Felsefe küçük düştü, çünkü insanlar onun hak ettiği gibi bağlanmadı ona; düzmece değil hakiki filozoflar ona kendilerini adamalı.
Akademinin içinde bulunduğu duruma ilişkin eleştiriler ve öneriler genelde dikkate alınmaz. Eleştirilerin hamasi olduğu duygusuyla hareket edilir. Akademinin içinde bulunanlar da genellikle içinde bulunmuş oldukları yapılanmaya dair ciddi eleştiri getirmekten çekinirler. Bu durum akademinin Ortaçağ’daki konumuna benzemektedir, bir anlamda akademi kiliseleşmiştir. Fikir özgürlüğü açısından kiliseleşen ve üretim açısından kısırlaşan üniversiteler, pratiklik açısından diploma veren ve meslek sahibi yapan çıraklık ve eğitim merkezlerine dönmüştür. Oysa üniversitelerin evrenselliğinden ve insana yönelik bakış açısından hareketle farklı bir misyona sahip olması gerekir. Bu bağlamda Ortega Gasset’in üniversitenin misyonuna dair fikirleri şunlardır:
Üniversite insanı sıradanlıktan çıkaran, kültürleştiren ve mesleğinin ideal bir üyesi olmayı öğreten, öğrencinin kapasitesini dikkate alarak ondan beklentilerde bulunan, kültürel disiplinlerin ve mesleki derslerin sistematik tarzda sunulduğu, öğretim görevlilerin mevkilerine göre değer buldukları değil yaptığı çalışmalara ve sentez yeteneklerine kıymet veren bir misyona sahip olmalıdır (Gasset, 125)
Gasset’e göre aklın ve bilimin kurumlaşmış heykelleşmiş hâli ve akıl kurumu olması gereken üniversitede öğretim görevlileri bilim ve tenkide hâkim olacaktır. Şevkle dolu atmosferin ve bilim için gösterilen gayretin mekanı olan üniversiteyi otomat olmaktan kurtaran ve ona ruh üfleyen bilimdir. Gerçek hayatla ve tarihle ilişkili olması gereken üniversite, güncel hayatın önemli mevzularına müdahale ederek basın-yayının zihni kirletmesine müsaade etmemelidir.
Ülke üniversitelerinde bahsi geçen ideallerin ötesinde niteliksiz bir yapılanma söz konusudur. Güncel meselelere ve siyasete bakış açısını geliştirmek bir yana doğa bilimleri alanında bile kısırlık yaşamaktadır. Dünyanın en eski ve en köklü bu üniversitesine Star TV’de “Ortaçağ’da kralların yaptığı engizisyon” diyecek kadar tarihten ve bilimden uzak bilim adamının! üst üste rektör seçilmesi içinde bulunulan hazin durumun en büyük göstergesidir. Hayatında herhangi bir konuda ciddiye alınmaya değer tek yazı yazmamış, tek inceleme yapmamış, üstelik yapmayacağı da bilinen yüzlerce (binlerce) öğretim üyesinin Türk Milli Eğitim Sistemi denen vahşetten geçmiş genç beyinlere ilave eziyet ederken ve eğitim sistemi otoriteye bağlı şizofrenler yetiştirmeye gayret ederken üniversiteler ise bunu “çek” eden kurumlardır (Kıvanç, 80).
Üniversiteler; öğrencilerde heyecan, aşk, istek, merak ve öğrenme zevki yaratan hocalardan daha çok bu istek ve heyecanları öldüren hocaların, ümitsizliğin, heyecansızlığın ve tembelliğin mekânı haline gelmiştir. Kampüste yayılmış, geyik yapan gençlerin bol olduğu vize-final döneminin dışında (tornadan çıkmayı reddeden birkaç kişi hariç) kütüphaneye ayak basmayan öğrencilerin dünyasıdır. Bizzat bir dersin sınavında aldığım zayıf nota itiraz ettiğimde Hoca’nın “Bana senin bildiklerin ve okudukların lazım değil bana, sana derste anlattığım notlar lazım.” demesi bu vahim durumu özetlemektedir. Bu zihin yapısı üniversitelerde fotokopi öğrencisini ve “diplomalı cahilleri” üretmiştir. Fotokopi öğrenciliği karakterini kazanan fertler daha sonraki yıllarında ilme, bilime, bilgiye ve kitaba düşman gibi davranmaya devam etmiştir ve edecektir.
Hâlâ ideolojik ve siyasal tutumlarından sıyrılamamış, deli gömleğini sırtından çıkarmamış akademisyen tipi ile karşı karşıya bulunmaktayız. Akademik bir edadan daha çok bürokratik bir edaya ve kafa yapısına sahip bir akademi ile fikir hayatımızın ancak bu kadar ilerlemesi söz konusudur. Bir TV programında akademi dünyasının (çok azını dışarıda bırakarak) fikir adamı ve fikir üretemeyeceğini söyleyen Dücane Cündioğlu, herhalde bürokratik ve ideolojik yapılanmanın böyle bir şeye müsaade etmeyeceğini söylemek istiyordu. Eğer bir şeyler yapılacaksa bu ülkede akademinin aklını başına alması gerekiyor ve kendini büyük bir zihniyet değişimi ve dönüşüme tabi kılması gerekiyor. “Koyu cehalete kara cübbe giydiren ve postal öpen kara cücelerin” (C. Meriç) mekanı olan akademi dünyasında diğer bilimlerden daha çok felsefenin canının fena halde yandığını düşünüyorum. Üniversitelerdeki felsefe alanının sıkıntılarını Schopenhauer’ın kitabından hareketle izah etmeye çalışacağım.
Schopenhauer, felsefe yapmanın koşulu olarak “söz söyleme cesaretine sahip olmak, sorunu anlayabilecek açık bilince sahip olmak, bilincin hakiki manada serbest olması, pratik bir yararın ya da amacın peşinde olmaması, bir iradenin tahakkümü altında bulunmaması” gerektiğini iddia eder. Bunun aksine mevcut durumda felsefe profesörlerinin akıllarında yalnızca kişisel çıkar ve avantaj bulunduğunu ve felsefenin sorunlarını bile akıllarına getirmediklerini söyler. Felsefe ile şiiri mukayese eden düşünür, şairi “çiçek derleyen” filozofları ise “çiçeklerin özünü vücuda getiren” bir kişilik olarak görür. Şiirsel eserlerin diğerleriyle var olabilmesi söz konusuyken felsefi sistemleri ise kardeşlerini öldürme bilinciyle hareket eden Asya sultanlarına benzetir. Felsefi sistemler; sineğini öldüren örümcek ağı ve şairlerin eserleri yan yana yatarken felsefi eserler birbirini yok etmeye çalışan akrep, örümcek gibi kendi türünü yok etmeye dayalı yırtıcı hayvanlar gibidir. Filozof olarak tanınmak Şair olarak tanınmaktan daha güçtür. Bir filozofun tarih içinde kalıcı yer edinmesi büyük bir şeydir.
Filozofluğun ve felsefenin bir anlamda yürek işi ve doğuştan olduğunu iddia eden filozof, akademisyenlerin felsefe tarihi çalışmakla filozof olacaklarını zannetmelerini “boş bir avuntu” olarak görür. Bunların durumunu geride bir damla kalmış olup olmayacağını görmek için eski kapları ters çevirirlerken ayaklarının altında akan canlı kaynakları göremeyen zavallıların durumuna benzetir. Filozof; kafası ve yüreğiyle harekete geçen, sıra dışı bir yaradılışa sahip ve felsefesini bütün benliğinde hissedendir. Düşünür, kendi zamanında dinin metafiziğin önünü kapattığını, bir anlamda filozofların silahlarını elinden aldığını iddia eder. Bizde mevcut felsefe algısı ve felsefe tarihine bakış, son derece dogmatik ve bizi yani felsefecileri asalaklaştırıcı bir yapıya dönüştürmüştür. Felsefe tarihinin çöplüklerinde gezinip işine yarar birkaç ıvır zıvırı evine götürmeyi hedef edinen toplayıcılar gibiyiz. Ortada hiçbir şey yok denilebilir yani havanda su döven tokmakçılar gibiyiz. Schopenhauer’in ifadesiyle “Dönen değirmen taşlarının takırtısını işitiyoruz, ama öğütülen unu görmüyoruz.” (s. 69).
Üniversitelerde felsefenin ders olarak okutulmasının resmiyet kazanmasına, itibar bulmasına, genç yetenek ve ruhun onunla tanışmasına vesile olacağını söyleyen filozof, devlet güdümüne giren bir felsefenin de kısırlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağını iddia eder. Nitekim üniversitede bir felsefe hocasının aynı zamanda “filozof” olmasını “Kendinden elektrikli cisimler nasıl elektrik iletkenleri değilse filozoflar da üniversite profesörleri değildir." (s. 56) cümlesiyle nadir bir hadise olarak görür. Düşünür, felsefe için sıradan bir zihne değil orijinal bir zihne ihtiyaç olduğunda ısrarlı davranır. “Bet sesli birisinin şarkı söylemesini dinlemek, aksak birisinin dans etmesini seyretmek acı vericiyken ufku dar birisinin felsefe yapmasını seyretmek ise katlanılmaz bir şeydir.” (s. 68). Ona göre sıradan bir zihnin alışılmadık düşüncelere sahip olmasını beklemenin balığın kavağa çıkmasını beklemekten aşağı kalır yoktur. Bu gülünç filozofların, yani akademisyenlerin özgün bir düşünce geliştirmesi balığın kavağa tırmanması gibi oldukça zor olan bir şeydir. Bilgi edinme çabalarında düşünce üretmek değil öğretim amacı olan akademisyenler, en ufak fikir kırıntısı elde etmek için sırf okuyor olmak için okurlar. Böyle bir okumaya mahkum olmuş kafa; boş yere sağlam ve esaslı fikirler umut eder, nefes nefese koşturan çöl sıcağında Arap çöllerinde su arayan zavallı bir seyyah gibidir. Gerçek düşünürler ise ders vermek ve konuşmak için değil derin kavrayış peşinde olmuşlardır. İstisna olarak gördüğü Kant’ın akademide olmasaydı daha saf, sağlam ve ince bir felsefe ortaya koyacağını iddia eden Schopenhauer’a göre filozof taslaklarının/akademisyenler yazılarının sıkıcı olmaları onlardaki akıl yoksunluğundandır.
Dönemi içinde mevcut felsefe algısını “çorbanı iç köle, felsefe diye Yahudi mitolojisini öğret.” (s, 43). cümlesiyle betimler. Bizde de felsefe diye felsefe tarihinin çöplüğünde öğrenciyi gezindirmek felsefe eğitimi olarak görülmüştür. Filozofun ifade ettiği gibi “Yerleşik dine (mevcut algıya) zincirle bir köpek gibi bağlanmış böyle bir felsefe insanlığın en yüksek en soylu çabasının can sıkıcı karikatüründen başka bir şey değildir.” Bizim üniversitelerimizde de hakiki bir felsefeden daha çok karikatür tenekeden tayyare bir felsefe eğitimi hakimdir. Öğrencinin zihin dünyasını içi boş bilgilerle doldurarak iğdiş eden ve akademideki koltukları işgal eden apaçık bir tefessühün öncüleri konumunda olan akademisyenler, bu durumdan hiç de rahatsızlık duymamaktadırlar. Felsefe dendiğinde akıllarında kalan şey kendi ilgilendikleri saha ve kendi çalışmalarıdır. Bu marazi yaklaşım ülkede felsefenin bünyesini perişan etmektedir. Saplandıkları ideolojileri ve imanları, düşünce melekelerini harekete geçirmeyen, sağlam düşünce üretmeyen bön tipler haline gelmesine yol açmıştır. Oluşturdukları felsefeleriyle ve itikadi saplantılarıyla mabede kimseyi yanaştırmayan felsefe bezirganları, çöplük haline gelen bu mabedin içine girip temizleme teşebbüsünde bulunacak tipleri de engellemektedirler.
Schopenhauer döneminde Hegel ya da Schelling otoritelerinin hâkim olduğu felsefe eğitimine yönelik ciddi eleştirilerde bulunmuştur. Onların felsefelerini öğretmek için maaşların tüketildiğini ve birçok zihnin iğdiş edildiğini dile getirmiştir. Felsefe profesörleri için “kürsü kuklası”, öğrettikleri felsefeye de “etekli felsefe” adını veren filozof, bu felsefi algı pazarını eline geçirmekle ve felsefeyle ilgilenen küçük bir kesimin dizginlerini ellerinde tutmakla itham eder. Mevcut algıya karşı çıkmanın, böyle bir felsefeye meydan okumanın akademik bir kaygı taşıyan kişi için göze alınamayacak kadar büyük bir tehlikeli iş olduğunu iddia eder. Orijinal bir düşünceye ve zekâya sahip olan bir kimsenin aklına bir düşünce geldiğinde üstlerinin amaç ve niyetlerine uymayacağı endişesine kapılır ve düşüncesini felç eder. Bizim ülkemizde daha dogmatik ve daha vahşice bir yapılanma söz konusudur. Mevcut akademik kadro içerisinde bulunan kişilerin siyasal ve ideolojik yaklaşımından uzak iseniz yıllarca okumalarınız ve yazdığınız şeylerin onlar için beş paralık değeri yoktur. Yetenekli, ilgili, okur bir tipin önünü kesmek onlar için doğal bir içgüdüdür ve vazifedir.
Schopenhauer; Fichte, Schelling ve Hegel’den hareketle mevcut akademi yapısına lanet okur. Bu hakikat rahiplerini (akademisyenler) her şeye kolayca inanabilen, safdil, zamanını israf edip zihinlerini harabeye çeviren bir sahtekârlığa sahip hilekâr devleti tanrılaştırmaya çalışan, para karşılığı sanatını icra eden fahişelere benzetir ve sofist bir karaktere sahip olmakla itham eder. Felsefeden para kazanılıyorsa düşünce belli bir maksadın egemenliğine girer ve sözde filozoflardan, felsefenin asalakların elde ederiz. Bu asalaklar, çoğaldığında bitkileri boğan yabani otlar gibidir. Düşünüre göre felsefe; tıpkı uçurumların kenarında yetişen pembecik çiçekler gibi ancak özgür dağ havalarında serpilir, yapay koşullarda yetiştirildiğinde ise bozulup yozlaşır. Özgürlüğün olduğu yerde felsefenin var olduğu düşüncesine sahip filozof, hakikate aşık olan filozofların hapsedildiğini ve dar ağacında asıldıklarını söyler.
Düşünürün dediği gibi “meyveler, yetiştikleri toprağın tadını alırlar.” Bazı akademisyenlerin cehaletiyle kibri, erdem ve hakikatin yerine hizipçiliği, ideolojik tutuma sahip sakat zihin yapısı felsefi düşüncenin önünü kesen kaba bir duvardır. Dogmatik yapı ve karakter yıllardan beri öğrencileri adeta birer mankurt haline getiriyor. Schopenhauer’in dediği gibi felsefe, bir kilise ya da din değildir. Kölelerin bile özgür konuşacağı özel bir alandır. Önceden düzenlenmiş bir hedefe göre felsefe ortaya koyma kaygısı varoluşumuzu gerçekleştirmeye engeldir. Üniversitelerimizde Platon ve Aristoteles’in sultası hala yıkılabilmiş değildir.
Oysa düşünür kendilerini Platon ve Aristoteles’in araştırmalarına adamış olanları, ahmaklığından en ufak kuşku duyulamayacak kişiler olarak görür. Sipariş üzerine düşünceler üretmek hakikat üzerine oynanan haince bir oyundur. Üniversitelerde felsefe adına kıvırtma ve şarlatanlığa son vermek kaygısında olan filozofa göre üzerine elbise giydirilmiş kürsü kuklalarının olduğu üniversiteler, felsefenin yeri değildir. Düşünüre göre kendi zamanında felsefe, saygınlığını yitirmiş ve parodiye dönüşmüştür. Thales’ten Kant’a kadar Felsefe tarihinin altı ayda bitirilebileceğini düşünen filozof düşünür, filozoflara ikinci elden değil bizzat eserleriyle ulaşabileceğimizi iddia eder. Aksi takdirde zihnin donuklaşacağını iddia eder. Oysa bizde felsefe eğitimi, felsefe tarihinin üzerine oturmuştur.
Hususiyetle Türkiye'de Darülfünun eksenli felsefe hegemonyası; Carnap ve Husserl yani mantıkçı pozitivizm ve fenomenoloji çizgisindeki felsefeye kadar gelebilmiş, Kant'ın “son peygamber” söylevlerini ise “son naslar” olarak kabul etmişlerdir. Bu durum, 20. yüzyıldaki devasa felsefi birikimi (Heidegger, Derrida, Foucault, Baudrillard, Deleuze, Habermas, Gadamer vb.) görmezden gelmelerine veya ıskalamasına yol açtı. Postmodernizmi bir kısmı anlama gereği bile duymayarak bir kısmı yanlış anlayarak yanlış anlaşılmasına da katkıda bulundular. Aynı sorunu 21. yüzyılda yaşayacak olan Türk Felsefe akademisi, felsefeyi çağın ruhu bağlamında anlamayacak. Mundane Philosophy, Transhümanizm ve posthümanizm tartışmalarını dolayısıyla Nick Bostrom, Michael Hauskeller, Shannn Vallor, Chris Shannon, Alan Badio, Jean Luc Nancy, G. Agamben, George Monbiot ve Martha Nussbaum gibi yeni tip felsefeci-filozofları ıskalayacak felsefi bakışın terk edilmesi gerekir. Bilgisayarların, enformasyon biliminin, nöro-biyolojinin ve tıp ve cerrahi teknolojilerin, biyo-teknolojinin, gen ve hücre biyolojisinin felsefeyle iç içe girdiği süreç içinde hala Aristoteles'in Metafizika’sı veya Kant'ın üçlemesinden hikmetler arama gayreti anlaşılmıyor. İnsani robotlar (android) tehdit veya dost olacağı düşünülen kendi iradesine sahip yapay zekaları konu edinen bir felsefe gerçekliği ile karşı karşıyayız. Muhakkak ki mevzu edilen kadim felsefe bilinmeli fakat felsefeciler yeni düşünce ve bakışlara da kulaç atmalıdır. Ayrıca eklemeliyim ki bu hegemonyanın çoğu düşünce geleneğimize de yabancı olup Türk-İslam Düşüncesine yabancıdırlar... Hatta öyle bir felsefe-düşünce yok derler...
Felsefenin bu ülkede hep öksüz olduğunu düşünmüşümdür. D. Cündioğlu “Bu ülkenin tek filozofu benim.” demişti ama kimse itiraz etmemişti. Düşünür bu duyarsızlığı “Oysa ben bu ülkenin tek şairiyim deseydim gürültü kopacaktı.” cümleleriyle ifade etmiştir. Öğrencilik yıllarımda felsefe dersinde spontan aniden şu cümleleri söylemiştim. “Biz burada ne yapıyoruz Allah aşkına. Elektrik ve su tüketmekten başka eğer bir şey yapmayacaksak boşuna elektrik ve su tüketmenin anlamı yok. Fakültenin kapısına koca bir asma kilidi asalım çıkıp gidelim; ne zamanımızı ne de elektrik ve suyu tüketelim” dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Bu ülkede yeni açılan ve daha önceki felsefe bölümlerinin bu teklifi çok iyi düşünmesi gerektiğini düşünüyorum.
Not: Bu yazı 2009 ve 2010 yıllarında yazılan yazıların gözden geçirilmesi ve küçük ilavelerle oluşturulmuştur.
1. Ortega Gasset, Üniversitenin Misyonu, Bülent Üçpınar (çev.), İstanbul: Birleşik Yayıncılık, 1997, s. 125–132.
2. Dönemler ve Zihniyetler, Ed. Ömer Laçiner, Üstüne Ciltler Yazılmış Hayalet, Ümit Kıvanç, 2009, s. 80.
3. Arthur Schopenhauer, Üniversiteler ve Felsefe, Ahmet Aydoğan (çev.), İstanbul: Say yayınları, 2008, ss. 125.
Yeni yorum ekle