Türk Mûsıkîsindeki Tek Referans Kaynağımız Tanburi Cemil Beydir

23 Mayıs 2021

 

 

Tanburi Cemil Beyin tanburu ve sonrasında kemençesinde çıkardığı sesleri sonraki bütün nesiller hep aradı durdu. Bütün büyük ustalar onun bir çeşit taklidi veyahut yolundan giden sanatkârlar oldular. Tanburi Cemil Bey'den önceki mûsıkîye dair bilginiz duyumunuz yok. Neden? İlk taş plakları o çaldı. Mesela onun hocam dediği çok saygı duyduğu kemençeci Vasil’e ait bir kayıt yok elimizde.  Ya da ondan önceki müziğin neye dair, nasıl bir şey olduğunu kimse bilmiyor. Mesela Kutbii-nayi olarak bilinen Neyzen Aziz’in neyi nasıl üflediğini kimse bilmiyor. Türk mûsıkîsindeki tek referans kaynağımız Tanburi Cemil Beydir. Cemil’den sonrasını ancak keşfedebiliyoruz. Cemilden öncesini doğrusu buzlu camlar arkasında bile göremiyoruz diyen Klasik Türk Müziği konusunda günümüzün saygın san’atkârlarından Bekir Rehâ Sağbaş’ı sizlere biraz daha yakından tanıtmak istedik..

                                                                                                                       Nebahat Konu

 

Bize biraz doğduğunuz büyüdüğünüz iklimden bahsedebilir misiniz?

Hay hay. Kökleri itibariyle baba tarafından Rumeliliyiz. Biraz daha açarsak Üsküp ve Kumanova’dan. Türkiye'ye göç eden muhacirler grubundan bir ailenin çocuğuyum. . Babam Alâeddin, annem İhsaniye Sağbaş. Sırasıyla Bekir Reha, Emin Sefa, Selim Süha, Zeynep Serap, Ali Vefa olmak üzere beşkardeşiz. Anne tarafından ise Arap ve Kürt karışımı bir aileydi. Yozgat'ta doğan annemizin kültürünü de taşımaktayız. Bu bakımdan oldukça renkli birbirinden çok farklı iki kültürü ve dolayısıyla çevre kültürleri tanıma fırsatı buldum. Baskın olarak Rumeli kültürünü içinde büyüdük diyebilirim.

Babam Alâeddin Sağbaş, veteriner hekimdi. Üniversite tahsili için Uşaktan Ankara’ya geldiğinde annemle tanışmış ve evlenmişler. Babam daha önceki eğitim hayatında müziğin değerini kavramış ve iyi yetişmiş bir cumhuriyet münevveri idi. İyi derecede Fransızca bilen, mandolin çalabilen babamın döneminde lise eğitiminin oldukça sağlam olduğu anlaşılıyor. Bana da ilk hediyesi, bir doğum günümde aldığı mandolin olmuştu. Babamın bu hediyesi ile müziğe başlamış oldum.

Kaç yaşlarındaydınız?

Tahminen 13-14 yaşlarındaydım. Mandolini çok çabuk bir şekilde öğrendim. Babamın gösterdiği kadarıyla bir senede oldukça iyi çaldığımı hatırlıyorum. Hatta çok iyi çaldığımı bir mandolin orkestrasına kabul edilişimden anlıyorum. Orada 1. Mandolin partilerini birkaç arkadaşımla ben çalardım. Bir büyük mandolin orkestrasıydı. Hem müzisyen, hem tıp doktoru olan Recai Özdil, Mandolin Orkestrasında beni dinledi ve hemen birkaç derse katılmamı ve sonunda da bir nişaburek faslı çalmamı sağlamıştı. Antalya'da orkestra şefi ve piyanist olan iki kızıyla da o zaman tanışmıştım. İkinci sene babam bana hediye olarak birde akordeon aldı. Yani müziğin içine beni bayağı yönlendirmiş oldu. Bu yönlendirme sadece benimle kalmadı, benim kardeşlerime de sirayet etti. Bu zevki, bu hoşluğu onlarda kavradılar ve benden sonra bir müzisyen aile oluştu.

Evet, Sağbaşlar Ailesi olarak

Öyle oldu. Kardeşim merhum Emin Sefa çok iyi bir müzisyen ve çok iyi bir öğretmendi. Benden çok daha fazla talebeyle uğraştı 7 sinden 70 ine kadar. Müzik öğretemediyse bile müzik zevkini aşıladı. Yüzlerce öğrencisi oldu. Devlet korolarında ve radyolarda çok öğrencisi vardır. Diğer kardeşim Süha, dünyaca ünlü bir lutiye, saz yapımcısı. Türk mûsıkîsine hizmeti çok büyük. Kudüm, daire, bendir ve akortlu def olmak üzere Türk mûsıkî çalgı bilimine çok büyük hizmet etmiş birisi. Küçük kardeşim Vefa çellist ve Kültür Bakanlığında Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğunda. Serap ise sadece iyi bir dinleyici. Fransız mütercimi olarak çalıştı Kültür Bakanlığında. Merhum eşim Selma Sağbaş için ayrı bir başlık açmam gerekir.

Oğlunuz Emre yine dünya çapında bir müzisyen.

Image

Evet, oğlum epeyce iyi bir müzisyen. Sırasıyla Hacettepe Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesini bitirdikten sonra, Toronto( Kanada) da, Pitsburgh’da “ artistik diploma” ve “ Virtüozite” diplomalarını aldı. Son olarak da San Francisco da master yaparak Türkiye’ye döndü. Dinlenilmesi gereken bir flüt icracısıdır.

Peki, tekrar müziğe başladığınız yıllara dönersek notayı, enstrümanları kendi kendinize öğrendiğinizi okumuştum bir röportajınızda. Kendi kendinin hocası olmak nasıl bir şey? Yani bunun derinlerinde yatan nedir?

Bu çok fazla ilginç değil. Türkiye'de çok kimse bu şekilde yol kat etmeye çalışmıştır. Bizim dönemimizde bırakın hocayı, birkaç sayfa nota bile bulamazdık. Fotokopi imkânının olmadığı daha fotokopi makinasının Türkiye'ye gelmediği yıllardan bahsediyoruz. Kitapevlerinde Türk Mûsıkîsine dair basılı hiçbir yayın yoktu.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın bastırdığı, Yılmaz Öztuna’nın “Türk Mûsıkîsi Ansiklopedisi” adlı çalışması yayınlandığında sanki dünyalar benim olmuştu. Ayrıca ailemizin en büyüklerinden Yahya Aydıntuğ amcamın kütüphanesinden çıkarıp bana hediye ettiği, Dr. Suphi Ezgi’nin 5 Ciltlik “Nazarî ve ameli, Türk Mûsıkîsi” adlı eseri, dili o yaşa göre çok ağır olmasına rağmen benim için hazine değerindedir. Tekrar basımı yapılmadığı için pek çok müzisyen bu kitaplara sahip değildir. Sözünü ettiğim amcam, merhum Yahya Aydıntuğ sadece kitap hediye etmekle kalmadı. “Mûsıkînin ciddi bir şey olduğunu, yalnızca çalgı çalarak mûsıkîden nasiplenilemiyeceğini, mümkünse ilimini, bilimini öğrenerek ameliyesiyle uğraşmamı, sadece kanun çalarak iyi bir sanatkâr olunamayacağını” söylediğini çocuk yaşlarımdan beri önemsedim. 1974 yıllarında Ankara Radyosuna girdikten sonra bu şekilde düşünmeyi amaç edindim. Çünkü orada Şube müdürümüz Cinuçen Tanrıkorur’ du.

Kanun çalmaya başlamanız ve Radyoya intisabınızdan bahsedebilir misiniz?

Mandolin ve akordeonla Türk Müziği icra edilemeyeceğini fark ettiğim bir dönemde, bir tesadüf eseri, Isparta’nın Şarkîkaraağaç ilçesinde, sesini radyolardan tanıdığım kanun çalgısıyla karşılaştım. Onun sıcacık sesiyle, Türk Müziğinin fevkalade icra edildiğini gördüm. Kanun çalmayı arzuladım. Birkaç yıl sonra babam bu isteğimi de gerçekleştirdi. Bir örümcek ağına benzeyen bu çalgının öğrenilmesi için mutlaka bir öğretmene ihtiyaç vardı. Ne var ki böyle bir öğretmen bulamadık. İş başa düşmüştü… Keşif yoluyla, meşakkatli bir mesâîyle kanun çalmaya başlamıştım.

Radyoya girmeniz için bir yönlendiren oldu mu? 

Hayır. Tesadüfen. Ben sadece Türk Mûsıkîsini seviyordum. Kanun çalıyordum ve benim tek hocam radyodan dinlediğim müziklerdi. Radyoda icra edilen müzikleri dinleyerek kulaktan repertuvar edinmeye başlamıştım. Yeteri kadar nota bilmediğim halde takliden epeyce kanunda mesafe almış olmalıyım ki, imtihan heyeti benim var olan nota okuma yazma bilgimi ve kanun çalmaktaki yetkinliğimi yeterli görmüş olmalı ki Ankara Radyosu icralarına katılmamı uygun gördüler. Yıl 1973 idi.

Orada mı tanıdınız ilk Cinuçen beyi?

Image

Hayır, Cinuçen Tanrıkorur'u ondan çok daha önce 1970-1971 yıllarında tanımıştım. Ziraat Fakültesinde Türk mûsıkîsi dersleri verdiği zaman, benden önce koroya giden arkadaşlarım vardı. Mahmut Bilki, Tevfik Soyata, Ali Osman Akkuş gibi arkadaşlarım. “Bu sene Ziraat Fakültesinde ki derslere sende katıl” dediler. Gittim orada bir çeşit imtihan ettiler bizi. Merhum ûdî Saim Konakçı’nın uduyla verdiği sesleri algılayıp algılayamadığımızla ilgili bir seçim sonucu Cinuçen Tanrıkorur’la bir mülakat sonunda, derslere katılmamı uygun buldular.

Ben kanun çalmak istediğimi söyledim. Ud çalanlar, keman çalanlar, ney üfleyenlerin her birine hoca bulundu ama neden olduğunu bilmediğim bir şekilde bize gelecek olan hoca bir türlü gelmedi ve gelemedi. Bize gelemeyen o hoca da sonradan radyoda tanıştığımız büyüğümüz, Gültekin Aydoğdu idi. Dolayısıyla hiçbir kanuncudan ders almamış oldum.

Hocanızın olmaması kendi tarzınızı oluşturmanıza neden oldu belki de.

Farklı bir tarz geliştirdiğim doğru çünkü ders almadığınız için hocanızı taklit etme imkânınız kalmıyor. Fakat radyoda birçok kanuniyi dinledim. Zekai Süer, Erol Deran gibi usta sanatkârlar zevkimi yükseltmişlerdir.

Peki, Vecihe Hanım?

Vecihe hanımın bütün icralarını dinledim. Hatta Vecihe hanımla tanışma imkânı da buldum. Ferit Sıdal Bey tanıştırmıştı. Elini öpme şansına sahip oldum sadece. Daha önceki nesilden Ferid Alnar ile Vecihe Daryal’ı ancak eski kayıtlardan dinleyebildim.

Sizin kendinize ait kanun çalışta başparmakla ilgili bir yönteminiz var, ondan biraz bahsedebilir misiniz?

Kişiler kanun çalış tarzında ehil bir hocadan ders almamışlarsa, kendi kendilerine bazı şeyleri keşfedebiliyorlar. Sadece kanunileri değil her çalgı icracısı eski müzikleri dinledikçe, Türk mûsıkîsinin genel karakterini öğrenebilirler ki bu genel karakter dediğiniz şeyin özelde Tanburi Cemil bey ve devamında gelen usta icracıların müzikleridir. Bunların müziklerini taklit edecek olunca, Türk mûsıkîsinin genel karakterinin sıralı seslerden oluşurken birbiriyle olan irtibatlarını gösteren bir icraatlar bütünüyle karşılaşıyoruz. Bir tanburu taklit ederken onda ki güzellikleri kanunda yapmaya çalışırken ya da bir udun yaptığı çok güzel bir nağmeyi kanunda yapmaya çalışırken, böyle keşiflerde bulunmak zorunda kalıyorsunuz. Türk mûsıkîsinin en zarif ve tek başına, tarife yetebilecek olduğu tek çalgı Tanburdur.

Tanburun da büyük ustası Tanburi Cemil Bey bize böyle ışıklar, böyle aydınlık yollar gösterdi. Dolayısıyla Cemil Beyin tanburu ve sonrasında kemençesinde çıkardığı sesleri sonraki bütün nesiller hep aradı durdu. Bütün büyük ustalar onun bir çeşit taklidi veyahut yolundan giden sanatkârlar oldular. Tanburi Cemil'den önceki mûsıkîye dair bilginiz duyumunuz yok. Neden? İlk taş plakları o çaldı. Mesela onun hocam dediği çok saygı duyduğu kemençeci Vasil’e ait bir kayıt yok elimizde.  Ya da ondan önceki müziğin neye dair, nasıl bir şey olduğunu kimse bilmiyor. Mesela Kutbii-nayi olarak bilinen Neyzen Aziz’in neyi nasıl üflediğini kimse bilmiyor. Türk mûsıkîsindeki tek referans kaynağımız Tanburi Cemil Beydir. Cemil’den sonrasını ancak keşfedebiliyoruz. Cemilden öncesini doğrusu buzlu camlar arkasında bile göremiyoruz. Dolayısıyla Türk müziğinin efsanevi bestekârları icracıları hakkında hiçbir fikir yürütemiyoruz. Hatta Dede efendinin eserleri bile nasıl olduğu nasıl icra edilmesi gerektiğine dair pek bir kanaat yok.  Hiç olmazsa tek bir kanaat yok.  Çokça üzerinde çalışılması gereken şeyler…

Peki, sizin radyo yıllarına dönersek Çinucen Bey ile Ziraat Fakültesinde ki kurslarda tanışıklığınızdan sonra, radyoda yoğun bir mesai arkadaşlığınız da oluştu mu?

Evet, evet. İlk tanışmamız tabi çok iyi oldu. Birkaç hafta üst üste gittikten sonra kanun hocası bulunamadı ama henüz daha ne olduğunu bilmediğim Türk mûsıkîsinin kitabı kısmını Cinuçen Tanrıkorur veciz Türkçesiyle takip ettim ama çokça istifade ettiğimi söyleyemem. Orada ki makamlar, usuller, 4’lü 5’liler tarifi bunlar sadece muhayyilemizde canlandırdığımız şeylerdir tatbikat olmayınca bunların öğrenilmesi mümkün değildir. Yani ameli çalışmalar olmadıkça nazari çalışmalar hikâye olmaktan öteye gidemez. Hatta hatta öğrendiğiniz şeyi iki hafta sonra unutmanız gayet tabidir. Hâlbuki icrayla beraber, amelî çalışma ile birlikte öğrenilen nazarî çalışmalar, asla unutulamaz. Hatta kendinize mal edersiniz o zaman bu bilgileri.  Bir sene kadar devam ettiğimi hatırlıyorum sonra iki üç sene görüşemedik sadece 1973 yılında Radyo imtihanında yüz yüze geldik ve beni imtihan eden heyetin içinde ve başındaydı şube müdürü olarak.

Çaldığım bir eser vardı. Zeki Mehmet Ağa’nın Ferahfeza peşrevini çalmıştım. Büyük bir telâşla bitirdikten sonra içeri geldi, bunu “Nerden öğrendin” dedi. Bir radyo icrasından öğrendiğimi söyledim. Bu o dönem müzisyenlerinin hiç duymadığı bir eserdi hatta arkasından ferahfeza yürük semâîyi çalmıştım.  Peki, bir de bunu transpoze çalar mısın, başka bir perdeden çalar mısın dedi. Hocam ben zaten başka perdeden çalmıştım dedim “Ha öyle mi” dedi yani transpoze de yaptığımı gördü. İmtihanın önü sonu buydu ve radyoda çalacak seviyede bulunmuşum demek ki o günden sonra radyoda sololarda ve toplu programlarda çalar oldum.

Radyoda çalmaya başladıktan sonra Cinuçen Tanrıkorur uygun gördüğü gençleri ki bunlar udi Asım Bey, Tevfik Soyata, Mahmut Bilki ve ben olmak üzere, gençleri sık sık odasına davet eder, çay ısmarlar ve makaralı teyplere koyduğu bazı müzikleri dinleterek, müzikli sohbetler yapardı. Burada çaldığı bantların tamamı Türk müziğinin iyi icraları olurdu. Çok iyi solistleri, çok iyi sazendeleri, taksimleri dinleterek bunların neden güzel olduklarını anlatırdı bu dört gence. Teşvik bakımından bu önemli bir şeydi. Sonraları Asım abimiz udu bıraktı, O da kanuna geçti galiba ama diğer sanatkârları tanıyorsunuz. Mahmut Bilki, Tevfik Soyata ben. Bu arada Haluk Karakapıcı da vardı kemençeci ama onlar kendi mesleklerine döndüler ama Tevfik, Mahmut ve ben radyolarda icraya devam ettik. Dolayısıyla burada söylemek istediğim şuydu ilk ciddi mûsıkîyi, müziğin ciddi tarafını Cinuçen Tanrıkorur’dan gördük ve dinledik dolasıyla bizde bu ciddi müzikle ilgilenmeyi istedik. Bu üç arkadaşımda bu bakımdan şanslıdır. Ben kendi şahsım için söyleyeyim artık müziği bundan sonra, her rengiyle klasik olsun, romantik olsun, çağdaş olsun bestekârları kendi dönemleri çerçevesinde kendi şartları içerisinde değerlendirmeyi öğrenmiş oldum. Oldukça geniş bir yelpazede iyi okuyucuları ve iyi sazendeleri dinlemeye ve arşiv yapmaya başladım. Bir zaman sonra Türk mûsıkîsinin en iyi solistlerinden olacak olan, Selma Sağbaş'la evlendim.

Kaç yıllarıydı, ne zaman evlendiniz?

1980 de evlendik biz

Radyoda mı tanıştınız?

Hayır,  radyoda tanışmadım radyo sınavına girme sırasında tanıdım.  O daha önce amatör müzik cemiyetlerinden müzik öğrenmeye çalışan bir genç kızdı. Ali Şenozan hocanın Türk Sanat Müziği korosuna ve Serbülent Yasun’un Türk Halk Müziği korosuna devam ediyor imiş.
Demek ki mûsıkîyi genel olarak çok seviyor ve ilgileniyordu. Yeteri kadar da kabiliyeti varmış ki sonradan girdiği radyo sınavında hem halk müziğini, hem sanat müziğini kazandı.

Cinuçen bey Selma’yı ilk dinlediği zaman; “Meral’i çok mu dinliyorsun?” dediğinde Selma'nın cevabına çok şaşırmıştı. Selma: “Hangi Meral, hocam?” demiş. Hoca çok şaşırmış bir halde: “Hiç bilmiyor ve hiç dinlememiş, bu imkânsız bir şey”. Cinuçen Bey Selma’nın okuyuş tarzını o kadar zarif ve kibar bulmuş olmalıydı ki Türk Mûsıkîsinin en değerli ve zamanı için en önemli san’atkârı Meral Uğurlu’ya benzetmişti.

Biz radyoda çalıyorduk ona Ankara Radyosunda doğrusu büyük zevk aldığımız üç dört solistten biriydi. Ankara Radyosunda hemen sayayım sevdiklerimi. Benim çok beğenerek dinlediklerimi. Meral Uğurlu, Mülkiye Toper, Cevdet Bolvadin, Mustafa Erses daha gençlerden ise Metin Everest severek çaldığım, repertuvarımı çokça geliştirdiğim sanatkârlardır. Toplu icralarda ise Ferit Sıdal, Akın Özkan, Yücel Aşan ve Ahmet Hatipoğlu, Yüksel Kip yönetimlerindeki topluluklar icralarda farklılıkları ve zenginlikleri gördüğüm ve istifade ettiğim icra disiplinleri olmuştur.

Yalnızca benim değil, radyoda icra eden sanatçıların ortak özelliğidir bu. Çok geniş bir repertuarı öğrenme şansınız vardır o stüdyolarda. Bu bakımdan radyo sanatkârlarının, ister sazende olsun, ister hanende olsun böylesine bir birikim sahibi olma özellikleri vardır.

Ankara Radyosundan ayrılıp, İstanbul’a gidişinizi anlatır mısınız? Ayrıca sizin birbirinden kıymetli albüm çalışmalarınız, konser kayıtlarınız, prestij ödülleriniz, bilimsel ve akademik çalışmalarınız var. Bunlardan da biraz bahseder misiniz?

Peki, sırasıyla kıymetli bulduğum çalışmalarımı söyleyeyim ama bunlar oldukça geç dönemler yani benim radyoya başladığımdan sonra iyi bir icracı olarak tanınmama kadar epeyce bir süre geçti. 1973 yılında başladım Ankara radyosuna 1990 yılına kadar Ankara Radyosundaydım. 1990 yılında geldim İstanbul’a.

İstanbul’a geliş nedeniniz neydi?

TRT den istifa etmiştim. Çünkü Üstadımız Necdet Yaşar, İhsan Özgen, Cinuçen Tanrıkorur, Alaaddin Yavaşca, Bekir Sıdkı Sezgin, Meral Uğurlu, Selma Sağbaş’ın da dâhil olacağı İstanbul’da bir mûsıkî topluluğu kurulmuştu. Kültür Bakanlığına bağlı Türk Müziği Topluluğunda çalabilmemiz için davet aldık Necdet Yaşar dan. Kültür Bakanlığındaki bu çalışmalarım kısa sürdü. Beş yıl sonra yukarıdaki sanatkârların hiçbirisi kalmamıştı. Ben de ayrıldım.

Cinuçen Tanrıkorur’la ben beraberce radyolardan ayrılıp o şube müdürlüğünü daire yardımcılığını bırakıp Konya Selçuk  Üniversitesine gitmek zorunda kalmıştı bende kendi isteğimle TRT den istifa ederek bakanlığa İstanbul’a gelmiş oldum. Burada da İstanbul’da da beraber olduk kendisi böbrek nakli için Amerika da bulundu ben kendisini Amerika da ziyaret ettim geri dönüşte de yine biz beraber müzik hayatımıza devam ettik. Bu beraberlik ikili olmadı bu sefer üçlü olmaya başladı. Selma Sağbaş, Reha Sağbaş, Cinuçen Tanrıkorur. Bu üçlü üzerinden, ciddi bir ömür harcadık. Mûsıkî hayatımız oldu. Bunların içerisinde oldukça fazla sayıda, oldukça tesirli, bilhassa yurtdışı konserleri oldu. Oralarda bizi tanıyan mûsıkî camiaları, müzik mahfilleri, konservatuvar olsun, enstitüler olsun sonra bizi davet etmeye başladılar. Hem yalnız beni, hem Selma'yla beni, Cinuçen Tanrıkorurla beraber, birlikte çeşitli farklı gruplarla beraber konser verdik ama Selma’yla konservatuvarlarda ve fakültelerde ders vermeye gittik. Başta Harvard olmak üzere Pennsylvania, Teksas Üniversitesi adını sayamadığım birçok Üniversite başka başka ülkelerde de bu dersler devam etti. Mesela Israilde, Kudüs’te, dersler verdik gibi. Buralarda, bu seyahatlerden birisinde Türkiye’de verdiğim 5, 6 konserin neticesi olarak profesyonellerden oluşan, amatör bir topluluk olan “Lalezar”la Amerika da plaklar yaptık.
2002 de yaptığımız bu plaklar ve daha sonrasında yaptığımız plaklar ki bunlar dört adettir. Türk Mûsıkîsi Antolojisi adıyla yayınlanmıştır. İlk bu dört çalışma 2004 yılında 2002'nın en iyi dünya müziği “Best of World music olarak ödüllendirilmiş oldu. Bu ödülü Harvard Üniversitesinde verdiler bize oradaki derslerimiz sırasında yetkililer gelip verdi. Böyle bir çalışmada imzamız olması kıymetli bir şey bu topluluğu tabi ben yönetiyordum. Repertuvarı ben hazırlıyordum çok iyi solistlerden oluşmuş küçük bir oda müziği topluluğu idi. Doğan Dikmen, Ahmet Erdoğdular ve Selma Sağbaş iki erkek bir hanım ses ve benimle birlikte Tanburi Murat Salim Tokaç, Hasan Esen, Fahrettin Yarkın gibi sazendelerin eşliğiyle bu müzikler yapılmıştı. İşte bu müzikler Amerika’dan sonra Türkiye’de Osmanlının kuruluşu maksadıyla prestij eseri olarak yayınlandı ve üç bin tane basıldı üç bin tanesi hemen ilk bir hafta içinde bitti. Çünkü Cumhurbaşkanlığının prestiji olduğu için, bütün dünya ülkelerinin başkanlarına ve kurumlara hediye edildi bunlar. Bu böyle bir çalışmadır bu kayda değer bir çalışmadır iyi icralar vardır. Türk mûsıkîsinin genel bir özetidir. Sadece şehir folkloruna ait bir müzik burada yoktur. O eksik kalmıştır. Genel bir malumat edinmek için iyi yelpazedir bu. Benim ilk yayınlanmış albümlerim diyebilirim. Toplu icralar ve solo icralar vardır burada.  Kayda değer şeyler bulmak mümkündür.

Ayrıca eşim Selma Sağbaş’ın ABD’de verdiği konserlerin öncesinde kaydedilen iki repertuarlık CD çalışması ise halen basılmamıştır. Türk Müziği sevenlerin iştiyakle beklediği bu çalışma inşallah en kısa zamanda dinleyecisine ulaşır.

Efendim sizin Mevlevi Âyînleri üzerine, uluslararası kabul gören bir çalışmanız vardı. Bundan biraz bahsedelim mi?

Türk Mûsıkîsinin en değerli repertuarı olarak kabul edilen Mevlevi Âyînleri, ihtisas dallarımdan biridir. T:C: Kültür Bakanlığının talebiyle hazırladığımız, Kültür Bakanlığının UNESCO’ya sunduğu bir çalışmadır, sözünü ettiğiniz. Benim dışımda iki ayrı uzmanda çalıştı bu projede.

Diğer iki kişi kimlerdi?

Mevlevi mimarisi üzerine Barihüda Tanrıkorur ve etno müzikoloji dalında Walter Feldman.

Walter Unescoyla irtibatları sağlayan ve Unesconun sorularını bize tek tek açıklayan ve onların cevablarını karşı tarafa ileten, mevlevi ayinlerinin diğer müziklerle, dünyadaki dini müziklerle mukayesini de yapan bir müzikolog idi. Bu bakımdan bu çalışmada Unesco tarafından çok büyük rağbet gördü ve birinci derecede ödüle değer bulundu ve insanlık mirası bulundu bu çalışma. “Korunmaya değer insanlık mirası” yani Türkiye Cumhuriyeti korumasa bile kendilerinin koruyacağını taahhüt eden bir sözleşmedir bu, bildiğiniz gibi Unesco listesine girmesiyle sonuçlanan bir çalışma bize nasip oldu. Bu önemli bir şey.

Fakat bu çalışma bu rapor bilindiği halde, korunmasına, sağlıkla gelecek nesillere intikal ettirilebilmesi için hala devlet mekanizması harekete geçmedi ve bizzat istismarını devlet kendi eliyle hala yapmaktadır.

Kültür bakanlığı değerlendirmedi mi?

Tabi Kültür Bakanlığı bu çalışmaya önayak olduğu halde Kültür Bakanlığında istismarı sağlayan iki büyük kurum vardır. Turistlerin ayağına mevleri götürüp te döndürmek, bizim bu raporumuz içinde uygun görülmeyen şeylerdi. Evet, bir ayin, turistin ayağına gitmez. Tarih boyunca turistler gelmiştir. Bu ritüeli kendi mekânında izlemiştir…

Tabi kendi yerinde izlenmiştir.

Bunun bir mahsuru yoktur seyahatnameler bunlarla doludur ve bu seyahatlerdeki bilgiler ciltler dolusudur Şimdilerde bile okuduğum bir kitap var ki herhalde 3000 sayfa vardır bunla doludur. Bir mahsuru yoktur bunun ama spor salonlarında yani binlere, on binlerce kişiye bunu seyrettirmenin cambaz seyrettirmekten farkı yoktur. Bu hem dîni, hem siyâsî hem ticârî istismar yüzlerce topluluk sayesinde hala devam etmektedir.

Maalesef

Birde bunun inanç turizmi adı altında yapılıyor olunması düşülen durumun, halen farkında olunmadığının ispatıdır. Bizzat bir ABD Başkanı için düzenlenen bir Mevlevi ayîni gösterisinin sonunda, başkanın bula bula, “Bunların başı hiç mi dönmüyor? Sorusunu sorması da, bizimkilerin aklını başına halen getirmediğini göstermiyor mu?

Sayın Hocam, yakın zamanda, basılmış olarak gördüğüm “Çinuçen Tanrıkorur Beste Külliyatını hazırlamışsınız. Ellerinize sağlık. Muhteşem bir külliyat. Bu çalışmayı ne zaman yaptınız?

20.yy.ın son büyük bestecisi, üstad Cinuçen Tanrıkorur’un vefatından hemen sonra İstanbul Radyosu ses sanatçısı Aytaç Ergen’in teşvik ve ilk arşiv çalışmasıyla başladı bu çalışma. Elde var olan, bestecinin kendi kaleminden çıkmış notaların tasnifi, bunların müsveddelerinin toplanması, yazılmamış notaların değerli öğrencisi Başak İlhan Harmancı tarafından bilgisayar ile yazılması, tüm bu arşivin makam alfabetiği göz önüne alınarak, form sırasına ve konserlerde icra edilme sıraları ile yeniden tasnif edilerek bir araya getirilmesi gerçekleştirildi. Bu eserler yeniden icra edilerek nota tashihleri yapıldı. Tam bir külliyat olması ve hacminin havaleli olması, teferruatlı listeler hazırlanmasını gerektiriyordu. Bu listeler Cinuçen Bey’in eşi Barihuda Hanım tarafından hazırlandı. Nihayet bu çalışmanın, müzik dünyamıza büyük katkılar sunacağı telkinleriyle Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığını ikna ederek ve basılmasını sağlayarak kıymetli bir eseri ortaya çıkarmış olduk. 7 ciltten oluşan bu eser 2000 sayfa civarındadır. Böylesi çalışmalar, maalesef Sadeddin Kaynak, Selahaddin Pınar, Zeki Arif Ataergin gibi nice bestekârlar için yapılamamıştır. Devletin sanat kurumları başka ne işler yapar bilinmez.

Peki, Tanbûrî Cemil Bey ile ilgili kapsamlı bir çalışmanız olduğunu biliyoruz. Bunu okuyucularımızla paylaşabilir misiniz?

Efendim 1976 yılından başlayıp 2016 yılında bitirmiş olduğum bir çalışmadır bu. Doğumunun 150. Vefatının 105. Yılını idrak ettiğimiz emsalsiz sanatkâr Tanbûrî Cemil Bey, en kısa tahlille “Türk Mûsıkîsinin son peygamberi” dir. Bu tahlil Cinuçen Tanrıkorur’a aittir. Çok yerinde bir tesbit. Zira kadim müzik tarihimizde müzik bilimci, besteci, icracı olmak üzere Türk Mûsıkîsinin en parlak simalarının tamamı, bir şekilde tarihte kalmışlardır. Maragalı’dan Buhurîzade’ye, Sadullah Ağa’dan Dede’ye, Zekî Mehmet Ağa’dan Azîz Dede’ye bestekâr ve icracılarımızın tamamı buğulu ya da buzlu camların arkasında hayal meyal görüp, keşfedebildiğimiz kadarıyla bile büyük sanatkârlardır. Fakat bize bıraktıkları mirasın pek küçük bir bölümü günümüze ulaşabilmiştir. Yazı ile bırakılamamış olan bu mirasın, müzik geleneğimizin simâî (Kulaktan işitilerek) olarak aktarılması sebebiyle büyük bölümü yitip gitmiştir. Buhûrîzâde’nin yalnızca iki bini aşkın bestesinden günümüze yalnızca yirmi kadarının gelebilmesi buna iyi bir örnektir. Besteciler dışındaki, hanende olsun, sazende olsun efsane isimlerin bu kadarcık şansı da olmamıştır.

Tanbûrî Cemil Bey’e dönecek olursak. Müzik san’at tarihinin bize gösterdiği şekliyle, müziği yaratanlar besteciler ise de onu yaşatanların icracılar olması daima göz ardı edilmiş görünüyor. Müzik tarihinin bu gerçeğini bir kenara koyarsak, Tanbûrî Cemil Bey’in bize bıraktığı sesli miras, yukarıda anlatılan acı gerçeği tersine çeviren ilk müşahhas örnek olma özelliği taşımaktadır. İcatlar döneminin en kıymetli ürünleri, sesin kaydolması ve onun da sonradan dinlenebilirliğini mümkün kılan gramofonlar yoluyla olmuştur. İşte bu dönemde ve bu teknolojiyi Türkiye’ye getirip, en isabetli seçimle Cemil bey gibi bir büyük sanatkârın icralarını kaybederek Türk kültürüne ve sanatına yapılan hizmetin değerini sözlerle tarif edemeyiz. Sayısının binleri aştığını tahmin ettiğimiz kovan(silindir plaklar) kayıtları elde yok denecek kadar azdır. Bunun sebebi her kovan kaydının ancak o kovanda saklanabilecek olması ve çoğaltılamamış olmasıdır. Yani kovan kayıtları tek nüshadır. Çoğaltılamadığı için günümüze gelememişlerdir. Arşivcilerin ve koleksiyoncuların elinde bildiğimiz kadarıyla 10-15 civarında örnek vardır. Hemen sonrasında ise yaygın kullanımın mümkün olduğu, gramofon denen yeni bir teknoloji ile yatay ve disk şeklindeki taş plakların çalınabildiği ve bu plakların istenildiği kadar çoğaltılabilmesi sayesinde, elimize ulaşan icraların sayısı 140 civarındadır… Vefatından bu yana 100 küsur yıl geçmiş olan sanatkârımızın, icralarının tahlil ve tetkik edilebilmesi için elzem olan icraların nota ile tespiti yapılmamış idi.

Peki, Tanbûrî Cemil Bey ile ilgili çalışmalarınızdan da bahsedebilir misiniz?

İşte biz bu hizmeti gerçekleştirmiş olacağız. Tanbûrî Cemil Bey’in icra ettiği taksimlerin, saz eserlerinin, eşlik ettiği gazellerin, şarkı, türkü gibi pek çok formdaki icraların tamamını istifadeye sunmuş olduk… Bu husus, çalışmamızın yalnızca bir unsurudur… İkinci elde edilen kazanç Cemil Bey icralarında, müziğimizin ses sisteme için düşünülmüş, sun’i nazarı sistemlerin önerdiği soğuk perdeler yerine, kendine özgü perdeleri ve onların gösterildiği grafikleri, yani her icranın histogramları olacaktır. Yani kısacası makamların en büyük hususiyetleri olan perdelerin nasıl düzenleneceğini gösterilmesi olacaktır. Üçüncü içerik ise Cemil Bey’in icralarının tamamının bugün kullandığımız 440 Hertzlik akortta icra ediliyor olmasıdır… Bu üç hususiyet bir arada düşünüldüğünde, ortaya çıkan kitap müzik öğrencisine mükemmel bir hoca olacaktır.

Elinize sağlık efendim. Peki, taksimleri yazmak zor olmadı mı?

Diğer tüm icralar gibi taksimleri de kaydetmek ayrı bir zorluktu. Taksimlerdeki zorluk, (Vahid-i kıyasî) nin yani birim değerin çok sık değişiyor olması idi. Biz de sık sık bu değeri değiştirdik. Yalnızca notayı gözetip, icraya kalkışırsak olumsuz sonuçlarla karşılaşabiliriz. Fakat icrayı dinlerken nota takip edilirse istifade tam olur. Tabii birde bu notaları okuyacak müzisyenlerin lisanına ve genelgeçer anlayış biçimine göre yazmak ayrı bir zorluktu.

Çok büyük bir kaynak olacak taksim yapmak isteyenler için.

Sadece taksim edeceklerin ihtiyacı için değil, saz eserleri meşki, makam seyirleri, perde hassasiyeti gibi pek çok hususta her müzisyene hitap edecek.. Notaların seyri izlenirken, günümüz standardı olan, neva(440) Hertz’lik bolaheng akorttaki icralar ile sazendeler kadar, hanendeler de yararlanabilecekler.

CD ile birlikte mi çıkacak kitapçık?

CD, ya da bir başka dijital kaynakla çıkacağı doğru ama bu bir kitapçık değil, büyük ebatlarda, 2 cilt ve 730 sahifelik bir külliyat. Ses kayıtlarında her bir icranın 2 ayrı örneği var. İlk icrada orijinal plak icrasındaki süre aynen korunuyor. Hemen ardındaki icrada ise ağırlaştırılmış, yani hızı yavaşlatılmış olarak sunuluyor.

Vefatının ardından yüz küsur yıldan sonra yaptığınız bu kıymetli çalışma, Türk Mûsıkîsine ve gelecek nesillere büyük bir hizmet olacak. Bu hizmeti yapmak size nasip olmuş. Bir Türk Mûsıkîsi müntesibi olarak bize de sizi kutlamak düşüyor.

Çok teşekkür ederim. Sizin gibi beni yakından tanıyanlar gayet iyi bilir ki, müziğe hizmet için pek çok sahada çalışmalarım oldu. 45 yıllık müzik hayatımın tamamında, sanatın vazgeçilmez umdelerinden hiç ayrılmadım… İlk gençlik yıllarımdan itibaren üniversitelerde müzik toplulukları çalıştırdım. Türk mûsıkîsinin en özlü eserlerini binlerce gence hissettirdim. Mesleği müzik olan ancak değerli bulduğum öğrencilere özel dersler verdim. Hocasız yetişmenin sıkıntıları sebebi ile Türk gençliğinin kültür ve san ’ata dair ihtiyaçlarını gayet iyi bilirim. Bu yüzden gayretlerim, geçmişin bugüne, bugünün yarınlara taşınması üzerine oldu.

Efendim, müzik hayatınızda çok değerli sanatkârlarla çalıştınız, bunlardan biri de kendisini rahmet ve özlemle andığımız eşiniz Selma Sağbaş idi. Ayrıca ses san’atkârı olsun, saz sanatkârı olsun çok değerli sanatkârlara hocalık ettiniz. Biraz da bunlardan bahseder misiniz?

Sevgili Nebahat Hanımefendi, Ankara’dan İstanbul’a benimle görüşüp, mülakat yapmak için geldiğiniz için size teşekkür ederim. Sorularınızın muhtevası sebebi ile kendimden biraz fazlaca söz etmiş olduğum için, okuyucu ve takipçilerinizden beni affetmelerini dilerim. Müziğin dünü, bugünü ve geleceği konularını ayrıca programla ele almayı isterim. İnşallah bir öğretmen olarak yurt içi ve yurt dışı çalışmalarımdan ve Selma Sağbaş’tan uzun uzadıya bir başka seferde bahsedip hatırasını birlikte yâd etmeyi gerçekleştiririz… Okuyucularınıza selam ederim…

Her şey için biz teşekkür ederiz efendim.

 

 

 

 

 

 

Mustafa Kemal Er

Türk sanat müziğinin değerli üstadıyla yapılan röportaj çok güzel olmuş herbiri takdire şayan insanlar gerek Tanburi Cemil Bey başta olmak üzere Cinuçen Tanrıkorur hocayla devam eden bu güzel sohbetten gayet mükemmel bilgiler edindim.Ve ayrıca bu güzel röportajı bize ulaştırdığınız için size çok teşekkür ediyorum.

Sa, 05/25/2021 - 22:34 Kalıcı bağlantı

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 636 kez görüntülendi. 2 yorum yapıldı.