On yıl önce kızımın yaşamakta olduğu Zürih’e eşimle gittiğimizde, kızımız bize yalnız bu şehri değil İsviçre’nin görülmeğe değer hemen her yerini gezdirmişti. Kayak merkezi Mattehorn’daki Zermatt zirvesine de çıkmış, olağanüstü bir şekilde buzdağı oyularak yapılan müzeyi bile gezmiştik.
Akabinde buradan birlikte önce Viyana’ya, sonra da oğlumuzun görev yapmakta olduğu Moldova’nın başkenti Kişinev’e geçmiştik. Viyana’da başta müze ve saray ziyaretleri ile âdeta tarihin içinden geçmiş, hayatımda en çok fotoğraf çekimini bu kadim şehirde gerçekleştirmiştim. Moldova’da daha uzun süre kalmış ve başta Gagauzyeri olmak üzere ülkenin hemen her yerini görmüştük. Kişinev’de de yerin yüzlerce metre altındaki, devasa büyüklükte, içinden vasıtaların geçtiği dünyaca ünlü şarap mahzeni müstesna bir gezi mekânı olarak belleğimizde yer etmişti.
Bu üç ülkeye dair gezi notlarımı Hece dergisinde iki sayı olarak yayınlamıştım. Bu yazıda yeni doğan torunumu görmeye gittiğim Zürih’e ve ilk defa gördüğüm Bern’e ilişkin, önceki ziyaretlerimden farklı gözlemlerime yer vermek istiyorum. Bunun için notlar almadım, hafızamda yer edenleri paylaşmak düşüncesindeyim.
İsviçre’nin en büyük şehri, bir bakıma İstanbul’u olan Zürih, refah toplumunun bütün göstergelerine sahip. Şehir kültürünün ve gelişmiş teknolojinin doğurduğu imkânları şehrin hemen her noktasında görmek mümkün. Olağanüstü bir düzen içindeki ahenkli bir şehir dokusunu hissetmemek mümkün değil. Çok katlı binaların boğduğu bir şehir yapılanması yerine, insan-çevre dengesinin gözetildiği tabiî bir organizmaya şahit oluyorsunuz.
Yazıyı günlüğe dönüştürmeden bu gelişimde karşılaştığım farklılıklara değineyim. Bir haftalık ziyaretimin üç yılda bir yapılan Zürih Festivali’ne denk gelmesi beklenmedik bir durumdu. Üç gün boyunca şehrin merkezi trafiğe kapatılarak eğlence ve gösteri alanına dönüştürüldü. Festivale mahsus açılan satış yerlerinde başta yiyecek-içecek olmak üzere her tür ürün pazarlandı. Yurt içi ve yurt dışından da katılımlarla mahşeri bir kalabalık festival coşkusunu paylaştı, mutluluk fotoğrafı sergiledi. Şehirlerin ruhu böylesi etkinliklerle hissediliyor.Gözlemlediğiniz insan davranışları üzerinden bir başka medeniyetin tezahürlerini görebiliyorsunuz.
Zürih’i tepeden görebilmek için şehre hâkim bir tepede büyükçe bir kule inşa edilmiş. Burayı da ilk defa görebildim. Kulenin olduğu mahal lokanta-otelin de olduğu bir piknik yeri hüviyetinde. Benim gibi fotoğraf çekenler için ideal bir yer.
Önceki gelişlerimde Cuma namazlarını Türkiye Diyanet Vakfı’nın mescidinde kılıyordum. Bu defa kızımın evine daha yakın, İslam Cemiyetleri Federasyonu Merkezi tabelalı bir mescitte eda ettim. Bir binanın giriş katındaki mescidin imamı ve cemaatin tamamına yakını Türkiyelilerdi. Vaaz ve hutbe de Türkçe. Diyanet mescidinde hutbe Türkçe, Arapça ve Almanca ( Zürih’in dili ) okunmaktaydı. İsviçre’de minare yasağı olduğu gibi dışarıdan duyulan ezan yasağı da uygulanmakta. Namaz sırasında ezan okunurken kapının kapalı tutulmasına özel bir dikkat gösterilmesi tabir caizse kanıma dokundu. Gelişmiş bir toplum olma, aynı zamanda farklılıklara yer vermeyi, hoşgörülü olmayı gerektirmez mi? Namaz sonrasında imamın uzun bir dua ile tövbe istiğfarda bulunması ve bayram namazlarında olduğu gibi salavatlaşarak tamamlama ayırt edici bir başka özellikti.
İsviçre'yi defalarca ziyaret etmiş olmama rağmen başkent Bern’i görmek bu gelişimde nasip oldu. Bern tarihî dokusu ve şehre ayrı bir güzellik katan Aare Nehri ile resmî hüviyeti ön plana çıkmayan turistik bir belde gibi. Şehrin sembolü ayı ( Zürih’in aslan ) baş tacı edilmiş. Tabiî ortamda gezinen birkaç ayıyı görmek için biriken insan yığınını görünce, merak etme duygusunun ne kadar baskın olduğunu fark ediyorsunuz. Şehirde ayı heykelleri de ihmal edilmemiş. Albert Einstein’in bir süre kaldığı evi ziyaret ederek farklı bir ruh hâlini teneffüs etme imkânı bulduk.
Orhan Pamuk’un İstanbul Kitabı
Orhan Pamuk’un İstanbul kitabının Almanca baskısıyla burada karşılaştım. Büyük boy, bez cilt, 652 sayfa olarak geçen yıl yayımlanmış. Kitabın Türkçe baskısını görmedim. Fakat Almanca yayının geliştirilmiş olduğunu sanıyorum.
Edebiyatımızın uluslar arası markası yazarımız kendisi ve ailesi üzerinden daha çok eski İstanbul’u anlatıyor. Ana kaynakları Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmed Rasim ve Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul’a dair yazdıkları. Yalnız romancı olarak değil, başarılı bir deneme-inceleme yazarı olduğunun belgesi niteliğindeki kitapta , bir başka dünyaca ünlü sanatçımızın, Ara Güler’in çok sayıda siyah-beyaz fotoğrafına da yer verilmiş. Böylelikle edebî anlatım, görsel anlatımla zenginleştirilmiş.
Kitapta ayrıca fotoğraf sanatının zirve isimlerinden Henri Cartier-Bresson’un dört fotoğraf mevcut. Sözünü ettiğim Viyana seyahatimizde bu büyük ustanın fotoğraf sergisini gezince, Ara Güler’in kimin izini sürdüğünü fark etmiştim.
Yurt dışında bir yazarımızın kitabıyla karşılaşmak gurur verici. Şunu kabul edelim, kimse çürük malın peşinde olmaz.
Yeni yorum ekle