Gün Bugünkü Gündür Saat Bu Saat

13 Nisan 2018

Hayatın ayrılmaz bir parçası olan ölüm, tarih boyunca düşünürler, din önderleri ve âlimlerin varlığı anlama ve anlamlandırmalarını sağlayan temel kavramlardan biri olmuştur. Bu anlamda ölüm, şairleri de derinden etkilemiştir. Şairler, bir yandan şair muhayyilenin imkânları dâhilinde öte dünyanın gizemini çözmek istemişler, öte yandan da ölüm kavramının ihsas ettiği anlam dünyasına yaslanarak bizzat yaşanan hayatı anlamlı hale getirmenin yollarını aramışlardır. Bu meyanda yazılan şiirlerde zımnen şu sorunun cevabı aranmıştır: Mademki her canlı ölüm gerçeği ile karşılaşıyor, o halde geçici olan şu dünya hayatını daha anlamlı hale nasıl getirebiliriz? Bu soru, çoğunlukla rind meşrep ve kalender edalı şairleri dünyaya karşı ilgisizliğe sürüklemiş olmalıdır. Fakat bu ilgisizlik, dünyadaki güzellikleri görmekten ve onları şiir dilinin birer sembolü haline getirmekten de alı koymamıştır.

Ölüm gerçektir, dünya hayatı geçicidir; fakat bütün bunlara rağmen, dünyanın keşfedilmeye değer nice güzellikleri vardır. Ama çoğunlukla insan bu güzelliklerin de tıpkı dünya hayatı gibi geçici olduğunu unutup, ölüm gerçeğinden uzaklaşabiliyor. Diğer bir ifadeyle bu güzellikler, dünya hayatının geçiciliğini unutturuyor. Bu durumda kimi şairler, bilhassa geçici güzellikten kalıcı, değişmeyen ve bozulmayan gerçek güzelliğe yönelebilmiş şairler, adeta bir uyarıcı gibi gür ve kararlı sedayla haykırmış ve ölüm gerçeğinden uzaklaşan muhataplarını uyandırmışlardır. Böylesi bir misyonu ifa eden şairlerden birisi Ruhsâtî’dir.  Ruhsâtî, pek çok şiirinde ölüm gerçeğine atıfta bulunarak dünya hayatına ilişkin bir bilinç kazandırmaya çalışmıştır. Bu şiirlerinden birinde, sufilerin vukûf-ı zamanî olarak nitelendirdikleri bir bilinç halinden söz ederek hayatı anlamlandırmamızı ister. Vukûf, durmak ve bilmek anlamlarına gelir. Dervişin dikkat ve özenle belli hususlar üzerinde durması, onları idrak etmeye, kavramaya çalışması halini işaret eder. Meselâ vukûf-i kalbî tabiri, bilhassa Ruhsâtî’nin de içinden geldiği Nakşî gelenekte, dervişin her türlü bağdan, dış ve iç etkiden, hatır ve hayalden kurtulup kalbin hakîkatini idrak etmesi halidir. Böylece kalbini, “mü’minin kalbi ayna gibidir; oraya bakınca Rabbın tecellisi görülür” sözündeki gerçekliğe ulaştırmaya çalışır. Vukûf-i zamanî ise, zaman üzerinde dikkati yoğunlaştırarak, bizzat içinde yaşanılan zamanı anlamlı hale dönüştürme bilincidir. Zaman, hâldir; hâli, her şartta doğru halde tutmak esastır.

Gün bugünkü gündür saat bu saat
Daha dünkü günü göremezsin ha
Ansızın dururken ölüm gelir de
Bir saat evinde duramazsın ha

Şair, “Gün bugünkü gündür saat bu saat” derken, vukûf-i zamânî esasına bağlı olarak, içinde yanılan anın önemine atıfta bulunurken, ikinci mısrada “dünkü günü göremezsin” ikazında da bulunuyor. Bu temel ilkeye göre, zaman üç boyutta karşımıza çıkar; dün (mazi), bugün (şimdi, ân) ve yarın (gelecek)… Dün, geçmiştir, geri getirilemez. Fakat dünün muhasebesi, ânı anlamlandırmak için önemlidir. Dün için istiğfar ve tövbe edebiliriz; ama “keşke”lerle hareket etmek yerine ondan bir ders çıkarıp ân içinde doğru düşüncelere erebiliriz ve makul kararlar verebiliriz. Yarın ise, henüz gelecektir; geleceğe ilişkin kurulan hayallere tûl-i emel denir ve bunlar vukûf-i zamânînin önündeki en büyük engeldir. Esas olan, ânın yaşanmasıdır. Peki, ân nedir? Ân, zamanın en küçük parçasıdır. Ân’ın bir başka anlamı da aşktır; bu bakımdan ân, zamanın en küçük diliminde bile rûhen ve aklen sevgiliyle bir olma bilincidir. Bu bakımdan tasavvuf şiirinde geçen ânı var tabiri, aşkı var anlamında değerlendirilir. Nitekim sevgilinin boyu eliftir, kaşları nûn; elifle nûnun birleşiminden ân meydana gelir. Zaten ân kelimesini etimolojik olarak Farsça’dan gelmiş sayarsak, kelimenin anlamı, “o” demektir; o, yani sevgili. Kelimenin bu anlamdaki Arapça karşılığı, hû’dur. Vukûf-ı zamânî insanı, ona, sevgiliye yani hû’ya ulaştırır.

Ruhsâtî’nin sufi düşüncenin zaman tasavvurundaki önemli kavramlardan birisi olan vukûfî zamânîyi ihsas ettiren bu kıtasında, özellikle üzerinde durulan konu ölümdür. Çünkü ölüm, ân içinde olmadıysa, bir sonraki anda (yarın, gelecek) gerçekleşmesi muhtemel olan bir hâldir. Bu yüzden belirli bir zaman tahdidinde bulunmadan, “ânsızın dururken ölüm gelir” demektedir. Evet, ölüm ansızın gelecektir; dolayısıyla ölüm fikri, ne ertelenecek, ne de unutulacak bir gerçekliktir. Onu her zaman hatırda tutmak gerektir. Ölümü hatırda tutmak, yine Ruhsâtî’nin içinden geldiği gelenek itibariyle, râbıta-ı mevt denilen ölüm gerçekliğini düşünme egzersizleriyle mümkündür. Bilindiği gibi râbıta, tasavvuf dilinin en temel kavramlarından birisidir. Kelime dilimizde, bağlantı, bağlantı vasıtası, bağlılık, tutarlık,  tertip, düzen, bağ ve bağlılık gibi anlamlara gelmektedir. Râbıta kurmak diye bir de deyimimiz vardır; iki veya daha fazla şey arasında bağ kurmak anlamına gelir. Keza, râbıtalı derken düzenli, tertipli, tutarlı, düzgün, ahlaklı ve ağırbaşlı demiş oluyoruz. Râbıtasız ise, münâsebetsiz, tertipsiz ve düzensiz demektir. İmdi bütün bu açılımlardan sonra râbıta-ı mevt tabirine, hayatla ölüm arasında bir ilgi kurmak, hayatı ölüm gerçeğini göz önünde bulundurarak tertipli, düzenli, doğru ve tutarlı bir şekilde yaşamak anlamı verilebilir.  Daha açık bir ifadeyle, râbıta-i mevt, insanın kendi ölümünü düşünmesidir.

İnsan kendi ölümünü nasıl düşünebilir? Ruhsâtî şiirinin diğer kıtalarında bu soruyu açıklıyor.  Diyor ki;

Güvendiğin dallar eline gelir
Kazandığın mallar hep miras kalır
Bülbül gibi dilin kapanır kalır
Dahi bir salavat veremezsin ha

İnsan nelere güvenir? Nedir güvendiği dallar? Kazandığı mallar mı, kendisine kalan miras mı? Mevki ve makamı mı? Üyesi olduğu dernekler mi? Kulüpler mi? Nedir? Güzel sözü, tatlı dili mi? Boyu, saçları, gerdanı veya giydiği kürkleri mi? İnsanın kendini güvende hissetmesini sağlayan bütün muhtemel kaynakları hatırlatırcasına bu soruları sorar ve der ki, bir gün bülbül olan dilin kapanır; tatlı tatlı konuşmayı bir kenara bırak, salâvat dahi getiremezsin. Şair ölümün soğuk tarafıyla bizi buluşturur ve devamla der ki;

Oğlun kızın figan edip ağlarlar
Ayrılık oduna ciğer dağlarlar
Gözün yumar çeneciğin bağlarlar
Eşini dostunu göremezsin ha

Ölüm, geride kalanlar için bir ayrılıktır. Onun için feryad u figân edip, ah u enîn ederek ağıtlar okunur, gözyaşları dökülür. Lakin bütün bunlar geçicidir; zamanla yeni ilgiler ve işler yaşanan bu kederli ânı unutturur. İnsan unutulmasa ne olur? Unutulmamak, ölümü geciktirir mi? Ölmüşü geri getirir mi? Hayır. Peki, ne yapmak lazım? İşte râbıta-ı mevt, insana bu soruyu sordurur. Şair bu sorunun cevabını da yine kendisi verir:

Bir faide kılmaz malın menalin
Bütün hasret kalır kaş-ı hilâlin
Hoşnut et hem çoluk çocuk iyalin
Bir daha hatırın soramazsın sen

Evet, ölüm düşüncesi zaman bilinci kazandırırken eşyayı da anlamlandırmayı sağlıyor. Mal, miras olarak kalan yahut zamanla elde edilen maddi zenginliklerdir; menal ise, bizzat insanın alın teriyle kazandığı servettir. İnsan, gecesini gündüzüne katarak servet kazanmaya ve zenginliğe ermeye gayret eder. Bu gayretin sonunda elde edilen imkânlar, ölümle birlikte el değiştirir, mirasçılara kalır. Hayat böyle devam eder. Fakat bazen servet edinme isteği hırsa dönüşür; insan bırakalım uzaktakileri, en yakınındakileri de kırabilir. Oysa ölüm gerçeğini müdrik biri şairin, “Hoşnut et hem çoluk çocuk iyalin” uyarısına dikkat eder.

Ruhsâtî sadece bu şiirinde değil, başka şiirlerinde de râbıta-ı mevti anlatır. Bir şiirinde açıkça “Nakşî tarîkına girdim/Muhkem imana bağlandım” diyen şair, hakkında pek fazla bilgimiz olmayan Şâkir Efendi vasıtasıyla Erzincanlı ünlü sûfî Terzi Baba’ya müntesiptir. Mamafih o bir yol ehlidir ve bu yolun esasları çerçevesinde anlaşılmalıdır. Bu bakımdan onun şiirleri, öncelikle içine girdiği irfânî yolun dili, usûl ve erkânı açısından değerlendirilmelidir.  Bununla birlikte o, Niyâzî-i Mısrî veya Şems-i Sivâsî gibi bir sûfî şair midir? Hayır, o tasavvufî dilden çok halk âşıklarının dilini kullanmıştır. Bunda, klasik anlamda ilmi bir muhitte bulunmamasının etkisi olabilir. Aynı zamanda seyr-i sülûk tabiriyle ifade edilen irfânî aydınlanma sürecini bir tekkede geçirmemiş olması da ihtimal dâhilindedir. Zaten kendisi de bir şiirinde, “Mudara bir derviş olduk/Kabul eder ise Çalab” der. Müdâra, bilindiği gibi, yüze gülme ve riyakârlık etme anlamlarını da içerir. Bununla o, görüntü itibariyle bir yola girdiğini ve yolun esaslarına bihakkın vakıf olmadığını ihsas ettiriyor. Her ne ise, şair sufiliği ile öne çıkan bir şahsiyet olmasa da, içinde bulunduğu yolun esaslarını halk diline ve halk muhayyilesine uygun bir hale getirmeyi başarmıştır. Bu bakımdan, nasıl Pir Sultan’ı Bektaşîliğin usul ve erkânını bilmeden anlamak mümkün değilse, Ruhsâtî’yi anlamak da ancak Nakşîliğe vakıf olmakla mümkün olacaktır.

Netice itibariyle, şiirleri sazla ve sözle buluşan mümtaz âşıklarımızdan olan Ruhsâtî bir derviştir. Onun şiirlerini okurken veya türkülerini dinlerken, onun zamana, varlığa, dünyaya, aşka, sevgiye ve ölüme yüklediği anlama veya anlamlara bu gözle de bakmak gerektir.  Kim bilir, belki de şair bu gözle bakana nice sırrı faş eder…

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 519 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.