Batı coğrafyalarında otoriter iktidarlara, despot kişilere ve kurumlara itiraz, birlikte örgütlü bir şekilde mukavemet ve hak arama kültürünün tarihi çok eskiye dayanıyor. Köle ayaklanmaları; burjuvazinin aristokrasiye ve katolik kilisesine karşı özerklik, özel mülkiyet ve hayat hakkı talebi ile ilgili kavgaları, Magna Carta'ya uzanan, oradan Fransız İhtilaline kadar süren bir durum. Arada Protestanların katolik kilisesine karşı verdikleri varlık savaşları, namı diğer mezhep savaşları da var. 10 yıl 30 yıl 100 yıl namıyla bilinen uzun soluklu mezhep savaşı bunlar. Burjuvazinin varlık ortaya koyma mücadelesi, sonunda kralı ve yandaşı olan aristokratları din adamlarıyla birlikte anlaşma masasına oturtmak zorunda bırakmış. Magna Carta için kurulan sözleşme masasının etrafında oturan taraflardan bu konuda bir tavır kültürü de doğmuş. Kralın, statükonun, düzenin yanında yer alanlar, yani, kralın sağında olanlar ile karşı duran, muhalif olanlar, yani, kralın soluna düşenler gibi iki kadim tavrı da yaratmış bu kültür...Sağ ve sol; sağcılık ve solculuk.
Bu kültürün felsefi arka planı ise tarihin daha derinlerinde yatıyor. Herakleitos ve Parmenides'in M.Ö 6. Yüzyıldaki Değişim-Düzen tartışması. Varlıklar evreninde, yani doğada, aslolan düzen midir değişim midir? Doğada aslolan, kaos mudur düzen midir? Doğal olan hangisidir? İşte bu soruya verilen 2 farklı cevap bu 2 farklı tavır kültürünü kralın masasına kadar taşımıştır. Aslında diyalektik geleneğin Batıdaki tarihi ve izleri ile ilgili her daim hatırda tutulması gereken örneklerdir bunlar.
Materyalist ya da İdealist; Hegelyen ya da Marksist farklılıklarına rağmen bu diyalektikçi ve çatışmacı/düalist düşünce geleneği batı medeniyetine rengini veren en temel karakteristik özelliktir. Bu yüzden, Batı düşüncesi ve dünyası; rekabetçi, değişimi zorlayan, girişimci insan tipini üreten bir evrendir. Medeniyetler Çatışması tezinde Hungtinton'un beslendiği argümanlar da büyük oranda Batı'nın bu çatışmacı kültürüne yaslanır. Batı düşüncesi ya da felsefesinin gelişim sebebi de bu kültürel evrene mal edilir.
Batı'da kapitalist tipi kolayca ortaya çıkartan da bu gelenektir. Çatışmacı, rekabetçi, hırslı, kârı önceleyen, bireyci, rasyonel, girişimci, değişimci insan tipini bu zemin kolayca besleyip çoğaltmıştır. Doğu İslam dünyasında ise oryantalist özcü yaklaşıma göre, bu tipin ortaya çıkması adeta imkansızdır. Oksidantalist tavır veya antioryantalist tezler yıllarca bu yaklaşıma itiraz edip durdular. Oysa tarihsel arka planıyla Batı'da özel mülkiyeti, sınıfsal çeşitliliği, bireyi, sivili, rekabeti yaratan da gerçekte bu evrendir. Bourdieu'cu deyişle özetlersek batılı bireyin neşvünema bulduğu bu zemin aynı zamanda bir Habitustur. Bu habitus'taki her alanın ve bu alandaki her mücadelenin yani oynanan oyunun kuralları var. Her şey bu kurallar (sistem) dahilinde işler. Oryantalist tezlerin Doğu ve Doğulu için varsaydığı özellikler ise bunların tam da tersidir. Doğu ve doğulu insan tipindeki çoklukla itiraz edilen bu özellikler nedeniyle bu dünyada: girişim, bireysel tavır, özel hayat , özel mülkiyet, rasyonel akıl, örgütlü planlı davranış, sınıfsal bilinç v.s gibi neoliberal dünyanın gerektirdiği nitelikler gelişememiştir. Gelişemez de. Oryantalist argümanlar özetle bunları vazederler. Yaşadıklarımız bu va'zın haklılığına mı işarettir acaba?
Oksidentalistler, Edward Said ve bir çok düşünür; özcü ve indirgemeci ve dahi hükmetme maksatlı olduğunu düşündükleri bu tanımlamalara bolca itirazlar döşeseler de gerçekte Doğu ve doğulular için karşılaştığımız bu tablo, tam da oryantalizmin takdim ettiği, Said'in ise oryantalizm kitabında bu takdime bolca itiraz ettiği gibidir. Loncalardan Ahilere vakıflardan tekke zaviyelere uzanan bizde de böylesi bir potansiyel var kompleksiyle kurgulanan bir tarih yazını da mevcut. Osmanlı, Selçuklu tarihinden olası bir sivilleşme/sivil toplum, demokrasi, rasyonalite imkanı bulmaya ahdetmiş tarihçilerimiz bu konuda hatırı sayılır bir literatür üretmişler. Fakat ne yazık ki bu çabaların çoğu, oryantalizmin takdimine karşı kompleksli yer yer de apolojist çabalar gibi duruyorlar. Ayrıca, alabildiğince reaksiyoner ve duygusal metinler, kurgular gibi görünüyorlar.
Gazze meselesinde Batı'dan yükselen itirazlar, protestolar ve mukavemet sözkonusu kültürün bir yansımasıdır. Rasyonel örgütlenme, organize hareket ve hak arama kültürü; bireysel çıkarları tek bir çatı altında toplayıp bir güce dönüştürme ve bununla dikkat çekme, ses getirme, bunu sürekli halde yapma iradesi v.s tüm bu melekeler kolay kazanılmıyor. Doğu dünyasında despotik irade ve otoritelerin varlığında ancak kitlesel linç veya dönemlik/ geçici parlama şeklinde görülebilen bir ayaklanma/ eşkiyalık tarzında ortaya çıkan bir mukavemet kültürü var.[1] Devrim, ihtilal sürecini yaratacak organize güç birliktelikleri ve buna ön ayak olacak lojistik her tür destek birikimine sahip olmak ise farklı bir kültür evreninin üretebileceği bazı özel kodları, genetiği gerektiriyor. Bu yüzden doğu ve doğulu insan tiplemesi için oryantalizmin yine özcü görülen nitelemeleri olan miskinlik, irrasyonellik gibi genetik kodlar akla geldiğinde de ümit ışığı zayıflıyor. Doğu İslam dünyasında İsrail'in uluorta yerde herkesin gözü önünde sergilediği soykırım ve insanlık suçlarına itiraz ve mukavemetin cılızlığına hatta sessizliğine karşın Batı'da halklarca ve STK'larca, Üniversite kampüslerinde, stadyumlarda ve meydanlarda en güçlü bir şekilde mukavemet, itiraz ve muhalefet gösterilerinin sahnelenmesinin arka planında sanırım bu genetik kültürel kodların etkisi var. Söz konusu yerlerde, özellikle kampüslerimizdeki ve stadyumlarımızdaki sessizlik başka türlü izah edilemez.
[1] Suriye’lilere dönük Kayseri’deki şiddet ve bıçaklama, linçleme, yakma yıkma tavırları bu kültürün Türkiye versiyonu olarak örneklendirilebilir. Gazze meselesinde ise bu kültürün yerine sessizlik, itidal, apolitik tavır ise başka bir değerlendirmenin konusu olabilir.
Yeni yorum ekle