Muhabbet zor zenaat!..

22 Ağustos 2025

“Muhabbeti gör ne iştir
Bir can bir canı seviştir”

Seyrânî

 

Yunus Emre “Ben gelmedim dava için” buyurdu, gönüller yapmağa geldiğini duyurdu ya; Everekli Aşık Seyrânî Baba da onu duydu: 

Image

“Ben veririm muhabbete akçemi
Sen yel çalış rûzigâre ver
Muhabbete nasip olmayan malı
Hekime, hâkime, nâra, kara ver!”

Medeniyetimiz merhamet üzerine kurulmuştur ve en âlâ maksadımız ise muhabbettir. Muhabbet zor zenaat, her zaman müyesser olmaz. Kimi zaman alıcısı bulunmaz, kimi zaman vakit kıttır ya da yer dardır. 

Elhak, “kabiliyyet dâd-ı Hak’tır / herkese olmaz nasip.” İnsan insan ola ki muhabbet nasip ola.

İşte bunlar gibi bir nice sebepten ötürü muhabbet hasıl olmayınca merhamete razı oluruz ve cemiyetimizi, birliğimizi, dirliğimizi merhamet direkleri üzerinde yükseltiriz. Merhametin bir derece altında adalet vardır ki düşmanlarımızla ilişkimizde bu seviyenin altına düşemeyiz. Ayrandan aşağı katık, adaletten aşağı muamele olmaz, tasavvur olunamaz. Hukuk ve kanun dahi adaletten madun olsa da cümleye ilhak olunur.

Bir başka ifade ile bir sana bir bana dersek adil olmuş oluruz. Hepsi sana dersek merhameti kuşanmışızdır. Ne sana ne bana sırrına vakıf olduysak hakikat perdesi aralanmak üzeredir.

Diyanet ve siyaset

Tunus’un asrımıza hediye ettiği büyük mütefekkir ve dava adamı, ümmet-i Muhammed’in asrımızdaki medâr-ı iftiharı Raşid el-Ğannûşî “din ne vakit devletle aynı çuvala girmişse oradan zararlı çıkmıştır” der.

Biz 3 Kasım 1924 tarihinde din ile devleti aynı çuvala koyduk ve üzerine Diyanet İşleri yazdık. 429 numaralı kanunun birinci maddesi şöyledir: “Türkiye Cumhuriyetinde muamelât-ı nasa dair olan ah­kâmın teşri ve infazı Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun teşkil ettiği Hüküme­te ait olup din-i mübin-i İslâmm bundan maada itikadât ve ibadâta dair bütün ah­kâm ve mesâilinin tedviri ve müessesât-ı diniyenin idaresi için Cumhuriyetin makarrında (Bir Diyanet işleri reisliği) makamı tesis edilmiştir. 

Halen mer’î bulunan bu yasaya göre Diyanet İşleri Başkanlığı inanç ve ibadetlere taalluk eden hükümleri ve meseleleri tedvir etmek ve din hizmetlerini yürütmekle vazifelidir.

Elbette din-i mübin-i İslâm’ın devlet yönetimine, ekonomiye ve topluma dair pek çok ahlâmı ve düzenlemesi bulunmaktadır. Ancak bu alanlarda Diyanet İşleri Başkanlığı devlet tarafında yetkilendirilmemiştir. İnanç, ibadet ve din hizmetleri dışındaki alanlarda Diyanet’in icrâî bir gücü ve yetkisi bulunmamaktadır.

Mamafih Diyanet’in yetki alanı dışındaki konularda açıklamalar yapması kurumu fuzulî şağil pozisyonuna düşürebilir. Öte yandan hukuki bir geçerliliği olmayan, sadece İslam dinine dair bir bilgi paylaşımı niteliği taşıyan Diyanet açıklamalarını veya hutbelerini laik düzen için tehdit olarak algılamak da yangına körükle gitmek sayılabilir.

Hutbeler ses getiriyor

Başkanlığın son aylardaki birçok hutbesi ses getirdi. Bu seslerin bir kısmı alkış, bir kısmı kargış sesiydi. Hutbelerin tek bir merkezden hazırlanmasının ne kadar sıhhatli olduğu konusunu burada tartışmıyoruz bile… Aslolan imamın hutbeyi irad etmesidir, okuması bile değil. Hutbe kâğıttan, hele mobil cihazdan asla okunmaz. Hutbe irticalen irad olunur. Hutbe zikrullahtır ve öyle uzun bir manifesto değildir. Zira namaza dahildir. Hutbe Cuma günü öğle namazının iki rekatı yerine geçer. Uzunluğu da iki rek’at namaz kılınacak kadar olmalıdır. Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem (sav) hutbeyi kısa, namazda kıraati uzun tutardı.

Diyanet’in son hutbesine sosyal medyadan entelektüel ve akademik mahfillere değin lehte ve aleyhte pek çok tepki geldi. Bunlardan biri de İzmir Barosu’nun “Diyanet’i Uyarıyoruz: Türkiye Şeriatla Yönetilen Bir Ülke Değildir” başlığını taşıyan açıklamasıydı. Baronun internet sayfasında da yer alan açıklamanın girişi şöyle:

“15 Ağustos 2025 Cuma günü Diyanet İşleri Başkanlığı tüm camilerde okunmak üzere bir cuma hutbesi yayımlamıştır. Söz konusu hutbede “Yüce Rabbimizin koyduğu miras ölçüsünü değiştirmek ilahi adalete aykırıdır. (…) kız çocuklarının da Allah’ın takdir ettiği hakka razı olmaması kul hakkıdır.” şeklinde beyanlarda bulunulmuştur.”

Baroya göre 

“Söz konusu beyanlar, hukuka aykırı olduğu gibi en temel ilkelerden biri olan eşitlik ilkesinin açıkça ihlali niteliğindedir. Söz konusu hukuka aykırılığın, Devlet tüzel kişiliğinin bir parçası olan Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yapılması ise kesinlikle kabul edilemez.”

Diyanet’in hutbesinde yer alan beyanların hukuka aykırı olması için hukuka aykırı bir müessir fiilin veya sonucun ortaya çıkmasını beklemek durumundayız. 

Görevi din hizmetleri olan bir kurumun “dinimize göre kız çocukları erkek çocuklarının yarısı kadar miras almalıdır; ancak yasalar bu payları eşit dağıtmaktadır; siz kendi rızanız ile payınızın yarısında vaz geçiniz” demesi suç teşkil etmez, hukuka da aykırı olmaz. Bilakis Diyanet çifte meşruiyet prensibine göre hayatlarını idame ettirmeye çalışan Müslüman topluluğa, hukuk içinde bir çözüm yolu göstermektedir.

İzmir Barosu’nun açıklamasındaki rıza kavramına ilişkin değerlendirmeler dikkate şâyan: 

“Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “rıza” kavramını öne çıkararak miras paylaşımını dini ölçülerle tartışmaya açması, bu durumu değiştirmez. Biliyoruz ki toplumsal baskı ile üretilen rıza, rıza değildir; şiddetin bir görünümüdür.” 

Rızanın teşekkül edebilmesi hürriyete bağlıdır. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün bir ufuk çizgisi gibi işaret ettiği “fikri hür, vicdânı hür” olmadan rızadan söz edilemez. 

Ehlinin malumu olduğu veçhile özgür birey eğitim almış ve kendi parasını kazanabilen kişidir. Yani fikri hür, vicdânı hür ve cüzdanı hür.. Mahalle baskısı hür iradeyi ortadan kaldırır ve rıza yalan olur.

Baronun açıklaması şöyle nihayet buluyor:

“İzmir Barosu Başkanlığı olarak, kız çocuklarının ve kadınların miras hakkına yönelik her türlü saldırının karşısında olduğumuzu, kadınların mirastan mahrum bırakılmasının, yalnızca bireysel bir haksızlığa değil aynı zamanda toplumsal bir adaletsizliğe neden olacağının bilinci ile kamuoyuna saygı ile duyuruyoruz.”

Diyanet’in hutbede kadınların etek boyuna ayar vermesi veya miras hakkını ilahi adaletle ilişkilendirerek fetvalar ve çözümler üretmesi hukuka uygun olduğu gibi İzmir Barosu’nun bu tür yaklaşımlardan tedirgin olarak tepki göstermesi ses vermesi de hem hukuku hem demokrasiye uygundur. Hepimiz biliriz ki Birleşik Devletler’de bakarsınız federal devlet veya bir eyalet kürtaj yasası yapar; Katolik kilisesi tepki gösterir, ses verir. Herkes kendi görüşünü ve müktesebatını ifade edecektir. Burada hiç sorun yok. Mesele başka yerde.

İğneyi de, çuvaldızı da

Bu satırların yazarı bir İlahiyat fakültesinde öğretim üyesi, zaman zaman Diyanet’le yolları kesişen, çoğu zaman Cuma hutbesine çıkarılan, insanların kendisine hoca diye hitap ettiği bir gariptir. Öyle olunca çuvaldızı da iğneyi de kendine yani Diyanet’e, İlahiyat’a batırmak ister.

Buradan bakınca Diyanet’in son aylardaki ses getiren hutbeleriyle tam da laik ve demokratik bir üslup sergilediği görünüyor. Ancak hemen belirtmeliyim ki bu üslup Rahmeten li’l-Alemin, Seyyidü’l-Mürselin Muhammed Mustafa’nın üslubunu andırmıyor.

Müminlerin annesi Hz. Aişe (ra) şöyle buyurur:

“Resulullah (sav) eğer davetinin başında içki ve zinayı terk edin deseydi; Araplar biz ne içkiyi ve zinayı terk ederiz, ne de Muhammed’in dinine gireriz derlerdi.”

Allah’ın Elçisi (sav) “La ilahe illallah deyin, kurtulun!” buyuruyordu. Onun Mekke-i Mükerreme’deki daveti bu tek cümleden ibaretti. Zira bu kelimeyi söyleyenler Hz. Muhammed’e tabi oluyorlardı.

Resul-i Ekrem (sav) bir defasında Hz. Aişe’ye “Kavminin İslam ile ahdi taze olmayaydı; Kabe’yi yıkar; atam İbrahim’in temelleri üzerine yeniden inşa ederdim” buyurmuştu. Çünkü Hz. Muhammed’in gençliğinde fırtına, sel, yangın nedeniyle Kabe harab olmuş; yeniden yapılırken malzeme kıtlığından aslına göre daha küçük yapılabilmişti.

Muaz bin Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken ona ve yardımcısına insanları öncelikle İslam’a davet etmelerini, bunu kabul ederlerse namazı öğretmelerini, onu da başarırlarsa Ramazan ayında orucu, sonra zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere zekâtı, nihayet ömürde bir kez olmak üzere yol bulanların beyti haccetmesini duyurmalarını talim ettikten sonra şöyle buyurmuştu: “Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!”

Şimdi elimizi vicdanımıza koyup kendi kendimize söyleşelim: Ses getiren hutbeler acaba bizim nefsimizi mi okşuyor? Bize ötekileştirdiğimiz toplumun diğer bir kesimine karşı zafer duygusu mu veriyor? Biz insanları camiye çekecek işler mi yapıyoruz; yoksa camileri boşaltmaya mı çalışıyoruz?

Sultanahmet ile Ayasofya arasındaki meydanda bir Ramazan’da mesela bir Anadolu Rock konseri mi yapsak teravih namazını müteakip? Cem Karaca’dan “Allah yâr!” söylense… Barış Manço’dan, Sezen Aksu’dan ilahi tadında şarkılar… Sonra bir genç çıksa Mevlid-i Şerif’ten Merhaba bahrini cover yapsa… 

İnsanlar bizim sözümüzden ve söylemimizden rahatsız oluyorsa dönüp bir de kendimize baksak ya… Muhabbet zor zenaat azizim. İğneyi de çuvaldızı da kendine batıracaksın yolun daha en başında.

Davetçiyiz, kadı değil!

Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat (ö. 6 Ekim 1981) ülkenin meşhur hatibi Şeyh Kişk’e şöyle serzenişte bulunmuştu:

“Hocam, ne sen Musa’dan hayırlısın; ne de ben Firavun’dan daha fenayım. Cenab-ı Hak Hz. Musa’ya Firavuna yumuşak söz söylemesini emretti. Sen de bana karşı biraz yumuşak söz söyleyemez misin?”

Diyanetimiz bir karar vermeli: Davetçi miyiz; kadı mı? Davetçi isek her konuda, her ortamda, herkese güzel sözü söyleme hakkımız ve ödevimiz var. Kadılığa soyunursak toplumsal huzuru da bozabiliriz, laiklik ilkesini de ihlale düşebiliriz, Avrupa Birliği değer ve normlarıyla da çatışabiliriz, insan hakları ve cinsiyet eşitliği duvarlarına da toslayabiliriz. 

Cami şeriat kapısıdır. İnsanları bu kapıdan kovmayalım. Bu kapıyı cazip hale getirelim. Daha bunun dört kapısı kırk makamı var. 

Cami kapısına “Sen de gel, sen de gir!” yazalım. Camdan bir cami yapalım, içine girme cesareti bulamayanlar da seyretsin namaz gibi bir güzelliği.

Batı toplumları kiliseden uzaklaştı, biz camiye yakınlaşalım. 

Allah’ın kullarını Allah’ın evinden, camisinden, hutbesinden soğutmayalım ya Huu. Dağarcığımızda hiç mi güzel söz yok! İslam’ın evrensel mesajları bu çağa neler söylüyor? İnsanlar heyecanla beklese önümüzdeki Cuma hutbesini. Cuma hutbeleri ruhlarımızı tamire vesile olsa… Günahlarımızın döküldüğünü hissetsek her Cuma. Camiden arınmış, yunmuş çıksak her hafta…

Image

Her hafta hutbe hazırlamak zor oluyorsa 52 isim belirleyelim her yıl. Bir öğretmen, bir sanatçı, bir şair, bir diplomat, bir vali, bir belediye işçisi, bir müzisyen, bir hukukçu, bir hekim, psikolog hutbe yazsın. İmamlarımız bu hutbelere kendilerini de katarak minbere çıksın. Hatta 1500. Mevlid-i Nebi yılında hutbelerimizi kadınlar yazsın. Bir yıl boyunca kadınlar tarafından kaleme alınmış hutbeler dinleyelim kubbelerde.

Söz Yunus’la açıldı, Yunus’la hitama ersin:

“Bir kez gönül yıktın ise
O kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil!”

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
KONTROL
Bu soru bir bot (yazılımsal robot) değil de gerçek bir insan olup olmadığınızı anlamak ve otomatik gönderimleri engellemek için sorulmaktadır.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
1 kez görüntülendi. 1 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.