17. Yüzyıldan itibaren dünyadaki gelişmeler ve bizim sarsılan konumumuz, 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başında bizi bir varolma sorunu ile karşı karşıya bıraktı. Bu topyekûn bir varolma sorunuydu. Askeri alanda, ekonomik alanda, teknolojik alanda, bilim, eğitim, kültür vb. birçok alanda sorunlarla karşılaştık. 20. Yüzyıl bu anlamda Anadolu topraklarında yeni bir var olma mücadelesiyle karşılaştığımız yıllar oldu. 20. yüzyıl ülkemiz için sıkıntılı bir yüzyıl oldu
Yüzyılı aşkındır süren bu varolma mücadelesi, gelenekle yenilik arasında sağlıklı bir sentez oluşturabilecek bir dili ve bir yaklaşımı yakalayamadığımız için kendi açmazlarını da beraberinde getirdi.
Tepeden inmeci bir yaklaşımla gerçekleştirilen Türk Modernleşmesi ve tek sesli fikirlerin baskın olduğu bir zemin ortak paydalarda buluşma imkânlarını yok etti. Bu nedenle yapılan yenilikler toplumun genelinde benimsenmedi. Yenilikleri benimsemeyenler bu süreçte acımasız bir dışlama ve ötekileştirmenin kurbanı oldular.
Bu şekilde kendini oyunun dışında kalmış hissedenler kendi dünyalarını kurmaya çalıştılar. Sindirilmeye çalışanlara ayrı gettolarda farkı kültürel, sosyal, siyasal değerler gelişti. Bu nedenle ortak bir güçle bir yenilenme bilincini ulus olarak benimseyip içselleştirme imkânı kalmadı.
19. yüzyılın sonundan beri sorunlarımıza çözüm olacak tartışmaları, Batı’nın diliyle oluşturulmuş, tarihsel kimlik bütünlüğümüze şaşı bakan Batıcılık-Türkçülük-İslamcılık üçlemesinin kısır döngüsünde sürdürdük. Bu amaçla piyasaya sürülen ideolojiler ise ‘idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri’ oldu. Teslis bizi böldü. Hep biz ve ötekiler oldu. Ötekileri tanımlarken kullanılan dil, yeni bir kimlik inşası için gerekli bileşenlerde uzlaşma imkânı bırakmadı.
Bu yeni süreçte merkez denilen alan aslında sadece güç sahiplerinin, toplumsal mühendislik çabalarıyla oluşturduğu bir merkezdi. Ancak kendi dünyalarını kurmaya çalışanlar zaman içinde gettolarından çıkıp merkeze talip olacak imkânlara kavuştuklarında, merkez kaygan ve geçişken hale geldi. Türkiye’nin sosyolojisini okumaya ısrarla direnen yeni seçkinler, periferide olanları sürekli merkez için bir tehdit unsuru olarak algıladılar ve zaman zaman baskının şiddetini artırdılar.
Neredeyse 2000 yıllık bir geçmişi olan bir toplumun ekonomik alanda, sosyal alanda, siyasal alanda son yüzyılda ortak bir dil ve anlayış oluşturamaması bir döngü haline geldi. Siyasal kültürümüz ve dilimiz de bu uzlaşmazlığın yara bereleriyle dolu.
Türkiye 80’li yıllarda at gözlüğünü atma çabalarına girişti. Redd-i miras anlayışı sorgulanmaya başladı. Çevrede olanların merkeze taşınması için sistemin kamburları atılmaya başlandı. Ancak gerekli zihinsel altyapının, siyasi kadroların ve düşünsel zeminin oluşmamış olması, bu dönemi yüzyılın sonuna sıkıntılarla uğurladı.
Türkiye 21. Yüzyıla büyük ümitlerle girdi. Kültür coğrafyamızı ve zihin dünyamızı misak-ı milli ile sınırlayan anlayış, siyasette de kırılmaya başladı. Kafamızı kumdan çıkardık. Hafızalarımın tozlu sayfalarını silkeledik. Yeni yüzyıl için gerekli yenilenme gücümüzden birini daha keşfettik …Kültür coğrafyamızı….
Evet, Türkiye yenilenmeliydi. Sanayi devriminin ağırlığını hemen üzerimizden atamadan elektronik devrim yeni bir küreselleşme sürecinin kapısına bırakmıştı bizi. Eski sistem yenilikleri kaldıramayacak kadar hantallaşmıştı. Ülkeyi milli irade ile güçler ayrılığı arasında vesayet kamburundan çıkaracak demokratik bir olgunlaşmaya ihtiyacımız vardı. Türkiye’nin son 35 yılı esasen bu yoldaki mücadelenin acımasız örnekleriyle dolu. Toplumun bazı kesimleri ötekileştirme, kategorileştirme, etiketleme ve sindirmenin hukuk dışı ayak oyunlarıyla tasfiye edilmeye çalışıldı. Toplumsal mühendislik denilen bu süreç Türkiye’nin sosyo-kültürel dinamiklerine akıldışı bir meydan okumaydı. Türkiye’de yeni anlayışı ve sistemi tesis etmek isteyen iktidar partisi de bu ayak oyunları ve kirli mücadele karşısında bir direnç gösterse de, sonuç itibariyle ilk başlardaki üslup ve yaklaşımındaki soğukkanlılığını korumakta zorlandı. İktidar, ‘beş benzemez’in ilkesel olmayan ittifakları karşısında, toplumun diğer kesimleriyle ittifakları genişletmek yerine, her ne pahasına olursa olsun, kendi içinde saflarını sıklaştırma yolunu seçti…
Bu süreçte uzlaşma zemini, bir arada konuşma zemini zayıflamaya başladı. Ya bir tarafta olacaktın ya öbür tarafta…Ya da bitaraf olursan bertaraf olacaktın. Bu objektif bir dili hızla yitirmemize yol açan bir süreci başlattı.
Güç yine zaman zaman ötekileştirmenin bir aracına dönüştü. İstikrar ile hukuk arasındaki denklemde gücün kullanımı karşılıklı oluşan ajitasyon dilinin kurbanı oldu. Cumhuriyet tarihinin karşılıklı en büyük bilgi kirliliğine tanık olmaktayız…Sadece bilgi mi ? Zihnimiz de dilimiz de kirlendi.
1 Kasım seçim sonuçları, hem Türkiye sosyolojisine gözlerini kapamış bir kesime verilmiş ısrarcı cevapları içeriyor, hem de iktidara, bir uyarı sonrası açılmış yeni bir kredinin sorumluluğunu yüklüyor.
Vesselam Fikir Coğrafyası işte böyle bir farkındalık ile yayın hayatında. Türkiye’nin geldiği noktada, uzlaşma kültürü ile kazanılacak bir ivmeye ihtiyaç var.
İşimiz zor….Yolumuz uzun…
Uzlaşma YANİ sekülerizm
Bazıları buna hoşgörü dese de Kuranda buyrulduğu şekliyle mealen "dinde zorlama yoktur" ve "senin dinin sana benim dinim bana" yani seküler anlayış
Sapla samanı karıştırmak
Sevgili Adnan Tekşen'in özetin özeti mahiyetindeki yazısına Vatan Kösereli imzasıyla getirilen iki satırlık yorumu,bu kadar kısa bir metne üç fahiş hatanın nasıl sığdırıldığına hayret ederek okudum. Hoşgörü kavramının,yazarın kasdettiği anlamın hayli uzağında değerlendirilmesi yetmezmiş gibi,hoşgörü = sekülerizm denkleminin nasıl kurulduğunu anlamak mümkün değildir. Üstelik sekülerizme Kur'an'dan iki ayetin de delil getirilmesi,başka bir fahiş hataya kapı aralamaktadır. Ayetleri siyak ve sibakından kopararak,daha önce hiçbir müfessirin aklına gelmeyen farklı bir anlam yüklemeye çalışmak,ilmen hiçbir tutarlılığı olmayan bir yorum tarzıdır. Yorumda zikredilen ilk ayet;kısaca insanların dini kabule zorlanmaması,iradesinde özgür bırakılması,kendi istek ve arzusuyla dini kabul veya red etmede serbest olması anlamına geldiği gibi,ikinci alıntıdaki ayet de,farklı inançların,birbirlerinin hak ve hukukuna tecavüz etmemek şartıyla,aynı toplumsal yapı içerisinde biraradalığına cevaz mahiyetindedir. Sekülerizm ise;insan ve toplum hayatında her türlü dinsel tezahürün ortadan kaldırılmasını,din yokmuşçasına bir ortam tesisini amaçlayan bir düşünce ve eylem tarzıdır.Kur'anın iki ayetiyle her türlü dinsel tezahürü birey ve toplum hayatından uzaklaştırmayı,en azından görünmez hale getirmeyi amaçlayan bir kavrama cevaz verdiğini ileri sürmek,Kur'anın oluşturmayı amaçladığı inanç sistemiyle hiçbir bağlantısı kurulamayacak bir mantık eseridir. İslam Dinini insanlara tebliğ eden bir Kutsal Kitabın ve onun fiili uygulayıcısı olan Peygamberinin seküler bir tavra izin verdiğini düşünmek akla ziyan bir yorum tarzı olur. Sayın Kösereli'ye tavsiyem;önce her iki ayetin de ne anlama geldiğini muteber tefsirlerden birine müracaatla öğrenmeye çalışması,arkasından Peygamber pratiğinin Dini hayata hakim kılmaya mı,yoksa dini hayattan uzaklaştırmaya mı yöneldiğini hadis ve siyer kaynaklarından öğrenmesidir.Peygamberlik misyonunda Kur'ana aykırı bir tavrın ortaya çıkmasının,misyonun kendisiyle bağdaşmayacağını,Peygamber uygulamasında ise dinin insanlara tam anlamıyla tebliği,hakikat tüm boyutlarıyla ortaya konulduktan sonra,Tebliğin benimsenip benimsenmeyişini insanların özgür iradelerine bırakıldığını görmesi mümkün olacaktır.Söz konusu iki ayet sekülerizme geçit veriyorsa Dine ve Peygambere ne gerek kalır? İnsanlar bu ikisi olmadan da gündelik hayatlarında din yokmuşçasına yaşamayı Din ve Peygamber olmadan da becerebilirler.
Sekülerism
Bayım hiç bir müfessirin aklına gelmeyen Vatan'ın aklına gelemez mi? Siz hiç akletmez misiniz kuzum? İzan be brader biraz izan, bu kafayla siz dini de dar ediyorsunuz vesselam!!!
İslamiyetin özü İmtihan Dünyası ve Özgür Birey-
Zira Birey özgür değilse girdiği imtihanda sorulara özgürce cevap veremeyeceği için sorumlu da tutulamaz. O nedenle imtihan dünyasında yani bu dünyada yani Dünyalık imtihan hayatın Devletin önceliği özgür bireyler yetiştirmek üzere güvenli huzurlu ortamlar hazırlamakatır. Bu İslam Devleti de olsa böyle. Yani İslam Devleti kurulduğunda O islam devletinin bireylerinin Müslüman olup olmayacaklarına Devlet karar veremez. Devlet sadece bireylerin inançlarını ; diğer insanlara topluma ve kamu güvenliğine zarar vermeden özgürce yaşamalarına güvence verir. Müslüman olan için cami güvencesi, ateist için de kendi inancını yaşama güvencesi. Ama bir ateistin Dindar bir toplumda güvenliğini sağlamak daha masraflı olabileceği için İslam Devleti ateist olan vatandaşından dindar vatandaşa göre daha fazla vergi almak zorunda kalablir.
Dolayısıyla bunun dünyalık hayattaki karşılığı "sekülerizm" yani "dinde zorlama yoktur" ve "seni dinin sana benim dinim bana"
İnsanoğlu sadece bu dünyadaki kurallardan dolayı diğer bireyler hakkında hüküm kurabilirler. Ama Allah'ın emirleri hakkında hüküm kurmak sadece Allah'a aittir. O nedenle Allah (C.C.) namaz kılmayanı oruç tutmayanı cezalandırma yetkisini peygamberi de olsa hiç bir kuluna vermemiştir. Sadece yine kulu olan Peygamberine vahyetmiştir. Peygamberi de o vahyi insanlara tebliğ etmiştir. Tebliğ sonrası özgür bireyler için de "dinde zorlama yoktur" vahyi ile imtihan dünyasının temel mantığı olarak insanları bireyleri Allah yoluna tabi olup olmama noktasında özgür bırakmıştır. Ki ahirette o imtihanın sonuçlarını Allah (C.C.) özgür bıraktığı tüm kulları için adil bir şekilde verecektir.
Biz bu dünyada o yüzden birşey konuşurken zahire (gördüğümüze) göre ve beyanlara göre hüküm veririz. Ama her zaman deriz ki gerçek hüküm sahibi Allah'tır, biz sadece dünyalık konularda diğer insanlar hakkında hukuk çerçevesinde hüküm kurarız.
Ve unutmayalım ki KÖLE bir birey için Müslümanlık İslam olarak ibadet yükümlülüğü sadece Şahadet kelimesi yani Allah'ın tek tanrı olduğuna inanmak ve Efendimz (S.A.V.)'ın Allah'ın hem kulu hem elçisi olduğuna inanmak ve Allah (C.C)'ı zikretmek ve efendimiz (S.A.V)'e salavat getirmek. Ama ibadetler ve diğer yükümlülükler farz olamıyor zira KÖLE özgür olmadığı için iradesi ile ölçülü olarak Allah katında sorumlu tutulmaktadır.
Burdan da okuyabiliriz
http://istihbarathukuku.blogspot.com.tr/
saygılarımla
Uzlaşma YANİ sekülerizm
Nadir Kaya beyefendiye saygılarımla
http://istihbarathukuku.blogspot.com.tr/
Yeni yorum ekle