Kırk dört yıllık alışkanlığını bozmadan sabah uyanır uyanmaz saatine baktı. Her seferinde 12.44’ü gördüğüne artık eskisi kadar şaşırmıyordu. İlk başta saniyenin bile yerinden kıpırdamadığını görmesi saatin bozuk olduğu hissini uyandırmıştı. Lakin kulağını zembereğe dayadığında saatin tıkır tıkır çalıştığını duyabiliyordu. Hayatın kendisi için donduğunu düşünüyordu artık. Hâlbuki hayat için hiçbir anlam ifade etmediğini kabullenebilseydi her şeyi çözmüş olacaktı.
Büyük büyük dedesinin, vaktiyle saatin saniyesinin bir defa yerinden hareket ettiğini anlattığını hatırladı. Sayamadığı kadar çok neslin bir saniyelik varlığını her geçen gün daha felsefi bir yaklaşımla tartışmaya başlamıştı. Aslında ihtiyacı olan şey biraz kendini, biraz da toplumu tanımaktı ama yine de metodolojik düşünme açısından yanlış bir yolda olmadığının farkındaydı.
An içerisinde onlarca neslin yüzlerce yıllık yaşanmışlığına vakıf olduğunda, oturup düşünmeye başladı. Hiç tanımadığı yedi göbek atasıyla aynı zaman dilimi içinde yaşadığını fark etmek kabul edilemez bir saçmalık gibi geldi. Şayet böylesi bir gerçeği kabul ederse avcı toplayıcı atalarıyla arasında sadece dakikalarla ölçülebilen bir zaman farkı ortaya çıkacaktı.
İçinde bulunduğu ortamda zamansal olarak farklı boyutlar olduğunu varsayarsa daha mantıklı sonuçlara ulaşabileceğini fark etti bir anda. Bu durumda dikkate alması gereken tek şey insana dair ruhsal, duygusal ve düşünsel değerler olabilirdi. Zira insan hayatındaki maddi gelişmeler ne denli değişirse değişsin insana dair değerler hiçbir zaman değişmiyordu. Hoş, vaktiyle zamana ve mekâna hükmedebilen bir eğiticinin sahip olduğu gizemli güçlerin, bugün hala çözülememiş olması, teknolojiyi kutsayan modern hayatın en büyük bunalımı olmaya devam etmesi de ayrı bir paradokstu.
Hayat mı? Annenin göğsüne yaslanıp saçlarını okşamak, bir sevgilinin elinden tutabilmek, Yaratıcının sevgisine mahzar olmak ya da ayartıcının baştan çıkarmasına müptela olmak, işte bu. İster deveyle, ister uçakla, isterseniz ışınlanarak seyahat edin, hayat hiçbir zaman teknolojik gelişmeler tarihi üzerine kurgulanmaz ve yazılmaz.
Gerçek tarih ve zaman insan ruhunun tekâmülüyle birlikte hareket eder. İşte bu yüzden saniyeler bile onlarca nesle tekabül edecek şekilde adım atar. İnsana dair ruhsal gelişimler ise Yaratıcının eğitmesiyle ilgili bir süreçtir. O gönderdiği eğiticilerle insanların ruhlarına dokundu. Her dokunuş bir teknolojik gelişmeyi de beraberinde getirmiş olsa da komodinin üstündeki saat bundan bağımsız çalışıyordu.
Kafasında bir şeyler oturmaya başlamıştı sanki. Yaratılan ilk insanla aynı duyguları yaşıyordu aslında. Yaşama dair arzuları, tutkuları, sevgileri, inançları hep aynıydı. Uzunca bir dönem Yaratıcıyı bilme ve anlama adına eğitim aldılar sadece. Okul bitip herkes mezun olduğunda saatler 12.30’u gösteriyordu. Öyleyse hayatın ilk otuz dakikası insanlık ruhunun tekâmülünü kapsayan eğitim süreciydi. Geriye kalan otuz dakika neydi peki? Okul döneminde başarılı olanlar ve olmayanların hepsi kendi hallerine bırakılmıştı artık. Okulda öğrendikleri veya öğrenmedikleriyle yaşam sürmeye çalışılan otuz dakikaydı bu.
Tekrar saate baktı 12.44’ü görünce geriye neredeyse bir çeyrek saatin kaldığını fark etti. Buna hiç üzülmedi, zira bu hayatta cümle neslinin bile bir saniyelik hükmü yoktu.
Yine kasvetli bir gün diye düşünüp perdeyi hafifçe aralayarak sokakta koşturan insanları seyretti. Durakta bekleyen yaşlı teyzenin gözlerindeki hüznü yakalamaya çalışırken, varlığın ilk otuz dakikasında neler yaşanmış olabileceğini düşündü. Teyze, aralanmış perdenin arkasındaki sorgulayan gözlere muzipçe bir bakış fırlatınca panikle perdeyi kapatıverdi.
Yatağın köşesine oturmak için yeterince takati olmadığını düşünerek soğuk metal başlıklardan tutundu. Bir anda on binlerce yıllık bir geçmişin ağırlığını hissetti üstünde, belki de bu yüzden gücü tükenivermişti. Dedesi hafız Yahya Efendi’nin vaktiyle kalu belada ruhların buluşmasından bahsettiğini, üniversitedeki fizik hocasının “atom altı parçacıkların birbirlerini tanıdıktan sonra zaman ve mekân farkı gözetmeksizin asla birbirlerini unutmadıkları” teorisini, bir de vaktiyle okuduğu bir felsefe kitabında insanın bilerek doğduğunu yaşamı boyunca da bildiklerini hatırladıkları düşüncesi aklına geliverdi.
Sade kahvesini yudumlarken ilk insanlar ve öğreticilerin yükünü neden taşıdığını anlamaya çalıştı. Zira atalar ruhu geçmişin yaşanmışlıklarını bir bir sırtına yüklemişlerdi. Deja vu diye gülümseyip geçtiklerinin aslında birer gerçek olabileceğini düşünüyordu artık. Seramik fincandan kahvesini yudumlarken dudaklarının binlerce yıl önce yaşamış bir dilberin dudağına değdiğini hissetti. Kadim bir aşkı canlandırmaya çalışan sevgilinin varlığı içinde hafif bir titremeye neden oldu.
Bilincinin hiçbir yerinde yer almayan yaşanmışlıkların varlığı artık daha çok dikkatini çekmeye başlamıştı. Annesinin köy fırınında pişirdiği güveci bir Hititli şefin servis ettiğini hayal edip gülümseyerek sevgilinin dudaklarını masanın üzerine koydu.
Üzerindeki yükü taşımakta zorlanmıyordu artık. Sandalyesinden ok gibi fırlayarak tekrar pencerenin önüne geçip binlerce yıldır aynı boyutta yaşayan insanları izlemeye koyuldu. Artık sadece insanları değil, onların sırtlarında taşıdıklarını da görebiliyordu. Zeytinyağı üreten bir Luvi ve Likyalının ürünlerini ucuza kapatmak için plan yapan Lidyalının haline gülümseyiverdi aniden.
Binlerce, belki de yüzbinlerce yıllık yaşanmışlıklara şahit olabiliyordu şimdi. Bir şaman ayinini anlayabilecek kadar animist olmuştu. Ataların ruhu perde perde açılıyordu önünde. Saatin 12.44 olmasına aldırış etmeden geçmişte yaşananlarını görebilmek ona müthiş bir zevk veriyordu. 12.00’dan itibaren bir kronolojik tasnif yaptığında 12.30 itibariyle her şeyin nihayete vardığını anlamakta hiç de zorlanmadı. Peki ya sonrası? Sonrası, yaşananların tekrarından başka bir şey değildi aslında. O an 12.01 ile 12.31 arasında hatırı sayılır paralellikler kurmaya başladı.
Birden “eş zamanlı yaşanmışlıklar” diye not düştü önündeki kâğıda. Evet evet böyle tanımlamalıydı hayatı. Kalemi ağzında gevelerken “eş zamanlı yaşanmışlıklar” diye tekrarladı.
Ruhlar zaman ve mekândan münezzeh bir şekilde yaşamayı başarabiliyorlardı. Bu eş zamanlılık, farklı mekânlardaki birbirinden habersiz insanların ortak davranışları olarak karşımıza çıkmakla kalmaz, aynı zamanda onlarca dakikalık zaman farklarını da hiçe sayar.
Önce vay be dercesine elini aşağıdan yukarıya doğru umursamazca savurdu, sonra yeni bir şeyi daha keşfetmenin keyfiyle masayı yumrukladı. Saati 12 ile 6 ekseninde katlaması durumunda bu eş zamanlılığı günümüzle senkronize edebileceğine kanaat getirmişti bir anda. O zaman 12.44’ün geçmişteki karşılığını görebilme imkânı olacaktı. Lakin sadece son iki eğiticinin zaman bilgisine sahip olması onu biraz üzmüş olsa da işin içinden çıkılmaz bir durum olmadığını düşünerek rahatladı.
Öyleyse hayatın ilk yarım saatindeki her türlü insani duygunun sonraki yarım saatte yeniden tezahür edebileceği fikri ona hayatın şifrelerini çözme imkânı sunabilirdi. Belki de yaşam, yelkovanın bir turluk hareketiyle yerine dönmesi gibi başa doğru hareket ediyordu. Öyleyse saat 12.59 da ilk eğiticinin yaşam çizgisine dönebilirdik. Bu teknolojik bir yok oluş anlamına gelse de eşyanın isimlerinin bilindiği bir ortamın ilkelliğinden bahsetmek ne kadar mümkün olabilir ki?
Hatta biraz daha farklı düşünebilmek adına saati 9 ile 3 ekseninde katladığını varsaydı. Bu durumda ilk ve son eğitici aynı mekân ve zamanda bir araya gelmiş olacaklardı. Şımarıkça bir kahkaha atarken hafız dedesinin ilk eğiticinin Yaratıcıdan af dilerken son eğiticinin adını andığı anlatısı aklına geldi. Bu durumda onlar zaten bilmediğimiz bir mekân ve zamanda bir araya gelmişlerdi.
Yüzlerce, binlerce ve hatta on binlerce yıllık yaşanmışlıkların birikimiyle yaşadığımız bu dünyanın bir gidişatı vardı. Bu yolculuk, ruhların geldiği yere varmasıyla sonlanır mı? acaba diye düşündü.
Sabah uyandığında saatin 12.44’ü göstermesi onu ilk defa şaşırtmamıştı. Sona neredeyse çeyrek kala, yok yok aslında başa dönüşe çeyrek kala demek daha iyimser bir yaklaşım olabilirdi. Zira dedesi “her son yeni bir başlangıca kapı aralar” derdi. “Yeni bir saat ve yeni bir mekân” diye fısıldadı birden. Acaba her saat yeni bir hayatın başlangıcı mıydı?
Sokağa çıktığında, inanç ve etnik yapıları itibariyle atalarıyla hiçbir paralellik kuramayan insanların, farkında olmadan atalar ruhuyla yaşadıklarını daha net görebiliyordu artık. İnsanların nasıl bir yanılsama içinde olduklarını fark etmeden yaşamalarına hiç şaşırmadı. Söylemleri ve davranışları arasındaki çelişkilerin aidiyet farklılığından kaynaklandığını bilmeyen insanlara söyleyecek hiç bir şeyi yoktu. Peki ya bu farkındalığın farkında olanlara ne demeliydi?
“Her insan hiç bilmediği ve zerre-i miktar kadar aidiyet duymadığı atalarının ruhuna esirdir” diye not düştü defterine. Muhtemelen İbn-i Haldun’un “asabiye aslına rücu eder” sözünden etkilendiğini düşünmemişti bile.
Yeni yorum ekle