İslamofobi kavramının doksanlı yılların başlarında kullanıma girdiği ve milenyumdan sonra daha popüler hale geldiği görülüyor. Burada 11 Eylül olaylarının bir dönüm noktası olduğu, o tarihten sonra meydana gelen pek çok terör eyleminde referans gösterildiği bilinmektedir. Bununla birlikte, 11 Eylül olaylarından sonra Doğuda ve Batıda insanların, bir yandan bu olayların maddi sebeplerini ve motivasyonlarını anlamaya çalışırken bir yandan da tarihi arka planını ortaya çıkarma gayretinde olduklarını görmekteyiz. Kavram yeni olmakla birlikte, acaba onun çağrıştırdığı kırılma ve çatışmaların nedeni geçmişten gelen kültürel, geleneksel ya da daha önemlisi dini farklılıklar olabilir mi?
Bu konularda 11 Eylül olaylarından sonra artarak devam eden akademik çalışmalara genel itibariyle baktığımızda üç ana yaklaşım görüyoruz: Birincisi, bazı araştırmacılar genellikle konuyu bir şekilde Müslümanların inanç özelliklerine bağlayarak İslam’ı sorgular hale gelmektedirler. Burada aslında İslam’ın özünde “radikalleşmeye” ve hatta “teröre” sevk eden unsurların bulunduğundan hareketle, Batılıların İslam’dan ve Müslümanlardan korkmalarının doğal olduğu kanaatine varmaktadırlar. Bunlara daha çok Müslüman olmayan Batılı akademisyenler arasında rastlamaktayız. İkincisi, bazı Müslüman araştırmacılar da genellikle bu tezlere cevap verme gayretiyle, zaman zaman “özür beyan eder” konuma da düşerek, bir yandan İslam’ın aslında barışçıl, saf ve temiz bir din olduğunu ispat etmeye gayret ederken, diğer yandan Müslümanların bireysel kusurlarından hareketle modern zamanlarda İslam’ın yanlış anlaşılıp yorumlandığını göstermeye çalışmaktadırlar. Üçüncü yaklaşımda ise bazı araştırmacılar İslamofobiyi, Batı’nın öteden beri süregelen siyasi ve ekonomik hegemonya hırsından kaynaklanan zihinsel kodlarının tezahürü olarak görmektedirler. Aşağıdaki analizler bu üçüncü yaklaşım kapsamında değerlendirilebilir.
Bir kısım akademisyenler konunun aslında insanoğlunun yaratılışıyla birlikte iyi-kötü çatışması halinde başlayıp günümüze kadar süregeldiğini öne sürerken, bazıları da İslam’ın başlangıcını esas alarak, bunun bir Müslim-Gayrimüslim çatışması olduğunu iddia etmektedirler.
O kadar gerilere gitmeden tarihi seyri içerisinde ele alacak olursak, konumuzla alakası bakımından kabaca bir bakış ile İslam dünyasının Hıristiyan dünyası ile üç dönemde karşılaştığını söylemek mümkündür. Bunlardan birincisi Endülüs Emevi devleti ve Haçlı seferleri, ikincisi Batıdaki sanayi devrimi ile birlikte sömürgeler dönemi, üçüncüsü ise ikinci dünya savaşı sonrası göçmen işçiler dönemidir.
Emevilerin Kuzey Afrika üzerinden Batı’da İber yarımadasına geçerek, orada devlet kurması ve Doğu’da Selçukluların Anadolu’ya kadar inmesiyle birlikte Hıristiyan dünyasında bir tür kuşatılmışlık duygusunun yaşanmaya başladığı görülmektedir. Bu duygunun dini inançları harekete geçirdiği ve Haçlı seferleri diye bilinen savaşların başlatılmasına neden olduğu bilinmektedir. Burada Kutsal Kudüs şehrinin işgalden kurtarılması, Haçlı seferlerinde ‘kızıl elma’ hedefi olarak konulmuştu. Ancak bunun için Hıristiyan dünyasında maddi ve manevi güç toplamak gerekiyordu. Gerekli olan askeri ve lojistik desteğin sağlanabilmesi için de “düşman”ın iyice tanıtılması şarttı. Bu nedenle o dönemde Müslümanlar için belirleyici sıfat olarak barbar, zalim ve zorba kavramları kullanıldı. Böylelikle “öteki” olarak belirlenen ve kötülük menşei olan Müslümanların elinden kutsal şehir Kudüs’ün kurtarılması ilahi bir görev haline gelmekteydi. Bunun için geniş halk kitlelerinin büyük desteğine ihtiyaç vardı ve bu destek ancak güçlü bir inançla sağlanabilirdi. O halde Müslümanlardan kurtulabilmek için hem Hıristiyanlıkta dini temeller tespit edilmeli, hem de İslam dini içerisinde, ondan neden uzak durulması gerektiği konusunda haklı gerekçeler bulunmalıydı.
Hıristiyanlık içerisinde halka verilecek mesaj, yukarıda işaret edildiği üzere barbar, zalim ve zorba olan Müslümanların işgal ettiği kutsal Kudüs şehrinin bir an evvel kurtarılmasıdır. Zira Müslümanlar hem Hıristiyanlığın merkezine saldırmış oluyorlar, hem de işgal ettikleri kutsal topraklarda tecavüzler, zulümler yaparak fitne çıkarıyorlardı.
15. ve 16. Yüzyıllarda Avrupa’da görülen Aydınlanma döneminin temelinde, Katolik Kilisesi’nin siyasi ve maddi motivasyonlarla uyguladığı akıl dışı politikalardan uzaklaşma çabası olduğu kadar, Doğu’nun o dönemde ulaştığı ilmi seviyenin etkisi de yadsınamaz. Ne var ki, coğrafi keşiflerle birlikte maddi olarak güçlenen “Batı” artık dünyaya yönelecek ve “Doğu”yu duygusal, mistik ve uhrevi dindarlıkla itham edecektir.
Nitekim “Batı” akla yönelerek kilisenin uhrevi vaatlerine inanmaktan kurtulmuş, deneysel bilim ile de ‘iman’ etmeye ihtiyacı kalmamıştır. Bu nedenle artık Kudüs kutsal şehir olarak ‘kızıl elma’ değildir. Kilisenin dogmatik ağırlıklarından kurtulan “Batı” kendisini sağlam bir kaynağa dayandırmalıydı ve en uygun kaynak da “Atina” idi. Din adamlarının yerine Antik Yunan filozofları kendilerine yol gösterici olabilirdi. Nitekim onlar, bu dünyaya dair şeyler söylüyorlardı. Böylelikle düşüncenin merkezi de “Avrupa”ya taşınmış olmaktaydı.
Bu şekilde Aydınlanma sürecinde kilisenin hegemonyasından kurtulan “Batı” için cenneti bu dünyada yaşamak mümkündü ve bunun için de maddi kaynaklara ihtiyaç duyulmaktaydı. Coğrafi keşiflerle elde edilen Asya ve Afrika’daki yeraltı kaynakları, dünyada cenneti yaşatabilecek kadar zengindi.
Diğer taraftan, oralarda yaşayan insanlar da hem yeraltı kaynaklarının çıkarılıp işlenmesinde, hem de Avrupalı efendilerin günlük hizmetlerini yerine getirmede kullanılabilirdi. Bunun için onların geri kalmış, kabiliyetsiz, aklıyla değil duygularıyla hareket eden insanlar olarak tanıtılması ve kendilerinin de buna inandırılması gerekirdi. Sosyal statüleri yükselmemeli, yüksekokullarda eğitim alarak bürokrat, yönetici ve politikacı olmaları engellenmeliydi.
Bu politikalar, 17. ve 18. Yüzyıllarda fiilen köleleştirme ve sömürgeleştirme şeklinde uygulanmış ve kabaca bir tasnifle düşünülecek olursa, ikinci dünya savaşına kadar da devam etmiştir. İkinci dünya savaşının, “Batı” için bir kırılma noktası niteliğinde olduğu görülmektedir. Zira ‘kapitalist’ düşüncenin telkin ettiği, servetin ve gücün en hızlı şekilde yegâne sahibi olma hırsını, Protestan ahlakı da dizginleyememiş ve neticede Avrupa büyük bir felaket yaşamıştır.
İkinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan işgücü açığı önemli bir sorun olarak ortaya çıkmış ve bunun giderilmesi için öncelikle eski sömürge ülkeleri ve Ortadoğu’ya müracaat edilmiştir. 1970’lere kadar yasal olarak ve Batılı ülkelerin talebi üzerine gerçekleşen iş gücü transferinin Batı’da yeni bir sosyal tabaka oluşturduğu ve ‘göçmen işçiler dönemi’ni başlattığı görülmektedir.
Ortadoğu ülkeleri ve Türkiye’den giden ‘göçmen işçilerin ortak özellikleri Müslüman olmalarıdır. Türkiye kökenli ‘göçmen işçiler’ açısından bakılacak olursa, ‘birinci nesil’ tabir edilen kesimin genellikle Anadolu’nun kırsal yörelerinden giden, geleneksel Müslüman kimseler olduğu görülür. Genellikle eğitim düzeyleri düşük olan bu kesimin Avrupa’ya göç etme amacı para kazanmaktır.
1980’lere kadar bu nitelikteki iş gücü Avrupa ülkelerinin işine yaramış ve üretimlerini arttırırken sosyal olarak da bir problem teşkil etmemişlerdir. Çünkü göçmen işçiler, kendilerine uygun görülen sosyal statüyü zorlamamakta ve hem hizmet sektöründe hem de el emeğine dayalı işlerde oldukça faydalı olmaktaydılar.
Ancak 1980’lerden itibaren iki hususta bu seyri değiştirecek gelişmeler yaşandı. Birincisi, göçmen işçilerin çocuklarının artık yetişkin ve eğitimli bireyler haline gelmesidir. Yaşadığı ülkenin dilini konuşan, yerel halkın çocuklarıyla aynı sınıflarda eğitim almış olan ‘ikinci nesil’ kuşağının hayattaki amaçları da, sosyal talepleri de ‘birinci nesil’den farklıydı. Onlar, ebeveynleri gibi alt sosyal tabakada yer almak istemiyorlardı ve ülkenin yönetici sınıfına geçmeyi hedefliyorlardı.
İkincisi, Avrupa ülkelerinde sendikaların güçlü örgütlenmeleriyle birlikte işçi maliyetleri artmış ve el emeğine dayalı üretim, üçüncü dünya ülkelerine kaymıştı. Böylece bir taraftan sosyal statüsünü yükseltme gayretinde olan göçmen işçi nesli, diğer taraftan da küçülen ekonomik pastadan daha fazla pay istemekteydi. Ayrıca, aynı sınıflarda eğitim alarak büyüyen yerli ve göçmen çocukları, aynı yöneticilik kadrolarına müracaat etmekte, hatta belediye encümenlerine ve ulusal meclislere seçilmek için aynı bölgelerden aday olmaktaydılar. Demokratik yollardan seçimi kazanmak için seçim meydanlarında olmasa da, siyasi kulislerde göçmen işçi çocuklarının Müslüman kimliklerine vurgu yapmak stratejik bir yöntem olarak cazip görünmektedir. Bu dönemde ‘Müslüman’ bir kez daha ‘öteki’ olarak tanımlanmaktadır.
Batı açısından yeni ‘öteki’ tespit edildiğine göre, artık onun antipatik özelliklerini de halka iyi anlatmak gerekiyordu. Buna göre İslam’ın “Batılı değerlerle” uyumsuzluğu, Müslümanların geçimsizliği ve hatta İslam’ın başından beri hep kötülük kaynağı olduğu, yerine ve zamanına göre belli ölçülerde kamuoyuna aktarılmalı ve kitleler ikna edilmeliydi.
Buna mukabil, ara sıra Müslümanların içinden de iyi insanlar çıktığı, onların “Batılı değerlere” uyum gösterdiklerini vurgulamak da ihmal edilmemeliydi. Böylece Müslümanlar içerisinde de bahsedilen ‘iyi’ gruba dahil olma ve kendilerinin “Batı”ya zararsız olduğunu ispat etme gayreti gelişecekti. Bu arada Avrupa’da İslam korkusu ve onun yansıması olarak ortaya çıkan nefret suçlarını farklı bir bakış açısıyla ele alarak İslam’dan ve Müslümanlardan neden korkulması gerektiği şeklinde irdelemek daha yararlı olabilirdi.
O halde İslamofobi, Batının düşünce kodlarında öteden beri var olagelmiş, yeri ve zamanı geldiğinde dönemin şartlarına göre siyasi ve ekonomik hegemonyayı garanti edecek bir enstrüman olarak kullanılan, sihirli bir kavram olarak her dönemde farklı şekilde karşımıza çıkabilir.