Tarihin Son Türk Devleti

17 Ekim 2024

Böylesi iddialı bir konuyu bu kadar ironik bir başlıkla ifade etmiş olmanın zorluğunun farkındayım. Neyse ki Laonicus Chalcondyles’in “Kehanetler Kitabı”nda Türk İmparatorluğunun yıkılışına dair kehanetlerde bulunulmuş olması ve konunun hali hazırda tartışılmış olması beni rahatlatan tek unsur. Bir kehanette bulunma ukalalığına girmeden uluslararası sistemin gelecek algısı üzerine tartışalım istedim. 

Öncelikle, konuya yaklaşım tarzı itibariyle “son” ifadesini yok olmak, fiziki olarak ortadan kalkmak veya bitmek şeklinde tahayyül etmek yerine, işlevini tamamlamış ya da yeni bir sürece uyum sağlamak amacıyla nitelik değiştirmiş bir yapının sonlanması olarak düşünelim. 

Doğu’dan Batı’ya, Güney’den Kuzey’e bütün dünyayı etkisi altına alan göç olgusunun, küreselleşme adı altında insanları evrensel bir tekilliğe doğru sürüklediğini defalarca ifade etmiştik. Bu şekliyle baktığımızda uluslararası sistemde küreselci ve ulusalcı yapıların her ne kadar birbirine rakip unsurlar olduğunu düşünsek de esasında ikisinin de amacı ulusal değerleri yerle yeksan etmek suretiyle yeni kimlik oluşumlarını sağlamaktır. 

Küreselci bakış açısı bunun dünya ölçeğinde radikal bir şekilde gerçekleşmesini öngörürken, ulusalcı bakış açısı daha kültürel, bölgesel ve etnik bazda bir değişimle süreci yönetmeyi tercih ediyor. Birbirinin bütünleri olan bu düşünceler yaşadığımız dünyayı temel değerler düzeyinde tekilleştirmeyi başardılar. Küreselci yaklaşımın uzunca bir zamandır başarıyla takip ettiği politikaların artık yeni bir safhaya geçmesi gerekiyor. 

Kendi ilahi iradelerinin takdirine mahzar olmak arzusuyla yarışan bu iki güç merkezinin yetki ve sorumluluklarını devretme hususundaki uzlaşmazlıkları, Rus-Ukrayna ve İsrail-Filistin savaşları başta olmak üzere birçok siyasi ve iktisadi sorunları beraberinde getirdi. Lakin her türlü sıkıntıya rağmen dönemsel görevi ulusalcıların alacağına hiç şüphe yok. Zira dünyanın gidişatıyla ulusalcıların üstlendiği misyon birbiriyle ziyadesiyle örtüşmekte. Ancak son vuruşu küreselci yaklaşımla uzlaşarak gerçekleştirecekleri gerçeğini de yadsımayalım.

Öyleyse gelecek yılların, ulusu, etnik yapıları ve kültürel değerleri yok edecek şekilde tasarlandığı gerçeği üzerinden hareket etmeliyiz. Ulusun inşa edilmesi sürecinde yaşanan siyasi ve iktisadi gelişmelerin tersine çevrilerek tekrar kabile toplumuna doğru gidiyoruz. Böylesi teknolojik bir gelişme içinde iken ulusların kabile refleksi ile hareket edebilmesini maddi unsurlarla değil sosyolojik ve psikolojik gerçeklikle değerlendirmek gerekiyor. Sorunda burada zaten, hayatımız tahayyül edilemez sözde modernliğe doğru ilerlerken, zihinlerimiz binlerce yıl önceki insanların değerleriyle hareket ediyor. Psikologlar bilinç dışımızdan bilincimize çektiğimiz unsurların yaşanmışlığını, insanların kaderleri olarak gördüklerini söyleseler de bunun tasarlanmışlığı üzerindeki mükemmelliğe şapka çıkarmak gerekiyor. 

Teknolojinin muhteşem bir gerçekliği olan yapay zekâ bütün dünyayı ayrım yapmaksızın köleleştiriyor. Kapitalizmin ve sosyalizm başta olmak üzere hiçbir ekonomik kuram kendisi değil artık. Bu ideolojik ekonomi söylemlerinin koruduğu topluluklar artık açık tehdit altında. Batı toplumları 20. yüzyılın ikinci yarısında gördüğü kısa dönemli refahı köle olarak nitelediği insanlarla paylaşmak zorunda. Efendi köle ilişkisi yeniden tanımlanıyor. Köleler ve efendi kılıklı köleler dönüşümü anlamaya çalışırken müritler yaratıcının övgüsüne layık olmakla huzur buluyorlar. 

Göçün dayanılmaz baskısı tersine göçü hızlandırdığında dünya hallaç pamuğu gibi atılmış olacak. Okurlardan çoğunun, Batılı ülkelerin kendi insanlarını her halükarda koruyacağı kanaatine sahip olduğunu hissedebiliyorum. Uluslararası ilişkilerin bu dönemini anlamaya çalışırken kafamızdan iki şeyi çıkartalım; birincisi, sistemin devletler bazında değerlendirilmesi ikincisi, Batılı insanların kutsanmışlığı. Artık ne kutsal bir ulus ne de kutsal bir devlet var. 

Ulusalcı yaklaşım sözde ulusları kutsarmış gibi yaparken, onların yerelliği üzerindeki zafiyeti kullanmak suretiyle bütün kültürel unsurları yok ediyor. Bu esasında küreselci yaklaşıma çok sağlam bir zemin hazırlamanın farklı bir yöntemi. Sonuçta yaşadığımız bütün kepazelikler, birilerinin sözde ilahi takdir toplama gayretinden öteye gitmiyor. 

Ulus, ulusal kimlikler ve kültürlerin yok olmaya yüz tuttuğu bu zihinsel dönüşüm sürecinde, sosyolojik bir ilkelleşmeden mi yoksa post modern kabilecilikten mi bahsedeceğiz? Olması gereken şey ulus mu yoksa ulus öncesi ya da ötesi toplumsal yapılar mı? Bu tamamen neyi kabullendiğiniz ve kutsadığınızla ilgilidir elbet. “Öncesi” ile “ötesi” arasında ruhsal olarak pek bir fark olmayacak. Gelecek nesil neyi tercih ederse etsin aslında aynı ilkelliği yaşayacağını fark edemiyor. 

Ulus öncesi/ötesi bir dönemin kapılarının zorlandığı bir dünyada ulusal kimliklerin de bir anlamının kalmadığını göreceğiz. Değer yargıları benzer kitlelerin diğer önemli özelliği ise toplu halde sömürülen köleler olmasıdır. Lakin bu hususu müstakilen konuşmak daha mantıklı olabilir.

Peki, ulusa yönelik bu kitlesel operasyonlardan Türkler nasıl etkilenecek? Geçenlerde tıp profesörü kıymetli bir hocamla sohbet ederken Türk genlerinin resesif (pasif) olduğunu, genel itibarla muhatap olduğu genler karşısında mücadele edecek güçte olmadığını söyledi. Bu, biyolojik olarak Türklerin başka topluluklarla karışmış olması durumunda kendi genetik özelliklerinin zayıflayacağı anlamına geliyor sanırım. Fiziksel görünüşlerinde bir değişim olabileceği gerçeğini kabul etsek de ruhsal genlerimizin dominant olduğu hususunda bir endişem yok. Dünyanın çok farklı kıta ve ülkelerinde gördüğüm her türlü fiziksel özellikteki Türklerin ruhsal farkındalıkları hususunda çok sağlam bir karakteristik yapıya sahip olduklarını gördüm. 

Diğer taraftan Türkler farklı toplumlarla iletişime geçtiklerinde o toplum ve coğrafyanın özelliklerine uyum sağlamakta hiç zorlanmıyorlar. Bu özellik Türklere evrensel bir millet olabilme ve dünyanın hemen her coğrafyasında devlet kurabilme yeteneği veriyor. Göçebelikleri, dünyayı keşfetme tutkuları ve egemenlik arzuları onları hiçbir zaman etnik ve din temelli bir devlet kurmaya zorlamadı. Ruhsal genetiklerinden gelen bu sosyolojik üstünlükleri dünyada kesintisizce süren bir Türk varlığının temeli oldu. 

Biyolojik ve ruhsal genlerinden kaynaklı özellikleri Türkleri yarının dünyasına da uyum sağlamakta zorlamayacak. Göçler her ne kadar bir sorun olarak algılanmaya devam etse de sadece Doğu’dan değil aynı zamanda Batı’dan da gelecek yerleşimciler Türk yurdunda kendilerine bir hayat kurabilecek. Kaldı ki hali hazırda Batı’ya giden Türklerin de orada yerel yaşam şartlarına uyum sağladığını görmekteyiz. Yani bu karşılıklı bir geçiş süreci. 

Uluslararası sistemin gelecek planlamalarında, Türk topluluklarının bu özellikleri dolayısıyla, Türkler üzerinde daha intizamlı programların uygulanmasını zorunlu kılıyor. Yakın bir gelecekte parlak günler yaşaması planlanan Türklerin, ulus olmalarına dair ruhsal genleri, ancak böylesi bir rehavet içinde yok edilebilir. Kendini Alman olarak tanımlayan insanların azınlık haline geleceği bir Almanya gibi, kendilerini Türk olarak tanımlayan insanların yaşayacağı devletlerin de adında “Türk” ifadesi yer almayacak muhtemelen. Pratik yaşamların anayasal bazda yeniden tanımlanması belki de birçok ülkenin ismini değiştirmesine kadar gidecek. 

Tarihsel sınıflamanın ilkel diye tabir ettiği dönemlere dönüşün sosyolojik ipuçlarını daha açık görebiliyoruz. Ulusa dair değerlerin kaybolmasıyla birlikte kabile toplumları ve öncesine dönüşecek sistem, ulus üstü bir anlayışla yönetilecek devletleri ortaya çıkartacaktır. Bu devletimsi yapıların uluslararası hukuktaki etkinliğinin de bu süreçte azalacağı, bunun yerine sermaye odaklı gruplar ve sivil toplum teşkilatlarının ağırlıklarının artacağını söyleyebiliriz. Ülke yönetimlerinin ihaleyle şirketler tarafından alınacağı günler çok da uzak değil. Devletlerin şirketleştirildiği bir dönemde ulusa/millete dair her şey anlamsızlaşacaksa o zaman bir Türk, Alman, Rus veya İngiliz devletinden bahsetmenin de anlamı kalmayacak. 
Elbette ki gelecek on yıllardan bahsetmiyoruz. Öznemiz bir ulus ve devlet ise kurgularımızın uzun vadeli olmasından daha doğalı yoktur. Bu uzun ve meşakkatli yolda Türkler dâhil birçok ulus hali hazırdaki son devletlerinde yaşıyor olabilirler. Başta da söylediğimiz gibi “son” bir yok oluş değil farklı bir formda yeniden var oluştur. 

Şu ana kadar üst aklın tasarlanmış planları üzerinden konuştuk. Lakin unutmamak gerekir ki Türklerin ruhsal genleri bu sürecin yönetilmesindeki en büyük tehdit olmaya devam ediyor. Uluslararası şeytani aklın planlarını boşa çıkarabilecek tek güç, eşdeğerlerini çok kolay yönlendirebilecek bu ruhsal gendir. Kültürel ve dini binlerce yıllık birikimin ürünü olan bu doku, hala sapasağlam ayakta durmakta. Böylesi bir ruha sahip olmadıkları halde bu kisveyle uluslararası aklın mihmandarlığını yapanlar ilahi gücü hala yadsımaya devam ediyor.  

Günümüz toplumsal gelişmeleri ve siyasi söylemlerine baktığımızda, gelecek öngörüsü son Türk devletini işaret etse de ulus üstü yapılarından bugün adını koymakta zorlandığım yeni bir düzenin oluşacağını görebiliyorum.

Her iki tasarlanmışlık üzerine bir kurgu yapmak gerekirse, Türklerin adını bildiğimiz bir peygamberleri olmaksızın Gök Tanrı inancı kapsamında elde ettiği kutsanmışlığı, ulus ötesi toplumda yeniden diriltebilme yeteneğini bugünden tartışmak lazım. Geçmişteki peygambersizliğin, gelecekteki ilahi kudretle takdir edilmesi neden bir tasarlanmışlık olmasın? Sonuçta yarının tasarlanmışlığını başka ne şekilde yönetebilirsiniz ki?

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
4 kez görüntülendi. 202 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.