Daha evvel farklı veçheleriyle İstanbul duraklarımdan söz etmiştim… Bir “taşralı” yahut divan şairinin ifadesiyle “kenar” yazarı olarak aynama yansıyan İstanbul siluetini tasvir etmiştim. O tasvirlerde Cağaloğlu’ndaki sığınağım Kitabevi’ne de atıfta bulunmuş, bir şekilde şehir-kitap ve çay üçgenini tamamlamaya gayret etmiştim. İlgilisi, o değinmeleri, Şehir Hayat ve Derviş’ten, İnsan Deniz ve Hayat’tan okumuş olmalıdır. Fakat şimdi başka bir veçhesiyle İstanbul fotoğrafı gönül aynamda yansımaya başladı; o yansımayı tespit sadedinde bir iki hususa işaret edeceğim.
Bir sonbahar günü… Kasımın ilk haftalarıydı. İyi hatırlıyorum, Cağaloğlu yokuşundan tırmanırken Vilayetteki arşiv binasına uğramış; orada Salih Şahin’le çınar ağaçlarının oraya buraya savrulan zînetleri arasında biraz hasbihal etmiştik. Şimdi o arşiv de, o çınar ağaçları da yok… Kasım böyledir; mahzunlaştırır insanı. Salih Şahin, leyl-i meccanen okuduğumuz liseden beri yol arkadaşım; arkadaş gurubumuz içinde eli kalem tutan, ilim ve irfan hayatına nitelikli eserler kazandırmasını umduğumuz bir güzel insandır. Her İstanbul ziyaretinde olmasa da ekseriyetle ona uğrar, arşivin tozlu rafları içinde memuriyet prangaları altında kaybolmaması için tahrik ederdim. Yazmasını, aşina olduğu evraktan yola çıkarak tarihçi akademisyenlerin erişemedikleri sağduyuyla eserler telif etmesini isterdim. Bu ziyaretlerimde mutat, Bâb-ı Âlî’nin tarih kokan bahçesinde çınarları temaşa ederek, bütün bir bahçeyi dolduran ıhlamur kokusunun rayihasını içimize çeke çeke çaylar içerdik. Bazen onun vakti elverirse Sultanahmet Köftecisi’nde, bazen de Cağaloğlu’nda onun bildiği ve güvendiği kebapçıda sohbete devam eder; yazılacak kitapların hayallerini kurar, oracıkta nice eserler telif ederdik.
Şimdi, biraz da isim babası olmam ve her aşamasında bulunmam hasebiyle Salih Şahin’in "Mekân ve İnsanıyla Sivas" kitabına baktım; o eski günlerin hatırası gözümde canlandı. O heyecan, o amatör ruhla yapılan tespitler, vesikaya dokunuş… Birden nasıl olduysa, İstanbul’un orta yerinde taşra siyasetçiliği yapan Alemdağ’ın yöneticileri ve paraya tamah ederek her önüne gelen dosyaya rahatça adını yazabilen ünlü profesörümüz de geliverdi hayal aynama. Neden? Çünkü Salih’in ilk eseri, adını oraya yazmaya tenezzül etmeseler de "Bir Tatlı Huzur Beldesi Alemdağ" kitabıydı. Onu o taşra siyasetçileri sadece bir arşiv uzmanı olarak gördüler, ünlü bir ismin ancak bunu yazacağı zehabına kapılıp meşhur tarihçimizden bir takriz yazısı alarak yola revan oldular. Böyledir bu dünya, bu matbuat tarihi… Biz “Güft ü gûy-ı âleme aldanma hep efsanedir” diye feryad eden Tatyos Efendi’ye kulak verip işimize devam edelim.
Bu yazıdan maksat, Bâb-ı Âlî’yi, Cağaloğlu Yokuşu’nu, İstanbul’daki taşralıları, hep merkezde olduğunu sanıp da daima kenârda kalan akademisyenleri mevzubahis etmek değildi… Lakin ne zaman bu muhite yolum düşse, mütemadiyen merhum Necip Fazıl’ın tembihleri hatırıma gelir; daima dikkat ve rikkatle ehibbâya tebessüm ederim. Sonbahar, çınar ağaçlarının dökülen yaprakları ve içimizi ısıtan çaylar… İşte bu kalsın geride. Kasım kalsın. Günlerden pazartesi olsun mesela. Haftanın başı, Pazar mahmurluğunu kucaklasın. Ankara’dan gelen yolcu, çay faslından sonra yeni bir çay faslı için yoldaşıyla birlikte Cağaloğlu Yokuşu’nu tarih musahabeleri eşliğinde tırmansın. Nereye çıkacak yolumuz? O vakitler ikinci durağımız, daha sonraki dönemlerde de buluşma noktamız olan Kitabevi’ne çıkacak, orada nefeslenecek, bir kitap dosyasını teslim edecek, sonra Süleymaniye’ye yeni keşiflere doğru seyredeceğiz. Şimdi tam da burada, Cemalettin ağabey bir çay getirse, Bayım da puronun ucunu açsa… Nerede? Hayal âleminde tayy-ı mekân ve zaman ediyoruz, ama nefesimiz fizik planda bu hale eremedi henüz. En iyisi kalkıp mutfaktan bir çay doldurayım bardağıma, -Sabri [Koz] ağabeyim yasak koysa da çaktırmadan- pipomu da uyandırayım; işte o vakit Kitabevi’nin içinde cevelana devam ederim.
Evet, Kitabevi’ne bir Kasım günü Salih’in refakatinde elimde dosyamla gelişimi hatırlarım… İlk kitabım, bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen baskısıyla Akçağ’da yayımlanmıştı. Sonra MEB’de Divan yayımlandı. Kitabevine, Bayım’a Arif Hikmet kitabını getirmiştim. Sohbetler edildi, çaylar içildi, tütünler uyandırıldı, türküler dinlendi; sanki sonbahar oracıkta bahara tebdil etti. Lakin dosyaya nazar eden Varış, “Hocam bu gitmez… Resmi bir kurumda yayınlansa iyi olur.” gibi cümleler kurdu, nev-i şahsına münhasır nezaketiyle “hayır” dedi. Her zaman muhabbet için uğradığımız bu sığınakta, ilk defa bir iş için cem olmuştuk; ama sözü uzatmaya gerek yoktu, “eyvallah” deyip yola koyulmuştuk. O vakit doçentlik hazırlıklarıyla meşguldüm, bu kitap da yayımlanırsa iyi olur diye düşünmüştüm. Fakat sonradan bu “hayır”ın hikmetli bir hayır olduğuna tanık oldum… İki binlerin başında yeniden doçentlik kriterleri değişti, o ilk değişimde ISBN vs aranmadan kitap hüviyetini haiz matbuat dosyalara konabiliyordu. Özel bir yayınla kitap dosyada yerini aldı. Daha sonra da tekrar gözden geçirilerek MEB yayınları arasında ilk baskısı neşredildi. MEB baskısı tükenince Varış, o sonbahar “hayır”ını hatırlamış olmalı ki, ikinci baskıyı Kitabevi’nden yaptı.
Şeyhülislam Arif Hikmet Beyefendi, Üsküdar-Medine hattında kitapseverliğin şahıdır… Medine’de kurduğu kütüphane, her ne kadar asıl binası yıkılsa da hala efsane olma özelliğine sahiptir. Vakıf kütüphaneler içinde hatırı sayılır bir tarihi zenginliğe sahiptir. Dolayısıyla onun hakkında yazılan bir eserin Kitabevi’nde neşredilmesi, işin ticari tarafını bilemem, ama kitap-insan ilişkisi bakımından anlamlı bir çabadır. Neden? Çünkü Kitabevinin hizmetkârı Varış, her ne kadar bir yayıncı olsa da ve birileri onu sadece ticari ilişkiler açısından bu sektörün bir parçası olarak görse de esası itibariyle o tıpkı Arif Hikmet Beyefendi gibi bir kitapseverdir. Kültür Bakanlığının, Milli Eğitim Bakanlığının ve Atatürk Dil ve Tarih Kurumunun yapacaklarını yapan bir yayın politikasından söz ettiğimi işin ehli biliyor. Maalesef üniversitelerin döner sermaye hesapları, kazanılan meblağın paylaşımına ilişkin yoğun tartışmalar arasında asli görevlerinden biri olan ilmi eser, araştırma raporları ve çalışmaları yayınlamaya fırsat vermiyor. Kitabevi, işte tam da bunu yapıyor… Peki, ilgili kurumlarca destekleniyor mu? Keşke bu soruya “evet” diyebilseydim; ahbap çavuş ilişkisi içinde kurulan kütüphaneler, vazgeçemedikleri birkaç eseri almakla kifayet ediyorlar.
Şimdi birden aklıma takıldı, Kitabevi’ni ilk defa nasıl keşfettim? Bayımla ilk defa nasıl ve ne zaman tanıştım? İyi ki de bu sorular geldi aklıma, yoksa memleketin kültür ve kitap politikaları etrafında söyleyecek çok sözüm var; o sözleri şimdilik sandıkta bekletip asıl mevzuya dönelim… Bu ilk soru için kalktım kitaplığımda bir aşağı bir yukarı gidip geldim. Şunu hatırladım: Merhum Mehmet Ali Ayni kitapları çıktı karşıma. Evet, Varış’ın bizim kuşağa yaptığı en önemli hizmetlerden birisi budur; merhum Aynî’nin kitaplarını yeniden yayımlamak. Kitabevi’nin ilk yayınları bunlar değil, ama benim bir okuyucu olarak bu yayıneviyle ilk manevi bağım bu kitaplar olmuş. Bu eserleri yayınlamayı aklına getiren yayıncıyı tanımak istemişim. O vakit, şöyle alt katta mıydı, tam hatırlayamadım; bir İstanbul seyahatinde kalkıp gelmiş, ziyaret etmiştim. Sonra Câbirî’den yapılan tercümeler. Bu tercümeleri neşrettiğinde Van’daydım; öğrencilerime ve arkadaşlarıma o kitapları tanıttığımı hatırlıyorum. Ama zamanla Kitabevi kendi toprağımızın değerlerini gün yüzüne çıkarmayı vazife bildi. Bu milli bir yayın çabasıydı; tarih, edebiyat, tasavvuf, düşünce ve halkiyata ilişkin bize ait eserler neşretmeye başladı. Bu Varış’ta türkülerle ortaya çıkan milli duruşa delalet eder; ben de bu özelliği sebebiyle, daha evvelki “hayır”a rağmen Oğlanlar Şeyhi Müfid u Muhtasar dosyasını kendisine teslim ettim. Kitabeviyle yazar-yayıncı ilişkimizin anahtarı bu dosya oldu.
Van’da bir bahar günü Varış aramış, tasavvuf edebiyatına ilişkin makaleleri tasnif etmemi, onları yayınlamak istediğini söylemişti… O gün, daha kemale ermemiş birisiyim makalelerden nasıl kitap çıkarabilirim? Bu bir iddiadır, doğru olmaz diye düşünmüş kendimce “”hayır”ı bu defa ben söylemiştim. Fakat o, bu konuda yanlış düşündüğümü, makalelere kolay erişim için bunun iyi bir yöntem olduğunu söylemişti. İkna oldum mu? O an için olmadım; ama zamanla ona hak verdim. Isparta’ya intikal ettiğimizde ilk işim makaleleri bir dosyada cem etmek oldu. O günlerde, aynı fakültede çalışmamız hasebiyle İsmail Yakıt ile de bu mevzuyu tartışmış; Gazzâlî’nin İhyâ’yı hemencecik oturup yazmadığı, farklı zamanlarda telif ettiği risaleleri bir araya getirerek eserini tasnif ettiğini söylemişti. Kendi kendime telif ve tasnif kavramları etrafında ne kadar tartıştığımı, sonunda Varış’ın kapısını Dost İlinden Gelen Ses dosyasıyla çaldığımı hatırlıyorum.
Geriye dönüp baktığımda bir sonbahar deminde başlanan karşılıklı demlenme sürecinin aşağı yukarı on sekiz yıllık bir zaman dilimine erdiğini görüyorum… Sadece kendi kitaplarımı değil, mesela Sefine başta olmak üzere diğer pek çok kitabın da burada neşrine yoldaşlık ettiğimi söylemeliyim. Bunda Varış’ın millî duruşu, yerliliğinin yanında “hemşerilik” de rol almış olmalıdır. Belki de bizimkisi, sevgili “eniştemiz” Mahmut Erol Kılıç’ın tabiriyle İstanbul’un orta yerinde bir memleket dayanışmasıydı; bilemem… Ama Sivas türkülerinin en hasını orada dinlediğimi açıkça ifade etmeliyim. Taşradan, kenardan gele gele Bursa’yı yurt edindiğimde, çok az da olsa kış sohbetleri ve çiğ köfte fasılları için kalkıp gitmişliğim de oldu. Bu uğramalarda gıyaben tanıdığım Kitabevi muhiplerinden bazılarıyla sohbet etme, dostluklar kurma imkânım da oldu. Şimdi birden merhum Hüseyin Rahmi [Yananlı] çıkıverdi karşıma; Fatiha yolluyorum, ona, Teşkilat Refik [Demir] ağabeye ve sevgili İsmail [Dervişoğlu] kardeşime… Bir de nereden hangi kitabı alıp yurtdışına satacağını bilen Sağman Beyi anmalıyım.
Şimdi kalkıp İstanbul’a varmalı… Lakin bu sefer Beyazıt Yazma Eserler Kütüphanesi Müdürü olarak vazifeye devam eden Salih [Şahin]’e uğramalı, Sahaflar’dan geçip Kapalı Çarşı’yı geçerek Nûruosmaniye Camiinde huzura durmalı. Orada devşirilen huzurla Türk Ocağı’nda Cezmi [Bayram] Beyin Dergâhına selam verip, belki Ankara Caddesinden Kılavuz Reklam’ın hâdimi mektep arkadaşımız “palabıyık” Ömer [Veske]’i de arayıp Kitabevi’nde buluşmalı. Cemalettin ağabeyin ince belli cam bardaklarla sunduğu sıcak çayları içip, bir kitap sohbetinin içinde kaybolmalı… Evet, Kitabevi, buluşma ve kitapta kaybolma noktamızdır. Variş’le varlık, evvelemirde kaybolmaktan geçiyor. Kayboluşlarımızı Kitap bize söylüyor; o söze kulak verip, Kitabın rehberliğinde derlenip toparlanmanın ve bir meseleye ermenin zamanıdır. İmdi niyazım o ki, o ocak daima tütsün, sıcak çaylarla birlikte kayıplarımızı bulmak için yeni arayışlara düşelim!
Not: Bu yazı, aylar önce Kitabevi Kitabı için kaleme alınmıştı… Bu kitap gecikti. Bugün de Kitabevi kapandı; Cağaloğlu’nda hafızamızı oluşturan bir mekândan mahrum kaldık. Bu yüzden, kitaptan evvel bu yazıyı dostlarımla paylaşmak istedim.