İlk olarak İtalyan yazar Giuseppe Tomosidi Lampedusa’nın ‘‘il Gattopardo (Leopar)’’ adlı eserinde ele aldığı, daha sonra Wallerstein tarafında teorik bir zemine taşınarak sosyolojik ilke haline getirilen “hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyi değiştirmeliyiz” ilkesi, Suriye’deki mevcut durumu özetler niteliktedir. Ülkenin içinde bulunduğu jeopolitik, sosyolojik ve demografik dönüşüm süreci, sahada yer alan tarafların mevzi kazanma ve bu kazançlarını uzun yıllar değiştirilemeyecek yapısal bir zemine taşıma politikası şeklinde özetlenebilir. Bu yazıda, Rusya’nın süreçteki saldırgan politikalarına ve ABD’nin tüm bu gelişmeler karşısında (en azından 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana) alışık olunmayan kayıtsızlığına, dış politika zaviyesinden cevaplar aranacaktır.
Devletlerin konjonktürel dış politikaları, birçok dış faktöre bağlı olmasının yanında, iç politika dinamiklerinin de deyim yerindeyse aynasıdır ve yerel reaksiyonların şifrelerini taşır. Nitekim, politika yapanların siyasi ömürlerini uzatmak adına ‘‘dış düşman’’ yaratma yöntemi ve bu şekilde kamuoyu desteği sağlama siyaseti, yıllardır uygulana gelen kadim bir stratejidir. Hegel’in “Dünya Tini, Devlet ve Savaş” eserinde de vurguladığı gibi; insanın kendisini daha ahlaki amaçlar için feda etmesini sağlayan “savaş durumu”, çoğu zaman ülke içindeki toplumsal homojenliği konsolide etmek ve biriken iç enerjiyi ofansif bir dış politika söylemine dönüştürmek için kullanılır, böylece tüm iç çelişkilerini unutmuş ve aynı dış hedefe eklemlenmiş bir toplum var edilir. Bu metot; Rusya’nın son dönemde sıkça başvurduğu rutin bir pratik olmuştur. Nitekim, ekonomik sıkıntıları ve sosyal problemleri perdelemek adına “suni gündem” yaratılarak halkın algısının başka yöne kanalize edilmesi, klişe bir politika olmasına rağmen hala belirleyici bir toplumsal mühendislik örneği olarak karşılık bulmaktadır. Şayet Putin yönetimi, Ukrayna krizi sonrasında uygulanan ambargo ile oluşan daralma ve düşen petrol fiyatları neticesinde % 4 küçülen ekonomik sıkıntılar karşısında, yukarıda sözü edilen yönteme başvurmamış olsaydı siyasi miadını çoktan doldurmuş olabilirdi.
Putin yönetimi, küresel ölçekte Rusya Federasyonu’na ve Rus Halkı’na kaybettirdiği itibarı, her geçen gün küçülen ekonomisinin yol açtığı önlenemez fakirleşmeyi ve bunların neden olabileceği muhtemel iç ayaklanma ve demokrasi talebi girişimlerini, ajanlık kültüründen tevarüs edilen profesyonel kamuflaj yöntemleri sayesinde kamufle edilebilmekte veya öteleyebilmektedir. Rusya’daki mevcut ekonomik ve diplomatik açmaza rağmen, Putin’e olan halk desteğinin %85’lere ulaşması, yukarıda da bahsedildiği gibi Putin’in dış gelişmeleri başarılı bir algı yönetimi ile iç politikaya angaje edebilmesinin bir sonucudur. Bu sonuçtan hareketle Putin yönetiminin, iç politik muhalefete muhatap olmadan, Suriye özelinde ve tüm Orta Doğu genelinde gittikçe sertleşeceğini öngörmek reel bir dış politika analizidir. Son tahlilde, eski Sovyet romantizmini Avrasyacılık oluşumu ile diriltmeye çalışan Putin yönetiminin, özellikle de dış politika alanında izlemiş olduğu tarafgir ve irrasyonel politikaları sonucunda, çok uzak olmayan bir gelecekte hem Rusya Federasyonu’na hem Rus Halkı’na hem de Rusya’nın gelecek nesillerine ağır bir ekonomik fatura, evrensel bir dışlanmışlık ve coğrafi bir yabancılaşma duygusu ‘‘armağan!’’ edeceği kaçınılmaz olacaktır.
Öte yandan, reel politiğin Suriye’de ziyadesiyle yoğunlaştığı bir süreçte ABD’nin pasif dış politika eylemi birkaç açıdan yorumlanabilir. Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesi ile başlayan ve Ukrayna, Suriye ile devam eden sınır-ötesi müdahalelerine yönelik ABD’nin etkisiz mukabelesi, ABD’deki mevcut siyasal iktidarın dış politika tercihi şeklinde yorumlanabilir. Zira, kendi ülkesinde “topal ördek” diye tanımlanan Barak Obama’nın başkan seçildiği 2008 yılından bu yana, kimi zaman etnik kökeni ile, kimi zaman rengi ile, kimi zaman da dini ile ilgili farklı suçlamalara muhatap olması; dış politikaya harcaması gereken enerjisinin iç siyasete yönelmesine ve aktif dış politika yerine palyatif tepkiler sergilemeye sevk etmiştir. Son kertede, daha çok siyaset psikolojisinin inceleme konusu olan dış politikadaki ‘‘Afro-Obama Edilgenliği’’, bütün Orta Doğu’yu Rusya’nın tekeline terk etme sonucunu doğurmuştur. Oysaki, Orta Doğu’yu şuanki şekliyle dizayn eden ve yönetilemez hale getiren politikaların mimarı bizatihi ABD’nin kendisidir, dolayısıyla bu bölge için, etik olmasa bile rasyonel olan; oyunu baştan kurgulayanın yani ABD’nin bölge halklarının sosyolojik, dini, sekteryan gerçekliklerini dikkate alarak ve bölge ülkelerinin de güvenlik kaygılarını karşılayarak bir master plan çerçevesinde bölgeyi yeniden imar etmesidir. Aksi takdirde, ABD’nin Irak müdahalesi ile ortaya çıkan ve “evlilik dışı çocuğu” diye tanımlayabileceğimiz DEAŞ tarzı yapıların zuhur etmesi her daim mümkün olabilecektir.
Obama yönetiminin 2008’de ABD’nin başına geçmesi ile Rusya’nın militarist dış politika pratikleri göstermesi eş zamanlı gerçekleşmiştir. Nitekim, Obama yönetiminin hümanizm içerikli açıklamaları ve dış politikada takip ettiği özgüvensizliğin tezahürü niteliğindeki tutumlarından cesaret alan Putin yönetimi, Sovyet döneminden kalma refleksleriyle ilk adım olarak, AB yanlısı iktidarın olduğu Gürcistan’a girmiş ve bu sayede hem ABD’nin yeni yönetiminin tepkisini ölçmüş hem de AB’nin konuya dair duyarlılığını yoklamıştır. Ciddi sayılamayacak düzeyde kalan itirazlar Putin yönetimini motive etmiş olmalı ki, bir sonraki adım olarak da Ukrayna’ya müdahale etmiş ve ülkedeki iç savaş mahiyetindeki durumun müsebbibi olmuştur. Akabinde, Kırım’ı ilhak eden Putin yönetimi, ekonomik yaptırımlar ve AB ile yürütülen uzatmalı diplomasi manevraları dışında kayda değer bir askeri ve siyasi mukavemet ile karşılaşmamıştır. AB(D)’nin sözünü ettiğimiz ‘‘yumuşak başlı’’ bu tutumu, Rusya’nın Suriye’ye doğrudan müdahale edebilmesinin de hâmisi olmuştur. Ve dahi, Rusya’nın Suriye krizine ancak 4. yılında müdahil olması, Cumhuriyetçilerin kazanacağı kesin olan bu yılki ABD seçimleri öncesi son hamlesidir. Peki, ABD bu pazılın tam olarak neresindedir? Esasında, Rusya’nın dış politika pratiklerinde, Obama yönetiminin tartışmasız bir belirleyiciliği olmasının yanı sıra; değişen iktidarlarla değişmeyen dış politika yapısına sahip olan ABD diplomasisini anlamadan mevcut anomaliyi tüm ahvaliyle tahlil edebilmek imkânsızdır. Diğer bir ifadeyle, Rusya’nın küresel meselelere en kaba haliyle doğrudan angaje olmasını, ABD’nin bilinçli bir dış politika hamlesi olarak da okuyabilir miyiz? Şöyle ki, Afganistan ve Irak Savaşları’nın ağır faturasını ödemeye devam eden ABD, küresel arenada kaybettiği prestiji, rakiplerini de savaşa ve/ya iç krizlere sokarak dengelemek istiyor olabilir mi? Zira Afganistan ve Irak Savaşları, beraberinde 6 trilyon dolarlık ekonomik kayıp getirmiş ve ekonomik krizin tetikleyicisi olmuştur. Dolayısıyla bu kayıp ABD’yi, 2008 yılında başlayan ve hala etkisi devam eden ekonomik krizle baş etmek zorunda bırakmıştır. Bu çerçevede ABD, benzer kaderin Rusya için de yaşanması yönünde dış politika oluşturuyor diyebiliriz. Nitekim şu an itibariyle Ukrayna ve Suriye krizlerinin Rusya’ya maliyeti 100 milyar doları geçmiş durumdadır. Aksi takdirde, ABD’nin deyim yerindeyse ‘‘ön bahçesi’’ olan Orta Doğu’da, Rusya’nın bu kadar kolay hinterlandını genişletmesine izin vermesi ancak pragmatizm ile açıklanabilir. Zira, kaybolan itibarının yanında bölge müttefikleri olan ülkelerin (İsrail-Mısır-Suudi Arabistan) güvensizliği ABD ve bölgede kurduğu hegemonya için sonun başlangıcı olabilir. Bu sebeple ABD, Rusya’nın küresel meselelere askeri müdahalesine göz yumarak ekonomisi zayıflatmak ve bu süreçte de (I. Dünya Savaşı sonrası uyguladığı ‘‘yalnızlık’’ politikasında olduğu gibi) kendi ekonomisini toparlayıp, kaybolan saygınlığını yeniden inşa ederek küresel sitemin ağırlık merkezine daha sağlam dönebilmek için siyaset üretmektedir. Peki, bölge ülkelerinin güvenliğini tehdit eden şu anki de fakto durum, ABD açısından sürdürülebilir mi? Öncelikle, günümüz dünyasında zımnen gösterilen tedrici tepkiler ülkeler üzerinde dönüştürücü etkiler yap(a)mamaktadır ve her duruma özel yeni şeyler söylemeyi zorunlu kılmaktadır. Yani yeni dünyada, eski dünyanın reflekslerini taşıdığı için miadı çoktan dolmuş olan ‘‘Putinvâri’’ politikalara müdahale, 20. Yüzyılın ilk çeyreğindeki reaksiyonlarla gerçekleştirilemez. Öyle ki, soğuk savaş dönemi tecrübesinin öğrettiği ‘‘dehşet dengesi’’ durumunun, kronikleşmiş bir teyakkuz haline neden olsa da, caydırıcılık noktasında günümüzden daha kötü olmadığı söylenebilir. Tek kutuplu sistemin getirdiği ‘‘rakipsizlik’’ duygusunun ödettiği bedel, iki kutuplu veya çok kutuplu dünya denkleminin ödeteceği bedelden daha ağır olamaz. Önce ABD, şimdi de Rusya’nın ‘‘değneksiz gezdikleri’’ uluslararası arena, söz gelimi ‘‘rakipsizlerin arenasına’’ dönmüş durumdadır. Dünyanın yeni rakipsiz aktörü olmaya aday Putin yönetiminin, telafisi zor dış politika manevralarına dur diyecek dirayette karşı bir güç gereklidir; çünkü caydırıcılık ilkesinin akamete uğradığı bir dünyada, üretilen yanlış politikaların bedelini bölge insanları, en yalın ifadeyle; ‘‘hayatları ile ödemektedirler’’.
Gölge yönetimlerin domino ettiği bölge ülkeleri, her dönemde bir süper gücün dümenine girmişlerdir. Dolayısıyla Orta Doğu için yakın gelecekte bağımsız ve demokratik bir yönetim kadrosu öngöremiyorsak bile, bölgeye daha az zararı dokunacak yönetimler lehine tavır alma ahlakına sahip olmalıyız. Bu noktada Putin yönetimi, olabilecek en yanlış tercihe yönelmiş ve tartışmasız kanlı bir diktatör olan Esed’in safında yer almıştır, buna cesaret ederken de önceki vukuatları karşısında, özelde AB(D)’nin genelde de dünyanın kayıtsızlığından ilham almıştır. Kısaca, Rusya’nın Suriye özelinde kurduğu iktidar, onu bölgede muktedir kılacak mı bilinmez, lakin İngiltere’nin ABD eliyle bölgede kurduğu düzenin (1916-Sykes Picot) 100. yılına girmişken, küresel güçlerin hegemonyalarını tahkim etmek adına bölgenin yapısını tekrar belirledikleri bir vakıadır. Ezcümle, Rusya ve AB(D); “Her şey olduğu gibi kalsın isteniyorsa, her şey değiştirilmelidir” ilkesine istinaden Suriye özelinde tüm Orta Doğu’nun yeniden dizaynı için dış politika refleksleri göstermektedir. Bu refleks ise bölge ülkelerini, değişen konjonktüre uyumlu olacak şekilde, dış politik eylemlerini ve söylemlerini yeniden revize etmeye zorlamaktadır.