Bir Türk kızıyla evlenen büyük babanın torunu, sağlığında tüccarlık yapan felçli bir babanın oğlu ve aksiyoner bir genç olan Aliya, yirmili yaşlarda “Genç Müslümanlar” hareketine katılmıştır. Komünizme/yönetime karşı geldiği suçlamasıyla on üç yıl hapse mahkum olan bilge düşünür, hapisten çıktıktan sonra 1954 yılında Hukuk Fakültesi’ne kaydolup 1956 yılında mezun olmuştur. 1983 yılında tekrar tutuklanan ve yargılama sonunda 9 yıl hapis cezası alan Aliya, 25 Kasım 1988 yılında serbest bırakılmıştır. 1990 yılında kurduğu ve seçimlerde zaferle çıkmış olduğu partisi SDA bayrağının desenini bir albümdeki Endülüs Müslümanlarının bayrağı olduğu söylenen bir fotoğraftan aldıklarını ifade etmektedir. 15 Haziran 1992 yılında hükümeti kurduğunda hükümet programını şu şekilde özetlemiştir; “Saldırıya maruz kalmış bir ülkenin varoluşsal meselelerini çözmek…”
Kendisini bir Avrupalı Müslüman olarak tanımlayan Aliya, Avrupa'nın pragmatik, paganist ve iki yüzlü tutumunu “Batı ciddi bir hastalığı tedavi etmek için sakinleştiricileri kullandı ve hastalık beklendiği yada hatta planlandığı üzere giderek ağırlaşmakta ve artık bu “insancıl cevap” halkımıza karşı bir şantaja hatta son zamanlarda çifte şantaja dönüşmüş durumda” diyerek eleştirir. Aliya mevcut hayat şartlarının, Avrupa’nın aile yapısını çürüttüğünü ama buna rağmen insanlarının her şeyin anlamsız gelmeye başladığı belli bir manevi iklimi yaratmaya da devam ettiğini düşünür. Ona göre tüm bu olumsuzluğuna rağmen Avrupalı, Müslüman kadınların kapatıldığını iddia ve çok eşle evlilik üzerinden mahkûm etmektedir. Avrupalıya göre İslam, duygusal ve cinsel hayata ilişkin olumsuz bakışa sahiptir. Bu bakışın nedeni, İslam coğrafyası ve kültüründe sonradan yapılan tercihlerdir.
Peçe takmanın ilk defa Abbasi Halifesi Harun Reşit’in üvey kardeşi Uleye tarafından moda olarak tatbik edildiğini, Harem’in ise Bizans’tan alındığını ve II. Velid döneminde yerleştiğini ifade eden Aliya, şatafatlı siyasal idareleri “Sıradan insanların çoğunun hanelerinde katı disiplin ve züht hüküm sürerken saraylarda ise sapkınlık vardı.” cümlesiyle eleştirir. Tüm bunlara rağmen P.K. Hitti’ye atıfla “Erken Abbasi döneminde kadınlar, Emevi kız kardeşleriyle aynı hürriyetlerinden istifade ediyorlardı… Bu erken dönemde sadece elit çevrelerden olan ve devlet işlerine önemli erkileri olan kadınlardan değil aynı zamanda savaşlara katılıp askerlere komuta eden, şiir, yazın ve edebiyatta erkeklerle yarışan Arap kızlarını da görüyoruz” alıntısını yaparak kadınların İslam medeniyetine katkısı ve bu medeniyette itibarının olduğunu söyler.
Ona göre cinselliği reddetmeyen İslam, doğal yaşamı, aşkta mutluluğu, sağlığı, temizliği, gücü, cesareti, mücadeleyi ve zenginliği destekler, kadın-erkek arasındaki (cinsel) münasebeti, temizliği ve ölçülü davranışı düzenler. İslam, şevk ve arzuların yok edilmesini değil bunların yönetilmesini isteyen ve cinselliğin boğulmasını değil cinsel disiplini talep eder. Hayatı yaşamanın aksini telkin etmeyen İslam, cinsel hayat, zevk ve seksin sınırlar dahilinde kalmasına imkan sağlamış ve bu da milyonlarca Müslüman için somut bir gerçeklik olup öyle kalmıştır. “Göstermelik kibarlıklarla değil sade ve makyajsız gerçeklerle dolu” olarak vasıflandırdığı ve ahlaki vazifeler ihtivalar içeren Kuran’ın, adeta halk için tıp ders kitabı görevi gördüğünü söyler. Aliya, Bir yandan cinsellik aleyhtarı tarzıyla bir yandan da dünyaya düşkün/materyalist Hıristiyanlığa karşın, İslam’ın dengeyi esas olduğunu ifade eder.
Aliya’ya göre sorumluluklarının denk olması vesilesiyle kadınla erkeğin değerleri de denktir, zira tüm kanunlarda sorumluluğun temeli değerdir. Birbirine üstünlük sadece aynı cinsten şeyler arasında mümkündür. Kadınlar, ne üst ne de alt seviyededirler. Kadın, erkekten farklı olduğu için mukayese mümkün değildir ve “Hangisi üstündür” sorusu mantıksızdır. “Cinsiyetlerin eşitliği” sorusu da anlamsız ve gülünçtür. Ona göre kadınlar, dikkat ve doğrudan ezberde iyiyken erkekler ise sayılar ve mekanik problemler konusunda iyidirler. Erkek, dış dünyaya dönük iken kadın hayata, şahsiyete ve duygusallığa dönüktür. Kadın ve erkek, hayatın başlangıcı ve devam ettirilmesinde farklı rollere sahiptir. Kadın; bereketin, doğumun ve nesillerinin sonsuz değişiminin sembolüdür. Eğer İslam’da sözde bir “kadın meselesi” varsa çözümü; “Anne”dir. Aliya, kadınların bağımsızlığı ve eşitliği adına bu çözüme karşı çıkanlara şöyle cevap vermek gerektiğini söyler; “İslam kadını alçaltmıyor, ama siz anneliği alçaltıyorsunuz.”
Annelik müessesesinin aşağılayıcı olmayıp mukaddes ve yüce olduğunu fakat insanların onu alçalttığını düşünen Aliya’ya göre, annelik zanaatı; daha büyük bir kalp, içgüdü, kalp gözü kapalı bir sevgi, ölüme meydan okuyan her türlü mantığa aykırı çılgın bir ısrarcılık gerektirir. Bu hasletler; kadının duygusuz davranma ve hesap gerektiren işler, memuriyet, yevmiyelik işler ya da cansız nesnelerle ilgili işlerde başarılı olmalarını neredeyse imkansız hale getirir. Çünkü kadın, merhamettir dünyadaki işlerin bazıları ise merhametten uzaktır.
Ona göre terzilik, çiçekçilik, bale hatta mankenlik okulu bile bulunmasına rağmen annelik okulunun bulunmaması ciddi bir eksikliktir. Bir yanda meyhanede garsonluk yaparak ya da tavşan besleyerek emekli olabilen kadınlar varken üç, dört ya da daha fazla çocuk doğurup büyüten kadınların bu gerçeklik üzerinden hiçbir hak elde edememesi gibi saçma bir durum mevcuttur. Bir kadının anneliğini ortadan kaldıran biri, onun en yüksek şeref ve önemini ikame edemez. Çağımızda anneliğin toplum tarafından tanınmadığını ve doğrudan ilgili şahıslara “özel bir mesele” olarak görüldüğünü söyleyen bilge-düşünür, anneliği; kaldırılması mümkün olmayan insanlığın bildiği en kadim imtiyaz olarak görür. Kadın, ancak anne olarak mutlak ve yeri doldurulamaz bir değere sahip olur. “Çalışan kadın” tahakkümünün meydana getirildiğini ifade eden Aliya, bu bağlamda şunları ifade eder:
"Anne için saygı beklerken her şeyden evvel onun da kendine saygı duymasını bekliyoruz. İki, üç ya da daha fazla çocuk doğurup büyüten ve terbiye eden kadınlar bazen yaptıkları bu işin mühendis, veteriner ya da telefon santralinde çalışan kadınların yapığı işlerden daha az değerli olduğunu düşünmüyorlar mı? Toplumun tavrı bunu zorluyor ve onun üzerinde böyle bir algının oluşmasına katlı sağlıyor. “Kadınların ev dışında istihdamı ve üretime katılması yönündeki ısrarlı baskının psikolojik bir şekli de vardır. Bu, doğum yapmak, çocuk yetiştirmek ve aileye bakmak yoluyla kadının evde yarattığı iktisadi değerlerin tanınmamasından oluşur. Günde 10-12 saatini eve ayıran bu işçi, bu ev hanımı, istatistiklerimiz tarafından işsiz olarak sunulur ve ‘çalışmayan unsur’ başlığı altında tasnif edilir. Hepimiz bir kadının ne kadar meşgul olduğunu bilir, ama aynı zamanda görmezden geliriz. Kadının çalışmasının bu şekilde göz ardı edilişi, evi terk edip ailesine sırtını dönmesi için ona yapılan baskının bir başka ve bu kez ahlaki bir şeklidir. İslam kültürü diğer yöne gitmek zorundadır. Bunun başlangıcı da, annenin ve ev hanımının işinin tanınması olacaktır.”
1968 yılında yazmış olduğu makalesinde “Kadınlara anne olman ya da çocuk bakman gerekmiyor; gazeteci, iş insanı ve temsilci olman gerekiyor” denildiğini fakat durumun öyle olmadığını kadınlara şahsiyetsiz işler yaptırıldığını iddia eder. Bu duruma örnek olarak Rus veya 15 milyon Alman kadınının %2’sinden az bir kısmının doktor, gazeteci ve sanatçı olduğu bilgisini verir. Bu olumsuz süreçten ailenin kimliğinin inşasında önemli olan çocuklar etkilenmiştir. Çocuklar, bakıcılar tarafından sevildikleri için değil onlara para için emanet ediliyor. Çocuk, kreşte sadece diğer şeylerden biridir. Çocuğu sadece “göz kulak olup koruyan” bakımhane, kreş ve yurtlarda terbiye ve yetiştirme sınırlıdır ve çocukların duygu dünyası ise terk edilmiş ve gelişmemiş halde kalır.
Kendilerine Allah'tan rahmet…
Kendilerine Allah'tan rahmet diliyorum. 'Kadın' ve 'Anne', bu kadar anlamlı anlatılabilir ve çözümler üretilebilir diye düşünüyorum. Makalenin yazarına da ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum.
Yeni yorum ekle