-Bazı mülahazalar-
Klasik kültürümüzde hikmet, amelî ve nazarî şeklinde ikiye ayrılarak ele alınmıştır. Ameli hikmet, medenî, menzilî ve hulkî gibi kavramlarla ifade edilir ki, temelinde hayır ve güzellik vardır. Buna göre, bireysel ve sosyal hayatı alakadar eden icraatlarda, hayırlı ve güzel olanı ortaya koymak icabeder. Bu temel ilke, kişinin idraki oranında, hayatın hemen her alanında uygulanabilir. Bireysel tercihlerim, ilgi ve tutumlarım benim ve toplumum için faydalı ve güzel midir? Bu temel soru, toplum için ürettiklerimiz etrafında da sorgulanabilir. Buna göre ortaya çıkacak ürün, sözgelimi eğer bir tasarım ise, hem yararlı ve hem de estetik bir eserin ortaya çıkmasına imkân verecektir. İslam toplumu bu anlamda ameli hikmeti ne kadar hayata geçirdi; bu ayrı bir mevzudur, ama temel ilke ortadadır: Hayırlı ve güzel olanı hayata geçirmek veya yanında yer almak!
Nazarî hikmet ise, işin daha çok teorik yönüne işaret eder ve dolayısıyla da kavramsal yönü öne çıkar. Bunu da, tabiî, riyâzî ve ilâhî hikmet şeklinde tasnif edenler olmuştur. Tabiî hikmetle uğraşanlar feylezoflar yahut hekimlerdir; felsefeyle sağlık ilimleri paralel gider... Felsefî yönü de olan hekim, hekîm-i hâzıktır. Riyâzi hikmet, matematikçileri ve dolayısıyla hendese ile iştigal eden âlim ve zenaatkârları hatırlatmaktadır. Matematik, genel itibariyle, ölçü ve değer farkındalığına ulaşmayı ifade eder. Buradan bakınca hikmetin ölçü ve değer yönüne atıfta bulunmak mümkündür. Keza ilâhî hikmet, en genel anlamıyla teologları yahut geleneksel tasnifle ifade etmek gerekirse, mutasavvıf, kelamcı ve işrâkî filozofları ifade eder. Hattı zatında günümüzdeki ilahiyat ilimleri, nazari hikmetin bu yönüne muvafıktır: Tasavvuf, Kelam ve İslam Felsefesi esas alınan ilimlerdir.
Burada klasik kültürdeki hikmet algısını tahlil edip ve onu günümüzdeki algı / algılarla mukayese ederek yeni bir kısım çözümlemelere gidecek değiliz. Muradımız, İlahiyat ilimlerine hikmet kavramını esas alarak bakmak ve gelenekte bu ilimlere ilişkin manayı taşıyan dile kısaca atıfta bulunmaktır. Öncelikle konuya temel oluşturacak bir tasnif yapmak iktiza ediyordu; onu bu giriş bölümünde kısaca yapmaya çalıştık. Bu tasnife göre, ilahiyat ilimlerinin eskilerin nazarında dini ilimler (ilm-i edyân) ve alet ilimlerini içermekle birlikte, esas itibariyle nazari hikmetle ilişkili olduğunu ve bu ilişkiye istinaden ameli hikmetle tecelli eden bir yöne sahip olduğunu görmüş oluyoruz. Şunu açıkça söylemek mümkündür: İlahiyat ilimleri, hikmeti tedris eden ilimlerdir. Talip, burada elde ettiği hikmetle, hayır ve güzellik ekseninde, ölçülü ve toplumsal değerlerin ayrımında, zamanın ruhuna uygun olarak dini hükümleri sunmayı öğrenecektir. Şu halde o, sadece bir nakilci değil, aynı zamanda hüküm çıkartabilen ve yol gösteren bir mürşit olarak yetişecektir.
Bu tespitimiz, ilahiyat ilimlerine veya bu ilimlerin verildiği kurumlara yeni bir algı kazandırma çabası olarak görülmemelidir. Zira tarihte, ilahi hikmetle meşgul olanlar, hakîm olarak nitelendirilmişlerdir. Muhakkik ve müctehid gibi temel kavramlarımız da, bu hakîmlik nitelemesini doğrular niteliktedir. Diğer bir ifadeyle, içine girilen eğitim ve öğretim süreci talibi hakîm olarak hazırlamaz ise, oradan ne muhakkik ve ne de müctehid çıkacaktır. Demek ki, ilahiyat ilimleri ve bu ilimlere ilişkin müfredat çabası, öğrenciyi hakîm sıfatına hazırlayacak seviyede olmalıdır. Burada sadece ilahiyat ilimleri, hikmet ve hakîmlik kavramları arasındaki rabıtaya dikkat çekiyor, uygulamaya ilişkin teorik tespitlerden –şimdilik- kaçınıyoruz. Kaçınıyoruz; zira ülkemizde maalesef siyasi mülahazalarla itibarsızlaştırılan ve zaman zaman müdahalelerle bir türlü kendine mahsus bir dil kurulmasına imkân verilmeyen bir alandan söz ediyoruz. Bu alan, kendini sorgulayarak, bulunduğu yeri ve geleceği noktayı tespit edecek entelektüel birikime sahiptir. Zaman içinde kendi yatağında akacak cesarete ve yetkinliğe kavuşacak; işte o vakit, hakîm ilahiyatçılar bu topluma hizmet edeceklerdir.
Hikmete, beklemeyi bilenler erişir; ilim tahsil etmek ve hayatın içinde o bilgiyi test edecek yolculuklara çıkmak, tecrübeyi artırmak ve böylece demlenmek… Yunus’un ifadesiyle, “ilim ilim ilmekle, ilim kendin bilmekle” zuhur edecektir. Zaman ırmağının hırçın dalgılarına –ki bunlar siyasi algılar ve itibarsızlaştırma çabalarıdır- aldırmadan sabırla beklemek, gerektiğinde deli dalgalara ve rüzgâra karşı kürek çekme cesaretini gösterecek azim ve kararlılıkta olmak, kimi zaman da o dalgalara dalmakla ve habs-nefes yaparak halîm sıfatıyla mücehhez olmak lazımdır. Maalesef Meşrutiyetten bu yana, sadece dini ilimler değil, geleneksel ilimler ve sanat tezyif edilmiş, ulema ve sanatkârlar itibarsızlaştırılmıştır. Yeni bilimsel paradigmaları ve algıları muhkem kılma çabasının tabii neticesi olan bu durum, 6 Mart 1924’te Resmi Gazete’de yayımlanan 430 sayılı Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu’nun 4. maddesine istinaden İlâhiyat Fakültelerinin kurulmasına da imkân vermiştir.
Burada daha evvel çeşitli vesilelerle dile getirdiğim şu hususu yeniden söylemek isterim: Özelde ilahiyat eğitimi, genelde din eğitimi gündelik politikaların bir parçası olmaktan kurtarılmalıdır. İlahiyat fakülteleri, kuruluşu ve mantalitesi itibariyle yeni ve modern kurumlardır; dolayısıyla buradan beklenen, kanunun öngördüğü çerçevede dini tedrisatı sürdürecek öğretmen ve din hizmetlerini deruhte edecek nitelikli insanı yetiştirmektir. Böyle kurgulandığı içindir ki, istatistikî verilere bağlı bir gelişim süreci yaşamış; zaman zaman öğrenci sayısı artmış, zaman zaman da azaltılmış ve hatta kimi zaman durdurulmuştur. Bu gidişat, nitelikli ilahiyatçıyı yetiştirme çabasından ziyade ihtiyacı gidermeye odaklanmıştır. Şimdi artık gelinen bu noktada, hem ihtiyacı karşılayan ve hem de sosyal ve beşeri bilimlerin önünü açacak yetkin ilahiyatçıların –kelimenin tam anlamıyla âlimlerin- yetişmesine dönük çabaları ortaya koymak gerekiyor.
Daireyi tamamlayıp sözün başına dönersek, anahtar kavramımız olan hikmet’i hatırlamış oluruz. Hikmet, farklı disiplinler açısından tanımlanan bir kavramdır; burada o tanımları teker teker zikredecek değilim; ancak Ahterî’nin kelimeye yüklediği anlamı hatırlatmak isterim. Zira Ahterî, kelimeyi sebep, illet ve kavl-i sahîh şeklinde tanımladıktan sonra şöyle diyor: “Hikmet akıl da demektir. Çünkü o sahibini bilgisizlikten alıkor.” (Ahterî Mustafa Efendi, Ahterî-i Kebîr, (Haz. A Kırkılıç-Y. Sancak, Ankara, 2009, 358) Şimdi hikmeti akıl olarak tanımlayan bu izahatı nazarıdikkata alarak, hakîmi de akıl sahibi olarak tanımlamamız mümkündür. Zaten Ahterî, hakîm kelimesini, âlim ve sâhibü’l-hikmet şeklinde tanımlıyor; sonra da “işlerini sağlam yapan” şeklinde anlamı genişletiyor (Ahterî, 280). Bu kısa tanımdan hareketle, içinde yaşadığımız bilgi çağını ve herkesin her bilgiye kolayca ulaşma imkânını dikkate alarak şu tespiti yapmak durumundayız: Bizi bilgisizlikten alıkoyan akıla ulaştıracak âlime ihtiyaç vardır. İşlerini sağlam yapan âlim… Bu âlime ihtiyaç var. Şimdi siyasallaşan eğitim anlayışı, medyatik nüfuz ve itibar devşirme gayretini öne çıkartan eğilimleri ve zamanın ruhunu idrakten yoksun tekrarcı telakkileri dikkate alarak bu ihtiyacı gidermenin yollarını aramalıyız.
Burada tabi, “nasıl bir eğitim ve bu eğitime zemin hazırlayacak nasıl bir müfredat?” sorularının sorulması, bu sorulara ilişkin iyi niyetli farklı görüşlerin telif edilmesi ve uygulama imkânlarının oluşturulması iktiza eder. Elbette oluşturulacak müfredatın, zamanın ruhuna uygun bir dil evrenine sahip olması lazımdır. Dil, ilk ve orta öğretimdeki boşlukları –hatta dil politikalarının oluşturduğu açığı- tamamlayarak gelişmelidir. Şimdi ilk ve ortaöğretim süreçlerinin, lisans düzeyine hazırlık açısından yeterliliğini tartışacak değiliz; ama genel görünüm ortadadır: Sürekli sınavlara hazırlanma çabası içinde olan öğrenciler, edebi ve kültürel zevki tadacak okumalardan, sanat faaliyetleri ve sosyal etkinliklerde tecrübe kazanacakları zaman ve zeminlerden mahrumdurlar. Bu da hikmeti talep edecek akademik süreçlerin gecikmesine sebebiyet vermektedir. Belki şunu söylemek de gerekir; ilahiyat eğitiminden biz eğer toplumun temel ihtiyacı olan hakîm / âlim insanı yetiştirmek istiyor isek, onu gelenekte olduğu gibi, hikmetin diliyle de buluşturmamız lazımdır.
Hikmetin dili nedir? Bu tabirden şunu anlıyoruz: Hikmeti, mana ve muhtevasına uygun bir lisan ile sunmaktır. İnsanın idrakine, mana ve muhtevayı takdim etmek… Gelenekte bunun sanatla, edebiyatla, şiir diliyle oluştuğu görülür. Diğer bir ifadeyle, hemen pek çok âlimin bir sanat alanında tebarüz etmesi, elde edilen bilginin muhataba olgunlaştırılarak sunulmasına fırsat verir. Bu meyanda mimariden, plastik sanatlara ve geleneksel tezyini sanatlara bakıldığında, orada verilmek istenen mesajın nasıl da olgunlaştırıldığını görür ve onu yorumlamaya çalışırız. Günümüzde olduğu gibi, tek anlama gelen cümleler değil; muhatabın idrakine göre açılan derin / katmanlı anlamlar… Derin anlam ve farklı katmanlar diyorum; zira din dili, sadece müteşabih ayetlerde değil, muhkem ayetlerde bile, farklı okumalara imkân veren bir dildir. İşte bu dil, ilmi çaba ve tespitleri sanatın incelikleriyle buluşturan dildir. Bendenizin hikmetin dili tabirinden kastettiğim de budur: Bilgi, duygu ve düşünceyi, muhatabın idrakine sunmamızı sağlayan dil. Bu dili, eslaf daha çok şiir dili içinde kullanmıştır. Tevhid, münacat, esmâü’l-hüsnâ ve na’t gibi dini edebi türlerin yanında, akaidname, ilmihal, hacname, pendname gibi dini ve ahlaki mevzuları da şiir dilinin enstrümanlarından yararlanarak telif etmişlerdir. Şiir dili, verilmek istenen mananın kalıcılığını da sağlamış; hemen her dönemde yapılan şerhlerle mana yenilendiği gibi, metin de tanzir, tahmis ve taştir gibi yöntemlerle yenilenmiştir.
Bu tebliğ çerçevesinde Türkçe din dilinin tarihine atıfta bulunacak değiliz; konuya ilgi duyanlar, bendenizin “İlahiyat Araştırmaları: Dil ve Edebiyat” (Türk Bilimsel Derlemeler Dergisi, II, 1, Bahar, 2009, 45-50.) makalesine müracaat edeceklerdir. Lakin burada şu tespitleri yeniden ifade etmek isterim: Türkçe din dili, şiir dilinin imkânlarından yararlanarak gelişmiştir. Bu durum, yazılan eserlerin ezberlenmesini ve böylece şifâhî kültüre intikalini kolaylaştırmanın yanında, Vesîletü’n-Necât ve Muhammediye örneklerinde olduğu gibi musikiyle de birleşerek farklı ihtifallerde okunan metinler haline gelmesini sağlamıştır. Öte yandan şiir dili, din diline derûnîlik kazandırmıştır. Derûnî dil, hem ahenkli, ritmik, hem de tecrübî yönü öne çıkan bir dildir. Kâfiye, redif, iç kâfiye ve ses tekrarlarıyla âhenkli hâle gelen bu dil, yazılan metnin bestelenmesi ve asırlarca okunmasını sağlamıştır. Daha çok da sehl-i mümteni üslûbuyla tebârüz eden eserlerde, müellifin ele aldığı konuyu öncelikle kendi iç âleminde tecrübe ettiği görülebilir. Diğer bir ifadeyle derûnî dilde din, yaşanarak anlatılmıştır. Fakat XV. Yüzyıldan itibaren, medresenin Arapça ve Farsçaya daha ağırlık verdiği zamanlarda, Türk dilinin gramer yapısından daha çok uzaklaşılmıştır. Böylece derûnî dil, büyük oranda tasavvuf şiiri içerisinde kalmıştır.
Evet, hikmet, ilahiyat ve dil bahsi, bu tebliğ sınırları içinde bizleri hikmetin dili ve derûnî dil gibi tabirlere götürdü. Bu tabirler, elbette eslafın çokça üzerinde durduğu tabirler değildir. Bu modern bir konudur; hattı zatında bu gibi tabirleri kullanmak, içinde yaşadığımız çağın ihtiyacıdır. Çünkü bu ihtiyaç, günümüzün daralan ve tüketen dil ortamında, alan körlüğüne hapsolup akademik kaygı ve endişeyi varoluş hakikatinin önüne çıkartan zihniyeti işaret eder. Zira günümüzün din dilinin temelinde, Cumhuriyet döneminin siyasi yükünün izlerini görmek mümkündür. Şöyle ki, Mehmet Akif Ersoy ve arkadaşlarının çabaları, Dâru’l-Fünûn’da kurulan İlâhiyat Fakültesi’nin hocalarının telif ettikleri ders notları, Hak Dîni Kur’an Dili ve Tecrîd-i Sarîh Tercümesi gibi temel eserlerin bir proje dâhilinde neşri, yeni dönemde din dilini kurmaya matuf samimi gayretler olarak dikkat çeker. Ne var ki, bu samimi gayret, Dâru’l-Fünûn İlâhiyat Fakültesi’nin kapanmasından sonra, siyasi müdahalelere maruz kalmış; bu yüzden de tekâmül edememiş ve köklü bir dil geleneği kurulamamıştır. Şimdi ülkemizin ilim ve düşünce birikimini, daha geniş coğrafyalara ve yarınlara taşıyacak bir dili, hikmetin dilini ve derûnî dili kurma çabasında olmalıyız. Yapılacak düzenlemelerin bu çabanın eseri olmasını dilerim.
[Bu metin, BEU İlahiyat Fakültesi’nin 12-13 Aralık 2013 tarihlerinde Zonguldak’ta düzenlediği Akademide Felsefe Hikmet Din Sempozyumu’nda sunulan tebliğden alınmıştır.]