Ünlü düşünür Ali Mazrui, “Afrika’da yaşanan savaşların rengi siyah ama bu savaşların kökleri beyazdır” diye özetlemiştir Afrika’nın makûs tarihini. Kıta’nın içinde bulunduğu sorunların kaynağını, kolonyalizm döneminden bugüne intikal eden mevcut mirasta aramamız gerektiğine işaret etmiştir. Bu noktadan hareketle, Türkiye’deki Kürt meselesi de benzer bir arka planı barındırmaktadır. Diğer bir ifadeyle, mevcut çatışmanın rengi Türk-Kürt gibi gösterilmeye çalışılsa da, esasında bu çatışmanın köklerinin dışarıda olduğu gerçeği ortalama bir okumayla bile ortaya çıkartılabilir. Lakin burada Kürt meselesine orantısız bir dışsallık atfedip, kendi içsel gerçekliklerinden mülhem handikapları göz ardı etmek değil mesele, bilakis gerçek içsel çözüme imkân vermeyen bu dışsallığın öncelikli olarak ortadan kaldırılmasının bir zaruret olduğunu göstermektir.
Kürt meselesi uzun yıllar dış aktörler tarafından kendi amaçları için kullanılmış ve hala da kullanılmaya devam etmektedir. Ancak bugün geldiğimiz noktada, Kürt meselenin en önemli açmazı bizatihi sınırlarımız içinden gelen içsel müdahaledir ki bu iç siyasetin dışsallığını temsil etmektedir. Daha net bir ifadeyle, Kürt olmayan Ortodoks Marksist Sol’unun Kürt meselesine cansiparane sahiplenmesini de dışsal bir faktör olarak düşünebiliriz. Ortodoks Marksist Solu’nun Kürt meselesi ile kurduğu asimetrik ve inorganik bağ, çözümün önündeki en zor engellerden birini oluşturmaktadır. Zira Beyaz derilerine sarılmış Kürt ruhuna sahip olduklarına inanan post-modern aydınların rasyonel düşünme yetisi “doğal muhalefet” olma mecburiyeti ile işlevselliğini yitirmekte, bu da meselenin akılcı yollar ile çözüme ulaşmasına engel olmaktadır.
Sol-seküler hizip, “devrimci/darbeci muhalefet” kültürünü daha görünür kılmak adına insanlığın en arkaik düşmanı ‘‘terör’’ü, ortodoks devrimci ideallerin romantik şehvetiyle kutsayabilmektedir. Aslında, Beyaz zümresinde olmanın verdiği bir mecburiyettir bu tutum, nitekim bu sayede ruhlar özgürleşir ve akıllar rasyonelleşir, aksi takdirde kendi ontolojilerinin bir anlamı kalmamaktadır. Malum zümre, kahir-i ekseriyeti modernleş(e)memiş Kürtler’e irrasyonellik atfedip onlar adına söz söyleme hakkına sahip olduklarına inanmaktadır. Yani, Kürtleri ezici bir nesnellik durumuna hapsedip, onlar için en ideal kararların kendileri tarafından alınması gerektiğinin kutsiyetine inanırlar. Nitekim, kendi devrimci mücadelelerinin öznesi olabilmeleri adına Kürtlerin nesneleşmiş olması bir zarurettir.
Seküler beyaz-sol kesimin Kürt meselesi üzerine kurdukları mevcut tahakküm, meseleyi daha da karmaşıklaştırmaktadır. Çünkü, Kürtler için en ideal kararların ancak kendi üstün akılları ile alınması gerektiğine inanan malum cenah, Kürt halkının gerçek taleplerini siyasi arenada uygulamak yerine, kendi akıllarında yatan en ideal kararları uygulamakta ve bu uygulamaları da Kürt halkının doğal talepleri gibi lanse etmeye çalışmaktadır. Bu süreçte, Kürtlerin yapabildikleri tek şey meclis oturumlarına sembolik olarak katılmak ve Ortodoks Marksist cenahın kendileri adına konuşmalarına göz yumup onları alkışlamaktır. Bu durum da, sorunun asıl muhatabı olan Kürtleri, kendi tarihinin öznesi ve politikasının faili olmaktan uzaklaştırmaktadır. Öyle ki, Kürt siyasetini temsil eden HDP içersinde artan oranda Ortodoks Marksist Sol’u düşüncenin etnisiteleştiğinin en güzel örneğidir. HDP milletvekili Altan Tan’ın Al Jazeera’ye verdiği mülakat, Dindar Muhafazakâr Kürtlerin son çığlığı şeklinde okunabilir. Kürt kitlesinin yüzde 80-90’lık ana gövdesinin dindar-muhafazakâr olması, ancak bugün gelinen noktada Ortodoks Marksist Sol’un HDP yönetimi içersinde yüzde 90’lık bir temsile ulaşması, bu yazıda ele aldığımız Kürt meselesinin “dışsallık” gerçeğini özetler mahiyettedir. Zira, sosyolojik olarak farklı yapıları temsil eden, hayat tarzı ve dünya görüşü taban tabana zıt olan Kürt halkı ile bu cenahın kurduğu yapay bağlar ancak “Kürt Milliyetçiliği” ortaklığında konsolide edilmeye çalışılmaktadır.
Kürt meselesinin içinde bulunduğu bu paradoksa benzer bir hikâyesi vardır Güney Afrika’nın. Güney Afrika’da Siyah Bilinç’in kurucularından olan Steve Biko, oluşturmaya çalıştığı bu bilincin önündeki en büyük engellerden birisinin kendi saflarında yer alan Beyaz-Marksistler olduğunu ifade etmektedir. Şöyle der: “Ortodoks Marksistler esasında kendi Beyaz üstünlüklerinin devamı adına Siyah mücadelesinde yer almakta, bu yaklaşım konformist Beyazlara psikolojik üstünlük duygusu vermektedir, bu sayede özgüvenlerini yükselten Beyazları siyahlar adına konuşturmaktadır. Özsaygısı olmayan siyahlar ise bu beyazları dinlemeye mecbur kılınarak, kendileri adına karar almalarına rıza göstermektedir.” (S. Biko, Siyah Bilinci, Dipnot yay. 2014). Aynı şekilde Nelson Mandela da, Güney Afrika’da hayata geçirdiği barış sürecinde Joe Slove (Güney Afrika Komünist Parti Lideri) gibi Beyaz Sosyalist liderlere müzakereler boyunca fazla söz hakkı vermemesi (ki bu süreçte Mandela için satılmış yaftası yapıştırılacak), ülkenin diyalog yoluyla çatışmasız bir şekilde barışa uzanmasının en önemli reçetelerinden biri olmuştur.
Özet olarak, Kürt meselesinin birçok iç ve dış dinamikleri olduğu şüphe götürmez bir gerçek; ancak bugün gelinen nokta, sorunun ana aksını oluşturan gayri-Kürt kişilerin meseleye müdahalesi, çatışmanın köklerini besleyen unsurlardan biri olarak karşımızda durmaktadır. Çözüm ise; Kürt halkı üzerindeki Ortodoks Marksist Solu’nun tahakkümüne son vermek ve yöre insanın genel sosyolojik dokusunu okuyacak yeni bir paradigma geliştirmek olmalıdır. Yani, Kürt meselesinin bu kırılgan yapısını kendi sağlam dinamikleri ile harmanlayan ve meseleye Kürt halkının tarihsel gerçekliklerini de göz ardı etmeden oluşturulacak yeni bir perspektif ile ilerleme sağlanabilir. Aksi takdirde, zekâda ve ahlaki muhakemede referans olduğunu iddia eden Ortodoks Marksist Solu, Kürtlerin taleplerinin gerçekleştirilmesinin tarzını ve hızını belirleyerek, sorunlara kendi penceresinden cevap aramaya devam edecek, bu mesele ise sorunun gerçek muhatapları olan hem Türkler hem de Kürtler açısından gerçeklikten uzak neticeler doğurmaya devam edecektir.
.