bir stratejik kimlik ve zihniyet oluşturma gayreti Arap milliyetçiliğinin bölgeye yayılmış olması nedeniyle başarısı sınırlı kalmıştı. Liderliğini Hıristiyan Arap entelektüellerin yaptığı Arap milliyetçiliği hareketi, bu dönemde Müslüman Araplardan beklediği desteği göremese de milliyetçiliğin tartışılır olması sağlanmıştı. Özellikle II. Meşrutiyet’in oluşturduğu özgür ortamdan yararlanan Arap milliyetçileri, ayrılıkçı fikirlerini toplumda daha kolayca yayabilme imkânına kavuşmuşlardı. Çünkü bölge oldukça kalabalık bir gayri Müslim nüfus vardı.
Ayrıca II. Abdülhamit’in İslamcılık fikrinin tasfiye edilip Türkçü ideolojinin ön plana çıkarılması çatışmaları daha da alevlendirmiş ve Arap milliyetçiliğini daha ileri bir evreye taşımıştır. Ülkede gelişme gösteren milliyetçi fikirler, Arap aydınlarını etkileyerek Arap milliyetçiliğine dayalı bir muhalefetin gelişmesine zemin hazırlamıştır. Bu durum aynı zamanda Osmanlının son yılları ve sonrasındaki Türk milliyetçiliğini de tetiklemiştir. Batı’nın bölge üzerindeki ağırlığı özellikle eğitim ve kültürel alanda da etkilerini göstermişti. Örneğin Arap milliyetçiliğinin mimarı olan Lübnanlı Hıristiyan entelektüel sınıfın ortak noktası gayrimüslim tüccarların finanse ettiği yabancı misyoner okullarında ve sonrasında da Fransa’da eğitim görmüş olmalarıdır. Bunlar arasında 1847’de ABD’nin kontrolünde kurulmuş olan Arap Edebiyatçılar Derneği ulusal bilinçlenmede kıvılcım etkisi yaratmıştır. Şam, bu dönemde milliyetçi örgütlenmelerin merkezi konumundaydı ve edebiyat ve siyasette aktif onlarca dernek Arap milliyetçiliği temasını topluma ulaştırmak için bu şehri bir üs olarak kullanıyorlardı. 1866’da kurulmuş olan Suriye Protestan Koleji, Nazif Yazıcı, Butros Bustani ve Abdurrahman el-Kevakibi gibi Arap milliyetçiliğinin öncülerini çıkarmıştı. Bu dönemde dikkat çeken önemli bir nokta ise, Arap milli hareketinin ekseriyetle Hıristiyan Araplar tarafından benimsenmiş olduğudur. Bustani'nin kurduğu cemiyetin, 1880'de “Arap Milletinin Beyannamesi” adı altında yayınladığı bildiride, Müslüman olan ve olmayan tüm Araplar, Türklere karşı, ayaklanmaya çağırılmıştı.
Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlı’yı yöneten İttihat ve Terakki Partisi, Suriye Arap toplumunun sadakatinden şüphe duydu ve Cemal Paşa’yı olağanüstü yetkilerle donatarak bölgeye gönderdi. Cemal Paşa bölge valisi olmanın yanında Şam’da konuşlandırılan IV. Ordu’nun da Komutanıydı ve Paşa, bazı Arap liderlerinin, İngiliz ve Fransızlarla işbirliği yaptıklarından şüphe ediyordu. Bu şüphesi onu, bölgede oldukça sert bir yönetim uygulamasına neden oldu. Bu kişilere karşı da çok sert davrandı. Suriye’nin ve Lübnan’ın en büyük ailelerine mensup 32 kişiyi vatana ihanet suçuyla yargılatarak idam ettirdi. İdamlar, Osmanlı yasaları gereği Padişah’ın onayından sonra infaz edilmesi gerekirken, Paşa buna gerek duymadı. Padişahın, hatta İstanbul yönetiminin bile bu idamlardan haberi yoktu. İdamlar, Arap toplumunda infiale neden oldu ve toplum idam edilenlere şehit muamelesi yaptı. Bazı kesimler idamlar nedeniyle halkı isyana çağırdı. Lawrence, birkaç yıl sonra yazdığı anılarında Cemal Paşa’nın politikaları için; “Suriye’deki tüm sınıfları, koşulları ve inançları birleştirerek ortak bir sefaletin ve korkunun baskısı altına almıştı. Böylelikle de planlı bir isyanı mümkün hale getirmişti.” şeklinde yorumda bulunmuştur. 27 Haziran 1916’da Mekke emiri Şerif Hüseyin, İngiltere ile yaptığı gizli anlaşma gereğince Osmanlıya karşı ayaklanma başlatınca, bölge yeni bir döneme girmiş oldu. 1918’de Hicaz’da konuşlandırılan Arap ordusunun desteğiyle taarruza geçen İngiliz birlikleri, Suriye’de 400 yıldır var olan Osmanlı egemenliğine son vererek bölgeyi işgal etti. 30 Ekim’de Osmanlı Devleti, Mondros Mütarekesi’ni imzalayarak harpten çekildiğini açıkladı.
Bölgenin işgalinin ardından İtilaf Devletleri’nin bağımsız devlet vaadiyle Şerif Hüseyin, oğlu Faysal’ı, Şam’a gönderdi. Faysal, İngiltere’nin desteğiyle bölgedeki ilk Arap hükümetini kurdu. Bu hükümet, Arap milliyetçileri tarafından bağımsızlık yolunda atılmış ilk adım olarak değerlendirilerek desteklendi. Aslında desteklenen İngilizlerdi. Bu destekler Batılıların bölgede yerleşmelerine neden oldu. İngiltere bir yandan Araplara bağımsızlık vaatlerinde bulunurken bir yandan da diğer güçlü ülkelerle birlikte Osmanlının nihai paylaşım hesaplarını yapıyordu. (1916’da yapılan gizli Sykes-Picot Anlaşması). Gelinen durum, onlar açısından Arap milliyetçilerinin açık bir başarısıydı.
Birinci Dünya Savaşı yeni bir dünya ortaya çıkarmış, bu dünya, İkinci Dünya Savaşı ile daha da belirginleşmişti. Artık Osmanlı da yoktu. Türkler ise yeni devletleri ile düşman olmayı gerektirecek potansiyele sahip değillerdi. Türkler, artık Arapların ne dostu ne de düşmanıydı; o, onlar için çok uzaktaki bir yabancıya dönüşmüştü. Ancak süreç henüz sona ermemişti.
“Muteber” ve “Muteber Olmayan” Arap Milliyetçiliği
Pek çok gözlemci, Batı’nın/ Fransa’nın, İtalya’nın Kuzey Afrika’daki milliyetçiliğe engel olmaya, onu ortadan kaldırmaya çalışırken, Orta Doğu’daki özellikle de Suriye’deki Arap milliyetçiliğini teşvik ettiği konusunda hemfikirdir. Çünkü Bilad-ı Şam’daki milliyetçilik, bölge insanın hem bilincini hem de sosyal dokusunu parçalarken, Fransızlar/ Batılılar için de yeni alanlar açıyordu ve bölgeyi yönetmelerini kolaylaştırıyordu. Kuzey Afrika’da ise tersi bir durum söz konusuydu. Çünkü bu bölgede etnik, dini ve kültürel yapı çok sadeydi, Suriye örneğinde görüldüğü gibi çok dinli, çok kültürlü, çok toplumlu bir yapı söz konusu değildi. Bunun için bu bölgelerde milliyetçilik birleştirici bir unsur olarak doğrudan Batı karşıtlığı anlamına geliyordu ve Batı’nın çıkarları için bir tehdide dönüşüyordu. Oysa Batı’nın çıkarları toplumun atomik yapılara ayrılmasını gerektiriyordu. Milliyetçilik böyle bir işlev gördüğünde ancak onlar için olumlu bir araç olarak ele alınabilirdi.
Üstelik Kuzey Afrika’daki yapılardan seküler, Osmanlı karşıtı yeni bir İslami okuma çıkarmak da mümkün olmuyordu. Tarihi tecrübe ve toplumsal zemin buna uygun değildi. Bu gerçeklik işgalcileri zora sokuyordu. Batı buralarda zaten var olan geleneksel muhalefet ile baş etmekte zorlanırken, bölge halkının İslami kimliklerinin, yani Hıristiyan olmadıklarının farkına varmaları düşmanı ikiye katlamaları anlamına geliyordu. Bu coğrafyada bunu göze alamazlardı. Oysa Orta Doğuda özellikle de kadim Bilad-ı Şam coğrafyasında tamamen tersi bir yapı söz konusuydu. Bu tersi yapı bu milliyetçilik için en ideal ortamdı. Milliyetçilik burada azınlıkların ayrışmasına neden olduğu gibi Batı karşıtlığından çok bir Osmanlı karşıtlığı olarak algılanıyordu. En azından böyle bir işlev görüyordu. Çünkü milliyetçilik egemen olan otorite üzerinden yapılıyordu. Zaten 1900 sonrası yıllardaki Osmanlı adına yapılan hatalar etnik ve dini ayrımcılığa bahaneler sunmanın yanında ortamı da hazır hale getirmişti.[2]
Osmanlı İmparatorluğu içinde hep bir arada olan bölgedeki Arap toplumlarını bir araya getirmek Arap milliyetçiliğinin “kızıl elması” haline gelmişti. İngilizler, “bir ve bütün olan” bu yapıyı önce 20 civarında parçaya/ devlete ayırmış, arkasından onlara göstermelik özgürlükler bahşederek bunların tekrar bir araya gelmeleri için böyle bir “kızıl elma”ya sahip olmalarında bir sakınca görmemişti. Çünkü yönetme hırsına yakalanmış ve iktidarda olmanın ayrıcalıklarını fark etmiş, nimetlerini tatmış bu yarı kabile devletlerinin bu “kazanımlarından” vazgeçerek kendiliklerinden bir araya gelmelerinin imkânsızlığının farkındaydılar. Milliyetçiliğin onlar için bu anlamda en azından bir ümit olması ve entelektüellerinin tüm enerjilerini bu alana hasretmeleri “Ümmetçilik tehlikesi” karşısında elbette Batılıların tercih edeceği en risksiz bir seçenekti. Bölge insanın enerjisinin bu yolda harcanmasında onlar için bir sakınca yoktu.
Lavrens’in Birinci Dünya Savaşı yıllarında “benim Arap coğrafyasına bıraktığım en önemli miras Arap milliyetçiliğidir.” sözünden çok önce halk tabanında görülmese de bölge aydınları ve bir şekilde batı ile ilişki içerisine girmiş okumuş kesimi ve azınlık kökenli tüccarlar, 1880’lerin başından itibaren Araplıklarını keşfetmeye/ keşfettirilmeye başlamışlardı. 1839’dan itibaren bölgede kurulan yabancı okullar yeni bir batılı sınıfının doğuşunu beraberinde getirdi. Yerel gayrimüslim tüccarların ve misyonerlerin finanse ettiği bu kolejlerde Arap kültüründen çok, Suriye, Lübnan gibi ülkelerin İslam öncesi tarihlerine önem verilmesi ve ayırt edici bir özellik olarak sürekli dil ve kültürün üzerinde durulması da bunda etkili oldu. Amerikan himayesinde, 1847 yılında Suriye ve Beyrut’ta Arap Edebiyatçılar Derneği’nin (Cem’iyet El-Fünun ve’l-Ulum) kurulması ile başlayan Arap milliyetçilik hareketine, dini azınlıklardan özellikle Hıristiyan Araplar rağbet ediyordu.
İngilizlerin, Almanlarla yaşadıkları rekabet nedeniyle Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldıracak veya Müslümanlar üzerindeki etkinliğini yok edecek, merkezi Hicaz olan, Arap imparatorluğu kurma teşebbüsleri eklenince Osmanlı merkezi otoritesinin tüm çabalarına rağmen bölge, tam bir kargaşa içine düştü. Bu kargaşanın bir benzerinin Balkanlarda ve başka bölgelerde de yaşanıyor olması Osmanlıyı geldiği noktaya, Anadolu’ya geri döndürmüştü.
Bölge aydınlarının Araplık üzerinden bir “farkındalık” oluşturması ve siyasi taleplerde bu Arap bilincin temel bir role sahip olması, bölge halkının giderek kendi içinde daha da ayrışmasına/ ayrıştırılmasına ve bugünkü parçalanmışlığa neden oldu. Bugünkü kaosun kaynağını da öncelikle burada aramak gerekir. Aynı zamanda din algısının değişmesi, etkisinin ve birleştiriciliğinin zayıflaması bölge halkları arasında husumet duygularının artmasını sağladı. Ancak buna rağmen tüm Arap coğrafyasını içine alan ve herkes tarafından kabul gören bir Arap Milliyetçiliğinden söz etmek de mümkün olmadı.
Arap Milliyetçiliğinin Kızıl Elması: Baas Partisi
1789 Fransız devriminden sonra başlayan ulusçuluk/ milliyetçilik hareketleri İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyalizmle birleşerek İslam coğrafyasında yeni bir şekil aldı ve “kurtuluş hareketleri”ne dönüştü. Bu akım etkisini Arap coğrafyasında da göstermeye başladı. Özellikle de Mısır, Suriye ve Irak’ta ete kemiğe büründü. Bir taraftan “Nasırcılık”, bir taraftan “Baasçılık” olarak tezahür eden bu “sosyalist tabanlı Arap milliyetçiliği” veya “Arap milliyetçiliği tabanlı Sosyalizm”, topluma emperyalistler karşısında geçici ve ödünç bir kimlik verse ve direnme kültürü aşılasa da bu milliyetçiler büyük oranda yaşadıkları coğrafyanın tarih ve inancına yabancılaşmışlardı. Zaten bir devlet gelenekleri ve coğrafya aidiyetleri de yoktu, oluşmamıştı. Bu fotoğraf, Batılı egemenler için bir devlet ve yönetme geleneği olan, tarihi ve inancıyla barışık bir topluma göre daha tercihe şayandı. Çünkü ne de olsa bu milliyetçilikte sloganik bir Batı karşıtlığından söz edilebilse de sonuçta bu milliyetçiler kelimenin tam anlamıyla Batı aydınlanmasının izinde gidiyor, onların hayal ettiğini hayal ediyor ve Batılı kavramlarla düşünüp konuşuyorlardı. Yani Batıyı endişelendirecek bir durum yoktu. Olanlar konjonktüreldi.
Arapçılığı, dini tasavvuru dışarıda bırakarak veya onu bölgesel bir kültüre indirgeyerek yeniden tanımlama girişimleri yeni olmasa da bu düşünceyi gerçek anlamda ete kemiğe büründüren Baas Partisi’dir. 1953’ten sonra Suriye’nin siyasi ve fikri yapısında en etkili ve belirleyici konumda olan bu parti, Hafız Esed ile birlikte Suriye’yi tek adam diktatörlüğüne götürdü.
Örneğin, 1950’lerin sonu ve 1960’ların başında, Mısır, Suriye, Irak, Libya arasındaki bazen ikili, bazen üçlü birleşik bir devlet kurma denemeleri yaşandı. Mısır’da Nasırcılığın, Suriye’de Baasçılığın popüler hale gelmesi ve Irak’taki gelişmeler, 1958 Şubat'ında, Mısır ile Suriye’nin Birleşik Arap Cumhuriyeti'ni kurmaları ile sonuçlandı. Bu birliktelik, ancak 3 yıl devam edebildi. Nasır’ın Suriye’yi Mısır’ın bir vilayeti gibi yönetmeye başlaması, buna mukabil Suriyeli elitlerin yönetme arzusu ve yerel egemenlik talepleri, 1961 yılında iki ülkenin yollarını ayırmalarına neden oldu. Bu süreçte Baas Partisi kendisini feshetmek durumunda kalmış, geleneksel yapılar ciddi hasar görmüştü. Nasır’ın sosyalizmi “Suriye’ye dar gelmişti”. Dediğimiz gibi asıl sorun yerel güçlerin siyaset yapma imkânlarını kaybediyor olmalarıydı. Nasır’ın karizması onlar için bir gelecek ümidini imkânsızlaştırıyordu. Çünkü Nasır Suriye’de de en popüler kişi haline gelmişti. O hayatta olduğu müddetçe iktidardan yeterince nemalanmaları söz konusu olmayacaktı. İktidar onlara şimdi lazımdı. Çünkü bu topraklarda iktidar gelecek nesiller/çocuklar için değil kendileri için talep edilirdi ve mücadele de bunun için yapılırdı. Bundan dolayı yerel güç odakları/yöneticiler, kendileri için tehlike çanlarının çalındığını anlayarak bir askeri darbeyle tekrar ipleri ellerine aldılar.
Ancak Mısır’dan ayrılmak, sorunları azaltmadığı gibi mevcutlarına yenilerinin eklenmesine neden oldu. Suriye’de ordu içi darbeler dönemi tekrar başladı. 1963 yılında Batı’nın/Fransa’nın açık desteğiyle Baas Partisi bir karşı darbe ile ortağı olduğu mevcut hükümeti devirerek iktidarı ele geçirdi. 1963'te ülke artık tümüyle Baas Partisi’nin kontrolündeydi.
Artık bölgede yeni bir dönem başlamıştı.
[1] Suriye’nin İsrail’e karşı oluşturulan “Red Cephesi”nin başını çektiği iddiası, bir şehir efsanesinden ve bir tiyatrodan ibarettir. Yani bir danışıklı dövüşten başka bir şey değildir. Bu konuyu “Emevi Hanedanlığından Esed Diktatörlüğüne Suriye” isimli kitabımızda farklı boyutlarıyla ortaya koyduğumuzu düşünüyorum. (Mehmet Yaşar Soyalan, Emevi Hanedanlığından Esed Diktatörlüğüne Suriye, Mana Yayınları, 2013, İstanbul.)
[2] Niyazi Berkes, Fransızların Necip Azuri’nin 1905’te Paris’te Fransızca olarak yayınlanan ve Suriye milliyetçiliğini ortaya koyan eserinden hareketle Cezayir ve Tunus’ta milliyetçi fikirlerin yayılmasına karşı, ancak Suriye ve Lübnan’da milliyetçi fikirleri yaymak amacında olduklarını dile getirir. Bkz: Niyazi Berkes, İslamlık, Ulusculuk, Sosyalizm, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1975, s.35
Suriye meselesini bu kadar…
Suriye meselesini bu kadar iyi bilmiyordum. Allah razı olsun. Bu satılmışlar herhalde suriye de devletler kurduracaklar. Herkesin hesabı vardır. Ancak Allah ın da hesabı vardır. Emeğinize sağlık. Anlayana....
Yeni yorum ekle