Muhakkik Şair Sun'llâh-ı Gaybî
Tasavvuf, bir yandan ahlaki açıdan olgunlaşmayı sağlarken, bir yandan da bu yolun yolcularına bir varlık bilgisi sunuyor. Ahlak nedir? Nasıl ahlaki açıdan kemale ulaşabilirim? Edepli olmak ne anlama gelir? İnsana saygı ne demektir? Sevgi nedir? Nasıl sevebilirim? Mutluluğun kaynağı nerededir? Bu gibi sorular, tasavvuf yolcusunun, iç âlemini onarmak için cevabını aradığı sorulardır. Belki o bunları hiç sormaz; doğrudan bağlandığı örnek şahsiyeti ve etrafında gözlemlediği uygulamalarla hayatın içinden cevabını verdiği, öğrendiği ve hayata geçirdiği sorular… Bu, tasavvufun ahlaki cephesi.
Bir de şöyle sorular var: Dünya nedir? Hayat nedir? Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Niçin buradayım? Varlık nedir? Eşya nedir? Mevcut ve varlık arasında fark var mıdır? Zaman nedir? Mekân nedir? Zaman ve mekân üstü var mıdır? Bu gibi sorular, onun kendini ve içinde yaşadığı dünyayı tanımasına ve hayatı anlamlandırmasına imkân veriyor. Onun gerçek varlığın farkına varması, kendi hakikatini çözümlemesi böyle başlıyor. İşte tasavvuf, insanı varlık bilincine böylece ulaştırıyor.
Peki sonra? Ahlaki kemale ulaşma çabası içerisinde olan ve varlık bilincine dair cevaplar arayan tasavvuf yolcusu, sonra ne yapıyor? Gerçek varlığı idrak, onu bihakkın anlamak ve anlamlandırma çabası başlıyor…Bu büyük bir çaba. Burada aşk devreye giriyor. Gerçek varlığı aşkla anlamak. Mevlana hep bunu anlattı… Aşk. Yunus da öyle. Aşk, hem bu çileli ve yorucu yolculukta yegâne tutunacağımız dayanak, hem de bizi gerçeğe götürecek rehber oluyor. Aşkla birlikte, tecelli, ilham, hadsî bilgi dediğimiz özel bilgi alanları açılıyor… Çünkü aşk, insanın içindeki dünyanın farkına varmasını sağlıyor… İçimizdeki dünya, Yunus’un “gönül mülkü” dediği nihayetsiz, sınırsız, zaman ve mekânın ötesinde bir ülkedir. Aşk bu ülkenin farkına varmamızı sağlıyor. Gönül, sırça saraydır; bu saraya sahip olma çabası… Zamanla gönül kitabının yapraklarını birer birer okuyan tasavvuf yolcusu, hakikî güzelliğin farkına varıyor. Hakikî güzellik, zamanla bitmeyen, mevsimler üstü bir güzellik… Tükenmeyen bu güzellik, mekânla, kostümle ve makyajla güzelleşen değil, aksine, eşyanın ve mekânın güzellik iksiridir. Bu güzellik uğruna, Ethem gibi, tâc ve taht terk ediliyor. Bu güzellik uğruna, Mecnun gibi çöllere düşülüyor. Bu güzellik uğruna, Mansur gibi Bağdat’ın orta yerinde darağacına koşuluyor. Bu güzellik uğruna, Şemse teslim olunuyor. Aşk, kemali tamamlıyor; idraki açıyor, iç insanını inşa ediyor. İnsan, aşkla hakikî anlamda insanlık şerefine kavuşuyor. İşte bu aşk, tasavvuf yolcusunun bilgi kaynağı oluyor.
Böylesine ahlakî eğitimden geçen, böylesine varlık bilincine ulaşan ve böylesine bir bilgi kaynağını keşfeden insanı tarif ederken biz arif nitelemesini kullanıyoruz. Arif, hem âşıktır, hem âlim. O yüzden o iki kanatlıdır; ne âlim gibi nesnel dünyanın formlarında sıkışıp kalmış, ne de âşık gibi gökyüzünün enginliklerinde kaybolmuştur. O bir yönüyle, burada içimizde, bizden biridir; öteki yönüyle de gökyüzünün enginliklerinde kanat çırpar. Tasavvuf şiiri, işte bu arifin şiiridir. Tasavvuf musikisi, işte bu enginliğin coşkusudur. Bir yönüyle formlar dünyası, öteki yönüyle o formların çok ötesinde vecd ve ahenk. İşte Gaybî, bu vecde ulaşan ve bu ahengi yakalayan müstesna şairlerden biridir. O bir ahlakçıdır, bir bilgi teorisyenidir ve nihayet varlığın künhüne vakıf bir âriftir. Bu itibarla muhakkiktir… Tahkike ulaşmış, iman ve ahlak notasında kemale ermiş, “kendin bilme” hakikatine ermiş bir ârif.
Muhakkik ve şair… Manayı şiir diliyle mayalayan divan sahibi bir şair. Bu gibi şairlere ilişkin burada Ziya Paşa’nın bir beytini hatırlıyoruz:
Şair demek öyle ehl-i hâle
İrâs-ı nakîsedir kemâle
Diyor ki Paşamız, “Hal ehli, ahlakî kemâle ulaşmış, iç barışını sağlamış, rûhen sükûnete ulaşmış divân-ı ilâhiyât sahiplerine şair demek, onlara bir seviye vermez. Aksine, bu nitelemeler, o kemâl sahibi insanı indirgemeci bir bakışla anlamaktır.” Evet, Gaybî, öncelikle, “ehl-i hâl”dir; söylediklerini yaşayan, yaşadıklarının sadece bir bölümünü şiir formu içinde dile getiren şair. Gerçek sanat da bu olsa gerek: Ahlakî olgunluk, Varlığı mana ve mazmunu ile idrak, hakikî aşkın kucağında gerçek bilgiye ulaşmak… Demek ki, sanat iç aydınlığıdır, gönül huzurudur.
Gaybî, Kütahya’da yetişmiş bir şahsiyet… Germiyanlı’nın toprakları, ki bu topraklara Mevlânâ’nın gölgesi çok öncelerden düşmüştür. Ergun Çelebi burada irfani aşkı mayalamış. Daha sonra Hünkâr Hacı Bektaş’ın, daha sonra Hünkâr Hacı Bektaş’ın, Merkez Efendi ve Yiğitbaşı Velî’nin ruhu sirayet etmiş. Bilahare Abdullah-i İlâhî’nin getirdiği Şâh-ı Nakşibendî’nin nefesi, bu bereketli topraklarda neşvünema bulmuştur. Germiyanlı’dan Osmanlı’ya her zaman Kütahya’da irfan pınarları akışır.
Gaybî, bu pınarlardan beslenmiş bir bilgedir. Köklü bir aileden gelir; büyük dedesi Kalburcu Şeyhi olarak da anılan Pir Ahmet, dedesi Çavdar Şeyhi lakabıyla tanınan Şeyh Beşir ve babası Müfti Derviş olarak da bilinen Ahmet b. Beşir’dir. Her birisi yaşadıkları dönemde, çevrelerini irfânî nurla aydınlatmıştır. Bilhassa Kalburcu Şeyhi ve Çavdar Şeyhi, Merkez Muslihiddin Efendinin tasavvufî anlayışının Kütahya’da neşredilmesinde önemli hizmetler ifa etmişlerdir. Babası Müfti Derviş de başlangıçta ilmiye mesleğine müntesip iken, daha sonra, Ümmî Sinân tarîkıyla irfânî ekolün rehberlerinden biri olmuştur. Aynı zamanda bir şair olan Ahmet b Beşir’in, Müfti Derviş, Çavdaroğlu, Çavdaroğlu Ahmet ve Müfti mahlaslarıyla yazdığı tasavvufî neşve içeren şiirlerinden oluşan küçük bir Divân’ı vardır.
Sun‘ullâh-ı Gaybî’nin tahsilini nerede yaptığı ve kimlerden ders aldığı bilinmemektedir. Ancak eskilerin ehl-i ilm ve’l-irfân dedikleri gibi, hem ilmiyeden, hem de şair ve mutasavvıf yetiştiren bir aileden geliyor olması, iyi bir eğitim aldığına işaret eder. Nitekim eserlerindeki içeriğin zenginliği, onun, alanında önemli eserler arasında sayılan değerli eserler yazmasına imkân veren temel eğitim sürecinden geçtiğine işaret eder. Örneğin, risâlelerinden biri olan Mes’ele-i Sülûk’te, devrân ve semâ‘ gibi tartışmalı bir konuda ortaya koyduğu muhteva, onun fıkıh ve tefsir bilgisinin yerinde olduğunu açıkça göstermektedir. Yine Bi‘at-nâme, Rûhu’l-Hakîka ve Mekârimü’l-Ahlâk gibi risalelerinde tefsir, hadis, fıkıh ve ahlâk bilimlerine ait önemli eserleri referans olarak kullandığını görmekteyiz. Risâle-i Esmâ’da ise, bütün bu disiplinlerin yanında kelam ve felsefeye dair bilgilerinin de önemli bir seviyede olduğunu tespit ediyoruz. Tasavvuf felsefesinin en önemli konularından olan Vahdet-i Vücüd, tenasüh, ittihad ve devirle alakalı olarak ileri sürdüğü görüşler ile bu görüşlerini te’yid etmek için müracaat ettiği temel dinî ve felsefî disiplinlere ait eserler, ilmî kişiliğini vermesi bakımından önemlidir. O, eserlerinde bazen Farsça ve Arapça beyitleri iktibas eder. Bunu yaparken ibârenin tercümesini de verir. Bu onun Arap ve Fars edebiyatına âşinâ olduğunun işaretidir. Yine onun, hala görerek inceleme imkânı bulamadığımız, Makâsid-i ayniyye isimli eseri tercüme etmiş olması da bunu teyit eder.
Sunu‘llâh-ı Gaybî’nin çocukluk ve gençlik dönemleri Kütahya’da geçmiştir. Onun hayatı ile ilgili önemli bilgilerimizden biri, doğup büyüdüğü bu şehirden ayrılarak İstanbul’a gelmesidir. Bu yolculuk, onun hayatının dönüm noktalarından birini oluşturur. Neden? Çünkü burada Aksaray Oğlanlar Tekkesi Şeyhi İbrahim Efendi’yi tanımış ve ona intisap ederek hilâfet almıştır. Bu bakımdan, aile itibariyle Halvetî, mürşidi itibariyle de Bayramî-Melâmî gelenekten sayılmıştır. Yolları birleştiren bir muhakkik…
Bazı yazma mecmu‘alarda onun farklı meşreplere isnat edildiğini görmekteyiz. Ayrıca bu mecmu‘alardaki isnatlar, günümüzde yapılan kimi araştırmalar ve hazırlanan şiir antolojilerinde esas alınmıştır. Buna göre Gaybî, aşağıdaki tarikatların mensubu olarak gösterilmeye çalışılmıştır.
1. Bazı müstensihler Gaybî’yi Bektaşi göstermeye çalışmıştır. Başlangıçta "Anadolu'da yetişen büyük mutasavvıfların hemen hepsini Hacı Bektaş Veli müridi ve mu'tekidi şeklinde tanıtmak isteyen Bektaşî an‘anesi", daha sonraki dönemlerde tertip edilen mecmu‘alarda ve günümüzdeki Bektaşî antolojilerinde, sade Türkçeyle ve hece vezniyle yazılmış önemli Tasavvufî şiirleri Bektaşî nefesleri olarak gösterme eğilimindedir. Bektaşî dergâhlarından intikal eden şiir mecmu‘alarının pek çoğunda şairimiz, “Gaybî Dede” ve “Gaybî Baba” gibi isimlerle anılmaktadır.
2. Yine Hurûfî yazarların eserlerinin bir araya getirildiği bazı mecmu‘alarda onun, Keşfu’l-Gıtâ kasidesine de yer verilmiştir. Bundan başka Rıza Tevfik, Gaybi’nin bazı gazelleri ve Keşfu’l-gıtâ kasidesinden hareketle onun Hurûfî olduğunu ileri sürmüştür.
3. Bir araştırmada da Gaybî, herhangi bir kaynak gösterilmeden Sünbüliyye tarıkatına mensub gösterilmiştir.
Gaybî’nin Bektaşiliği ve Hurûfîliği, Bektaşilik ve Hurûfiliğin tasavvuf şiirimizdeki etkisi oranındadır.
Gaybî Risâle-i Esmâ’da zikir anlayışıyla ilgili bilgiler verirken tarikat silsilesini, “Silsile-i Muhammediye” olarak isimlendirir. Böylece o, bağlı bulunduğu tarîkin Muhammedî bir tarik olduğuna da işaret etmiş olmakla birlikte silsile-i Muhammediye’yi şu şekilde izah eder: “Eğer sorsalar ki silsile-i mukaddese-i Muhammediye nedir? Cevap ver ki; mâye-i kâ’inât ve kalem-i mevcûdât hâtem-i enbiyâ Muhammed Mustafa Hazretlerinden âdem-i evliyâ hâtem-i hulefâ İmâm Aliy-yi Murtazâ hazretlerine ve andan İmam Hasan...” Silsileye ilişkin bilgileri, ilgilisi daha evvel yayımlanan kitaplarımızdan görecektir. Fakat şu kadarını söylemek lazım; yetkin bir şair, tasavvuf düşüncesinin en derin mevzularını sarahatle dile getirmesi, onun farklı çevrelerce de kabul edildiğine işaret eder.
Şehre değer katan bir menkıbe
Gaybî, tasavvufî düşüncelerinden dolayı, Kütahya uleması tarafından zındıklıkla itham edilmiş; bu meyanda hakkında çıkartılan dedikodular, konuya dair fazla bilgisi olmayan halkın da tartışmaya girmesine sebep olmuştur. Bu tartışmalar ve dedikodular, zamanla Gaybî’nin tecrit edilmesine matuf bir gelişme göstermiştir. “Bu hâlden müteessir olan Gaybî, sufiyye remzini anlamayanlara akâid-i diniyye-i rehne-dâr idecek bir fikri olmadığını izah için Kütahya hâlkınca “Hüdâ Rabbim” ismi verilen manzûmesini neşreylemiştir.”
Bu manzumenin yazımından kısa bir süre sonra Gaybî’nin vefat etmesi üzerine, Kütahya hâlkı, şeyhin aleyhinde nâhak yere dedikodu yaptıklarını anlamışlardır.
Hüdâ Rabbım manzûmesi, Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat inancını ifade için halk tarafından söylenegelen imanın ve İslâm’ın şartlarını izah eder. O sadece bu manzumede değil, Akâid-nâme, Risâle-i Redd-i Hulûl ve Risâle-i Hâlvetiyye ve Bayramiye gibi risâlelerinde de gerek şahsı ve gerekse tasavvufî anlayışına getirilen eleştirileri cevaplama gayretindedir. O, ismini zikrettiğimiz bu risaleleri de Kütahya’da yazmıştır. Kendisinin ehl-i sünnet inancında olduğunu, hulûl ve tenâsühü reddettiğini ve her zaman şeriatın emirlerini yerine getirdiğini söylediği bu risâlelerinden başka, Risâle-i Esmâ’da Kütahya halkının değer verdiği Ümmî Sinan’ın hâlifelerinden Muslihiddin Efendi’nin yolunda gittiğini açıklama ihtiyacı hissetmiştir. Bununla da kalmayarak Mes’ele-i Sülûk ve Devrân risâlelerini kaleme almıştır. Bu iki risâlede de devrâna getirilen eleştirileri cevaplayarak, devrân ve semâ‘ın hak olduğunu isbata çalışmıştır. Bayramî-Melâmiliğinde devrân ve semâ‘ın olmadığı düşünülürse, her iki eseri de kendisine karşı yapılan eleştirilere cevap niteliğinde görmek mümkündür. O, bu risâleleri kaleme alarak, bir yandan güncel olan bir tartışmaya girerken öte yandan da kendisinin Kütahya’da bariz bir etkiye sahip olan Hâlvetî muhîtin içinde olduğunu telmih etmiştir.
Harf Kabında Mânâ Suyu
Şiire dönersek… Mevlâna, “Harf kaptır, içindeki mânâ su gibidir” der. Şiir, bilhassa keşfe ulaşmış şairin şiiri, harf kabında mânâ suyunu sunmaktır. Bu bakımdan Gaybî’nin şiirinde, mânâ öndedir.
Gaybî, mânâ suyunu bizzat kaynağından alarak bize harf kabında sunar. İşte keşf budur; ana kaynakla bizi buluşturuyor. Mamafih onun şiirinde, temel dinî kavramların irfânî açılımlarının yanında, vahdet-kesret, mâsivâ, tecellî, celâl ve cemâl bağlamı içinde tevhit ve sûfînin aşması gereken dört kapı etrafında önemli açılımlar vardır. Bunlar hemen her sûfî şâirin dile getirdiği hususlardır. Ancak Gaybî, bütün bu konuları ele alırken, çok açık bir biçimde meseleleri dile getirir. Filozof Rıza Tevfik merhumun da belirttiği gibi, “Gaybî, pek kısa ve pek açık Türkçe bir şiire bütün bir felsefeyi dercedebilecek yetkinlikte bir şairdir.” Bu bakımdan Gaybî Divanı, tasavvuf düşüncesinin inceliklerine vakıf olmak isteyenler için vazgeçilmez bir kaynaktır.
Onun şiirinin temel iki hususiyeti vardır; ilki bu mânâdır, ikincisi ise, o manayı takdim ettiği harfler dünyasıyla alakalı. Yani kullandığı dil. Bu açıdan Gaybî’nin, kolay anlaşılır bir Türkçe kullandığını söylemek mümkündür. Tabi bu Türkçe, onun dönemi içinde değerlendirilmelidir. Bugün, belki onun kullandığı bazı kelimeleri anlamakta güçlük çekebiliriz; ama dönemi açısından düşünüldüğünde, külfetsiz, okuyucuyu yormayan bir dil kullandığı görülecektir.
Yeni yorum ekle