Anadilimin sonu dünyamın sonudur.
Ludwig Wittgenstein
Kelimeler Kuşatması Altında
Kültür Ve Zihniyet
I.
80li yılların ortasında Venezuella’nın Orinoko bölgesinde, dış dünyadan tamamen soyutlanmış halde yaşayan ilkel bir kabile keşfedilmişti. Bazılarımız Amazon ormanlarında uçaklara ok fırlatan yerlileri televizyon haberlerinden hatırlar belki. Türünün son örneği olduğu için olay bilim dünyasında heyecan uyandırmıştı. Antropolog, sosyolog ve psikologlardan oluşan bir heyet onları araştırmaya gittiler. Hazırladıkları kısa metrajlı bir belgesel yerlileri, çağdaş uygarlık konusunda aydınlatacaktı. New York görüntüleri onlara izlettirildi: Otoyollar, gökdelenler, köprüler, havaalanı vs. Ardından filmi izleyen yerlilere ilk intibaları soruldu. Emin değildiler, aralarında fısıldaştılar, birbirlerine danıştılar ve aralarından bir sözcü çıkıp konuştu: ‘Tavukları gördük.’ Bilim adamları şaşkın bir vaziyette birbirlerine baktılar. Filmi bir kez daha izlettiler. Cevap değişmedi. Tekrar izlettiler. Sözcü ısrar etti: ‘Tavukları gördük.’
Olayın önemine binaen, bilimadamları belgeseli – ya yavaş çekim ya da resmi dondurarak – defaatla seyrettiler. Ve gerçekten kuş bakışı çekimi yapılan bir evin arka bahçesinde bir kaç tavuk bir saniyeden az bir süre koşuşuyordu. Ama bu canlılar yerlilerin kendi dünyalarından bildikleri, tanıdıkları ve algıladıkları tek şeydi. Onların dünyasında ne araba, ne cadde, ne de köprü vardı. Bunlar için zihni kavramları olmadığı için gelişmelere bakmışlar, ama - tavuk hariç – hiç bir şey görmemişlerdi! (Elke Schlehuber, Die heiligen Kühe und die Wölfe des Wandels, s. 148-152)
Etnolinguistik araştırmalara göre dilbilgisi kuralları o toplumun kültürünü de ele veriyor. Bu yüzden dil yalnızca düşünce ve algının ifade edilmesinde en önemli araç olarak kalmayıp, kimliğimizin de özü sayılmaktadır. İletişim biçimleri elbette zaman içerisinde farklılık arz etmektedir, zira dil bizi başkalarından ayıran veya onlarla bütünleştiren değişim yasasına tabidir. Yeni dillerin ortaya çıkmasında olduğu gibi manaların çeşitlenmesinde, yeni algıların oluşmasında, nezaket ve hakaret türlerinin farklılaşmasında, hatta dilbilgisi kurallarının değişmesinde dil ve kültür arasındaki zarif bağı keşfetmekteyiz.
Ana direği dil olan bir medeniyet artık bizim dünyamız olmuştur, ve bu dünya medeniyetimiz onu nasıl görüyorsa öyledir. Eğer, Orinoko kabilesi bir Türk’ü Amazon ormanlarında misafir etseydi, onun da göreceği tek şey muhtemelen devasa ‘ağaçlar’ olacaktı! İnsanoğlu kendi kavram ve tasarımları ile bir başka kültürü değerlendirmekten kaçamaz. Bu elimizde olmayan bilinç dışı gerçekleşen bir gözlem. Algılamamızın keskin sınırları olduğunu ancak yabancı bir toplulukla karşılaştığımızda fark ederiz.
Tarihte birbirlerine yabancı toplulukların karşılaşmasını anlatan öykü çok. Örneğin, Kızılderililer göğü delerek gelen Beyaz Adamı ala-yı vâlâ ile karşılamıştı, zira efsaneleri istikbalde sarı saçlı mavi gözlü bir Tanrı’nın veya Mesih'in onları ziyarete geleceğini muştuluyordu! Sonuçta kutsadıkları bir avuç beyaz insan Aztek ve İnka medeniyetini darmadağın etti. Zehir gibi akıllar ve fiyakalı delikanlılar yanlış dini algı ve anlayış yüzünden pısırık hale geldiler. İşte edebiyat eleştirmeni Todorov “Amerika’nın Keşfi. Öteki Sorunu” isimli eserinde Aztekler gibi savaşcı kültüre sahip bir halkın bir avuç İspanyol askeri tarafından nasıl alt edilebildiği meselesine eğilir. Tarihçi olmadığını sürekli vurgulayan yazar işgalcilerin neden başarılı olduğunu aslında bilmektedir: Aztek kralı Moctezuma’nın kararsız tavrı, İspanyolların ateşli silahlara sahip oluşu, yerli halklar arasındaki sürtüşmenin kışkırtılması, salgın hastalıklar vs.. Ancak Todarov bir dilbilimci olarak dikkatini tek bir noktaya toplar: Rumuz ve işaretler. Cortes kehanetlere inanmış Azteklerin Tanrı Quetzalcoatl yeryüzüne dönüşünü beklediğini hemen anlar ve bu fırsatı geri tepmeyerek kendisi için kullanır. (Tzvetan Todorov: Die Eroberung Amerikas, S. 92-95) Aynı şekilde diğer birçok durumda hedeflerine ulaşmak için İspanyolların kelimeleri stratejik açıdan kullandıklarını keşfeder. Savaşcı Cortes’den ziyade hatip Cortes’in bu zaferi kazandığını belirtir. Yani eğitimli İspanyollar iletişim alanında üstünlüğü ele geçirmişler; iletişim sürecinde sürekli baskın konumda olmuşlar; büyük kurnazlıkla güç sergilemiş ve düşmanın gözünü kelimelerle boyamışlardır.( Ebd., S. 138-151)
Aztekler saflık ve çaresizlik içerisinde kıvranırken İspanyollar hesap ve oyun peşindedir. Kendi kültürleri Azteklere bir çıkış yolu ya da kurtuluş umudu bırakmamıştır. Özetle, "Kızılderililer, kelimeler oklar gibi tehlikeli silah olabilir, farkında [bile] değildir."(Ebd., S. 112) Çünkü onlar için dil sadece bir ifadedir, araç değil. Kültür onların elini kolunu bağlar, din anlayışı toplumu felç ederken; üstün oyunculuk yeteneğine sahip(!) İspanyollar ortalıkta cirit atar. Olayların seyrini İspanyollar dikte ediyor; hiçbir açık hedefi bulunmayan Kızılderililer ise bu kâbusun bir an önce bitmesini ve her şeyin tekrar eskisi gibi olmasını dilemekten başka tepki koyamıyordu. Sonuçta "kapalı ve kadere teslim olmuş" (Ebd., S. 83) bir kültür açık bir uygarlık tarafından yenildi. Kültürel yanlış algılamayı yalnızca İspanyollar görüyor ve bunu kendi amaçları için kurnazca istismar ediyorlardı. Kızılderililer arasında hızla yayılan bu yanlış algılama - anlam veremedikleri olaylar nedeniyle - önce donuk bir tedirginliğe indirgendi. Fakat iyi bir antropolog olan Cortes olan biten herşeyi kavrıyordu. Ve nihayetinde fikir zihniyet üzerinde hâkimiyet kurdu. Yetersiz imkanlarla algılar dünyasına hükmetmek bu kadar kolay mı olmalıydı? Sanırım yeryüzü paylaşımının aynı şartlar altında gerçekleştiğine inanmamız gerekiyor…
II.
İnanç sistemi ve kanaatler, duyularla algılanan her başarının altında yatan bir hakikattir: Sanat eserleri, kurumlar, bilim, örf ve adet, iletişim tarzı, hizmet şekli ve hatta sınai/ticari ürünler. Hepsi kültürün bir parçası, lakin aynı zamanda hadari ruhun yarattığı dünyanın ta kendisi. Unuttuğumuz değerleri her daim yeniden keşfederek iştiyakla bu dünyayı değiştiren yine bizleriz. Hepimizin çok iyi bildiği meşhur ‘tavuk-yumurta’ deyimi bu gerçeği dile getiriyor.
Ana konumuza dönecek olursak, dünyayı dil vasıtasıyla gördüğümüz doğru bir tesbit. Ancak, kültürel bilince ‘dil ve dünyayı eşitleyerek’ erişmek oldukça güç. Kendi dilimizin ve onunla kültürel dünyamızın farkına varmak herkesin becerebileceği kolay bir iş değil. Önce dili dikkatli bir şekilde kullanacaksınız. Kelimeleri ince eleyip sık dokuyacak, ifadeleri özenle seçeceksiniz. Kısaca, anadilinize hâkim olacaksınız. Sonra bileceksiniz ki, Türkçe’yi anarahminde öğrenmeye başlıyoruz. Anadil; algı ve düşüncemizi, her çeşit tahminin ötesinde etkiliyor. Yani, anadil şuura hükmetmektedir.
Dil ve kültürün kökeninde insanın işaretlerle anlaşabilme yeteneği yatıyor. Her gün bir yenisi icad edilen bu simgelerin tasvir ettiği nesne ile benzerlik göstermesi şart koşulmadığı gibi gerçek oluşla ilgili olmayabilir. Ama dil ve kültürün elele geliştiği noktasında ilim adamları hemfikirdir. Dilin kültür açısından iki işlevi bulunuyor: İlki iletişimi sağlıyor; bilgi alışverişine yardımcı oluyor. Bilgi burada »farkı yaratan farktır«(G. Bateson) Eğer fark yoksa bir başkasına iletilecek bir şey de yoktur. Dilin ikinci işlevi, çoğumuzun gözünden kaçan, anlamda birlik tesis etmesidir ki tek başına cemiyet hayatını ikame eder. Bu iki işlev sayesinde elde ettiğimiz anlam alanı aynı zamanda içinde yüzdüğümüz kültür atlasıdır. Bu bağlamda ‘aynı dili’ konuşmanın ne anlama geldiğini yurtdışı tecrübesi olanlar daha iyi bilirler.
İletişimi ve anlam birliğini tesis etmenin her beşeri ‘interaktion’ için kaçınılmaz bir gerçek olduğunu görüyoruz. Türkçeyi nasıl kullanacağımıza dair yaptırımları yazarken ve konuşurken hissediyoruz. Her tınıdan beste çıkmadığını, arkasında bir mana bütünlüğü olması gerektiğini seziyoruz. Kelimelerin sırdaşı olan vurguları mutlaka hesaba katıyoruz. Örneğin Yûnus’u okumamak mutlaka insana bir şeyler kaybettirir. Bizi “aşk” kavramına götüren Yûnus’u sevmenin ne anlama geldiğini açıklamaya gerek bile yok. Onun “Ben gelmedim davi için. Benim işim sevi için. Dostun evi gönüllerdir. Gönüller yapmaya geldim.” şiirini Almanca’ya »Liebe «, İngilizce’ye »Love « ile aktarıyor çevirmenler. Gönül sözünün karşılığı Batı dillerinde zaten yok. Almanlar kısmen şiirdeki bu derin ve yüce sevgiyi duyarken; Amerikalılar ise en çok hamburger sevdiklerini söyleyebilir size. Demek ki, her kelimenin özünde toplumun önceden varsaydığı belli bağıntılar ve nitelikler bulunmaktadır. Böylece kastımız kolayca anlaşılır, meramımız rahatlıkla anlatılır. İletişim bir bakıma kişinin vecd halidir, uyku ve uyanıklık arası bir vaziyettir. Bu esnada 'rejisör' içimizde oynayan filmi gerek lisan-ı kal gerek lisan-ı hal ile dünya perdesine yansıtır. Çünkü hayat sahibi olmayanlar tekellüm edemezler.
Aklın, kalbin ve ruhun derinliklerinden sızan o anı konuşmak, yazmak veya duyurmak bir ayrıcalıktır. Çünkü zamanın gölgesi ilkin fiil çekimlerine vurur.* Dil bilgisi kitaplarımızda ikisi geçmiş olmak üzere beş zamandan söz ediliyor. Bu zaman ekleri, gerek zamanı geçmiş-gelecek çizgisinde bir yere yerleştirerek olayın gerçekleşme anını gösterir, gerekse kişinin bakış açısını ve aktarılan durumun süreyle olan bağını aksettirir. Ve Türkçedeki bütün kiplerde zaman temel unsur olarak kabul edilir. Ancak bu tasavvurun bir doğa yasası olmadığı ayrı bir gerçek.
Batı dünyası Reformasyon sayesinde Vatikan’ın aklına vurduğu zincirlerden kurtuldu. Kültür koordinatları silbaştan ayarlandı. Uçsuz bucaksız bir uygarlık alanı önlerine açıldı. Batılı ülkeler de Yeniçağ’a kadar bir tarım toplumu idiler. 17./18. yüzyılda ilim alanında yükseliş başladı. »İlerleme« denilen bir süreç içinde akılcı yaklaşımlar şekillendi. Hayat dönüşürken zaman sırra kadem bastı. İnsanların emin oldukları tek şey düşüncelerini artık özgürce haykırabilecekleri gerçeğiydi. Ve Batılı düşünürler o hürriyeti delice kullandılar:»cogito, ergo sum« (Descartes)** Yani, düşünen bir kişi olarak her halukarda varım! O andan itibaren zihin ve dünya ayrılmaya, zihnin dışındaki dünya araştırılmaya başlandı. Ve bu araştırmayı artık Latince değil, herkes kendi anadilinde yapabiliyordu. ‘Cogito’ yerine ‘je pense’, ‘I think’ veya ‘ich denke’ diyordu, Batılı düşünür. İki dil arasındaki temel fark; öznenin Latin lisanında fiil içine gizlenmiş, İngilizce, Fransızca ve Almanca’da ayrıca vurgulanıyor olmasıdır. Bu farkı kavramak için önce cümle yapısını tartışmak gerek. Bir cümlede sözdizimi gelişi güzel gerçekleşmiyor, aksine her kelime ayrı bilgiler içeriyor. Zaman ve mekân içinde cereyan eden hadiselerin birbiriyle münasebeti dile getiriliyor. Tabii bu simgeler arasında vuku buluyor. ‘Syntax’ aslında bir kültürün ruhuna tabidir. Etkileşim ve iletişim halindeki olaylara sinmiştir. Örneğin, Almancanın* sözdizimine bakalım:
Özne → Yüklem → Nesne
Başka türlü ifade edersek;
Sebeb → Eylem → Sonuç veya Sanık → Suç → Kurban.
İlk varsayıma dayanarak birçok bilim dalı gelişti ki aralarında en başarılısı fizik ilmidir. Canlıları araştırmaya yönelmiş bilimler ise sebeb-sonuç paradigmasını kullandılar. Ancak illiyet mantığı doğrusal çizgide ilerlediği için bir noktaya kadar gelmiş ve tıkanıp kalmıştır. Çünkü şablon; sebeblerin bağımsız, sonuçların bağımlı olduğu bir ilişki türü önermektedir. Karşılıklı bir etkileşim öngörmez. O yüzden toplumsal ilişkilerin paradigması iletişim, yani karşılıklı bağımlılık olabilir. En azından Freud’dan beri hadiseleri gözlerken »objektiv« kal(a)madığımızı biliyoruz.
Cümle kurmak elbette kelimeleri ardı ardına sıralamaktan ibaret değildir. Dünyayı algılatan bir çerçeve sunar bize. O pencereden bakarak kendimize bir konum tayin ederiz. Dil bazen hileye başvurur. Mesela, cümle genelde bir özne gerektirir, ama onu belirtmek istemediğimiz anlar/şartlar/vaziyetler olur. Asıl toplumsal konuları veya insani ilişkileri dile getirmek zorunda kaldığımızda o ağır yükü zihnimiz hemen hisseder. Bu durum sosyal bilimlerde kısaca »nesnellik« olarak tanımlanır. İster çelişki ister şaşkınlık sayılsın; dört asır önce Avrupa semalarında yankılanan »Ben düşünüyorum« çığlığı, tarafsızlık adına şimdi düşünülen şeylerin arkasına sığınıyor. Yalnızca özel konuşmalarda hukuk anlayışını da doğuran, yukarda vurgulanan son tercihi tercih ediyoruz.
Eşyaya isim vermek her devirde ve her toplumda rastlanan bir olay. Tek istisnası yazımızın başında değindiğimiz gibi kültürel öngörülere ya da kabullere uygun bir algılamanın ortaya çıkmış olmasıdır. Tarihte ilk kez Kartezyen Devrim maddeyi ruhundan soyup çıkardı. Bilim adamları göklerin kapısını kendisine kapattı ve kendini hem yeryüzüne hapsetti hem de eşyalar dünyasına hasretti. Kimbilir belki Newton’un kafasına düşen elma fizik ilminin boy atmasına yol açtı; yerçekimi, kütle ve özgül ağırlık gibi yeni şeylerin isimleri konuldu. Semantik evren soyutlamalar ile doldu taştı. Newton’tan yüzyıl sonra Alman filozof Kant, somut ve bu yüzden duyusal algılarla erişilebilir olmayan, ama somut şeylerde tezahür edebilen konulara yöneldi. İsimler dünyası böylece iyice karıştı. Bir çoğunun anlamı silindi, soyut isimler belirsizlik kazandı, bazı şeyler süreç içinde anlaşıldı.
Özetle, yeryüzünde aklı karışıklar çoğaldı. Kelimelerin toplum hayatındaki yerini ve işlevini sorgulamak kendini tanımaya çalışan kişiler için önemli bir dönüm noktası oldu. En son iletişim teknolojisinde görüleceği üzere her toplum bir başka dile ödünç verdiği kelimenin yanına kendi kültürel mirasını iliştirmekten geri durmadı. İşte burada, medeniyetler arası çatışma değil, yüzleşme anlam kazanıyor. Hazırsanız, eğer.
*Türkçe'de özne cümlenin başındadır..yüklem ise cümlenin sonundadır.. cümlenin sonuna gelinceye, yani yükleme ulaşıncaya kadar cümlenizin nasıl biteceğini, nasıl bir mânâ vermek istediğini tayin edemezsiniz.. yüklemi tamamladıktan sonradır ki ancak hangi anlamı vermek istediğiniz ortaya çıkar.
**Eğer bugün, Descartes ilk modern filozof sayılıyorsa, bunun tek sebebi radikal kopuş tezi ile bütün yeniliklerin kendisiyle başladığı sanısıdır. Descartes'ın düşünceleriyle aldığı Cizvit eğitimi arasındaki sıkı bağlar gözden kaçmamalıdır: “Kartezyen özyaşam aslında bir Cizvit özyaşamdır”. Descartes'ın düşünceleri de kendi devrinin bir ürünüydü; Latince bir ifade vardır:Veritas filia temporis(Hakikat zamanın çocuğudur.) Descartes'ın yazılarını dikkatli okuyan biri, inançlı bir düşünürle karşı karşı olduğunu hemen fark eder. Heidegger'in dediği gibi, “Descartes'ın ortaçağ skolastiğine ‘bağımlı' olduğunu ve onun terminolojisini kullandığını Ortaçağı bilen herkes görür”.