Yöntem, Teori ve Usul Hakkında Bir Değerlendirme
21. yüzyıla girerken yalnızca çağdaşlık cereyanı çökmedi, aynı zamanda teorileri de iflas etti. Bu konuyu başka yazılarda tartıştık; ben burada özellikle -Türk Modernleşmesi araştırmalarında görülen - iki eksikliğe işaret edeceğim: Birincisi; çağdaşlaşma süreci geniş bir zaman diliminde ele alındığı için ortaya bir 'kriter' çıkmadı. İkincisi; araştırmalarda sadece, çağdaşlık Türk toplumunda hangi hızla ve tesirle yayıldı sorusu ilgi gördü. Örneğin Türk düşüncesinin son dört atlısı; Peyami Sefa, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi ve Cemil Meriç niçin muhafazakarlığa yöneldiler veya muhafazakar tasavvurlar onları ne ölçüde etkiledi sorusu tam karşılık bulmaz.
Aslında gelişmeleri dikkatli izleyen her aydın, ileriye yönelik atılımlara sürekli geriye dönük hareketlerin eşlik ettiğini hemen gözler. Örneğin;1950-1990 yılları arasındaki hızlı kalkınma çabaları boyunca Hacc ve Umre ziyaretinin arttığını ya da yaygın şekilde çocuklara dini isimlerin koyulduğunu görüyoruz. Yanlış anlamaya mahal vermemek için hemen belirtelim; ekonomik ve teknik ilerlemelerin kışkırttığı Batılılaşma serüvenine yeryüzünde hiç bir toplum uzak kal(a)madı. Çağdaşlaşmanın tek bir yolu olduğu savı Samuel Eisenstadt'ın 'multiple modernities' tezi ile çürütüldü. Ancak toplumsal değişim hiç bir ülkede sessiz ve sorunsuz gerçekleşmedi. Değişimden yararlanan zümreler olduğu gibi olumsuz etkilenen çevreler vardır.
Konumuz işte tam bu noktada başlıyor: Doğulu toplumların balıklama daldığı ilerleme sendromu. Toplumsal alanda eşitlik ve sosyal adalet, siyasal alanda demokratik katılım ve insan hakları vaz eden normlar, bir anlamda 'modernite'nin ekonomik ve teknik başarıları arasında sayılıyor. Bu çerçevede genel kabul gören yöneliş değerleri ve davranış kalıpları, büyüyen toplumsal yapı ile oturmuş yerli zihniyet tarafından acaba nasıl karşılanmaktadır? Yenilikçi ve gelenekçi çevreler arasındaki sürtüşme değişim sürecine yansırken 'muhafazakar dürtü' hangi işlevi görmektedir?
"Muhafazakar Dürtü" kavramını ilk kullanan İngiliz sosyolog Peter Marris. Sorumuza en uygun cevabı verdiğini düşündüğüm için aynı kavramı kullandım. Tabii, 'muhafazakarlık' olgusunun yakınçağ siyasi tarihimizle ilintili ve ideolojik boyutu olduğunun farkındayım. 'Mazi tecrübesi' ile 'Ati beklentisi' arasındaki bağın Tanzimat ile koptuğunu, ve Batılılaşma sürecinde bir uçuruma dönüştüğünü düşünüyorum. Ama olaya içerik ve şekil olarak, yani düşünce tarihi açısından bakmayacağım.
Yerleşik yapıları sorgulayan her değişimin, toplumun bir cenahında olumlu yankı bulurken bir diğer cenahında tepki çektiğini yukarda belirtmiştim. Toplum iki zıt kutuba bölünmüş durumdadır. İki farklı yaklaşımı 'ortak paydalar' üzerinde buluşturmak isteyen çabalar yok değildir. Ancak Mannheim'ın 'muhafazakarlık'dan tamamen ayrı tuttuğu 'gelenekçilik' için yaşam alanı iyice daralmıştır. Kim 'terakki' cephesine katılmadıysa, kim 'ati'yi 'mazi'de aramaya kalktıysa, kim yabancılaşmaktan 'huzur'suz olduysa, kim 'bu ülke'nin medeniyetine atıfta bulunduysa ismi otomatik olarak "muhafazakar" taraf ile anılır oldu!
Aslında bu tür muhafazakarlık ideolojik bir tutum içermez. Kavram onlarda antropolojik bir 'dispozisyon'a dönüşür: Düşünce, duygu ve eylem, muhafazakar yörüngeye kısmen bilinçli, kısmen sezgisel biçimde girmiştir. Gerçi değişim baskısına karşı kendini 'koruma' altına alan düşünce tarzının köklerini geçmişe dayandırmak da mümkün değil. Tepkiler çoğu kez örtülmüş ya da bastırılmış güncel bir sürecin neticesidir. Münevver, repertuvarındaki eski alışkanlık veya huyları birden bırakmak istemez.
'Dürtü' tabiriyle siyasal bir oluşumu yok saydığımızın altını tekrar çizelim. Çünkü 'dürtü' antirasyonel bir an, ani ve kısa süreli bir tepkidir. »Muhafazakar Dürtü« tabirini bir tür 'carte blanche', yani muhafazakar güdümlü her tutum, çaba, uygulama, anlayış ve yaklaşımı ortak bir havuzda toplamak için tercih ettim. Bunlar hızlı ve yıkıcı değişime bireysel veya topluluk düzeyinde tepki olarak ortaya çıkabilir; duygusal bir söyleyiş olduğu gibi ideolojik bir seçenek sayılabilir.
Değişim sürecinden doğrudan etkilenen aydınlar dünyasında; muhafazakar hisler, görüşler ve davranışlar hangi anlamlara bürünüyor ya da ne tür manalar kazanıyor? Bu alanda yeterli çalışma elimizde yok. Fakat geleneği kurtarmak, hatta geleneğin değerini yükseltmek için yoğun çaba harcandığı gerçeğini de kimse inkar edemez. C.S. Whitacker ve Joseph R. Gusfield olaya 'Gelenek-Modernite' çatışması şeklinde yaklaşılmasının doğru olmadığını, aksine bu süreçte çağdaş ve gelenekçi unsurların içiçe geçtiğini belirten ilk sosyal bilimcilerdir. Özellikle eski elitin, değerlerin ve yapıların bir kısmını yeni düzene aktardığını/taşıdığını belirtmişlerdir. Açık ve tutarlı biçimde bu sorunu inceleyen ve çağdaşlık paradigmasını eleştiren ilk eser - bildiğim kadarıyla - Peter Marris'in ''Loss and Change'' isimli kitabıdır.
Marris ilkin büyük olasılıkla muhafazakar tepkilerin bekleneceği kökten ve hızlı değişime(disruptive change) odaklanmıştır. Gelenekten kopuşu yansıtan muhafazakar kalemlerin yazılarını bir yana bırakıp, doğrudan muhatapların - kısmen akılcı denetime tabi - tepkilerine(impuls) yönelmiştir. İkinci olarak; yalnızca yeniliğe uyumu esas alan yaklaşımın güdük kaldığını, geleneksel olana bağlı kalmaktan yola çıkılması gerektiğini savunmuştur. Yakın aile ferdini kaybeden bir kişinin verdiği tepkiler örneğinde; radikal değişimleri, birey ve kurumların da özgüvene bir saldırı olarak algıladığını ve acı çektiğini izah etmiştir. Ona göre; köklü değişimler birbirine zıt iki tepki doğurmaktadır: Bir taraftan yeniye ayak uydurmak zorunluluğu diğer taraftan eskiye bağlı kalmak arzusu. İki kutup arasındaki gerilimi düşürmek(working aut) bireyin gelişiminin aksamaması için bir önkoşuldur. Yine büyük dönüşümlerde siyasi hesaplar ve iktisadi çıkarlardan daha önemli bir başka husus vardır: Mana alanı.Yeni şartlarla baş edebilmek açısından mevcut değerler evrenine 'yeniyi' eklemek gerekmektedir. Marris bu çerçevede bireyler ile topluluklar arasında bir ayrıma gitmez. Her ikisinin de benzer şekilde bir »terkip« sorunu önünde durduğunu söyler.