Tutuklama Talebiyle Twitter’a Sevk Edilen Sanık

02 Ekim 2020

 

Toplumun sinir uçlarına dokunacak gayet ürkütücü ve çirkin bir suç işlenir, görgü tanıkları ya da dijital tanıklık (mobese, güvenlik kameraları, sade vatandaşın akıllı telefon kamerası vb) suçüstü halinde sanığın yakalanmasını sağlar, polis sanığı gözaltına alır, ifadesini alıp savcılığa sevk eder, savcı sanığın ifadesini alıp “tutuklama talebiyle mahkemeye sevk eder”, mahkeme de “tutuksuz yargılanmak üzere sanığı serbest bırakır”. Bunun üzerine mağdur taraf konuyu sosyal medyaya taşır. Çünkü sosyal medya artık “kamu vicdanı”dır. Kamu vicdanı suçlu ve mağdur konusunda tercihini yapar, zanlının ismini trend topic yaparak sanığı “Tutuklama Talebiyle Twitter’a sevk eder”. Savcılık tekrar harekete geçer, tutuklama talebiyle sanığı tekrar mahkemeye sevk eder, Twitter da, pardon mahkeme de sanığın tutuklu yargılanmasına hükmeder. Sanık tutuklanır.

“Tutuklama talebiyle sanığın Twitter’a sevk edilmesi” artık mutat bir duruma dönüştü. Hemen her gün buna benzer bir hadise yaşıyoruz. Katilin ve tecavüzcünün “cürm-ü meşhud” halinde yakalanması dışında neredeyse adaletin hızla tecelli ettiğini görmüyoruz. Eşini defalarca bıçaklayan, aile fertlerine şiddet uygulayan, bir hayvanı tecavüz ederek öldüren, bir işyerine girip esnaf ya da çalışanı döven, yaralayan; trafikte dehşet saçan sanıkların bu süreçten geçtiklerine defalarca şahit olmuşuzdur. Bu konuda “yakala bırak, tekrar yakala ve hapse at” pratiği kamu vicdanını rahatlatmaktan çok artık kamunun “adalet ve hukuka” güvenini yok ediyor. Bu durumun yetkili ve sorumlu kişiler tarafından görülüp görülmediği de meçhul.

Bu konu muhakkak hukukçuların meselesidir. Ancak biz bu hukuk ve adalet pratiğine “maruz kalan” sade vatandaşlar olarak konunun tarafıyız. Yasa koyucular, yasayı uygulayıcılar ve yasanın kuşattığı toplumun fertleri.

Yasanın oluşmasında sanki topluma soruluyormuş gibi yapılır. Meclis’i toplum seçer, toplumun vekilleri de yasa yapar. Kâğıt üzerinde bu böyledir. Ancak yasa toplumun değil, seçmenin bir kısmının yetkilendirdiği siyasi iradenin tasarrufunda yapılır. Bu tasarrufun toplumun iradesini ne kadar yansıttığı tartışılır. Hülasa uymak zorunda olduğumuz yasaları biz yapmayız. Ancak bu yasalara uyma zorunluluğu vardır. Vatandaş bu yasalara uymak zorunda olduğu gibi yasayı uygulayanlar da bu yasaya uymak zorundadır. Dolayısıyla “yakala bırak tekrar yakala ve hapse at” pratiği hâkim ve savcıların keyfi uygulamalarından doğmaz. Hâkim ve savcılar da yasayı uygular. Bu garip, tuhaf pratik; yasanın uygulanmasından doğar. Yasaya rağmen hâkim ve savcıların bu garip kararları vermesi genelde mümkün değildir. Hukukçular “sanığın savunma hakkı, delillerin toplanması, sanığın masumiyeti durumunda doğacak mağduriyet, infaz yasası” gibi birçok gerekçe ve hukuki terimle bu durumu izah edecektir. Burada en kritik unsur “infaz yasası”dır. Yani sanığın suçlu olduğuna hükmedilmesi durumda cezanın nasıl uygulanacağını belirleyen yasa. Artık hukukçular arasında da sık kullanılan “yatar” kelimesi mahkûmlar arasında infaz yasasını özetler. “Yatarı ne kadar, yatarın ne?” Mahkeme müebbette hükmetmiştir. Ancak mahkûm hapiste ömür boyu kalmaz, cezasının bir kısmını kapalı cezaevinde, bir kısmını yarı açık cezaevinde çeken mahkûm iyi halden şu kadar indirim alır, gözaltında kaldığı ve tutuklu kaldığı süre düşülüp…. Nihayetinde müebbet hapse mahkûm olan bir kişi “ölene kadar” hapis yatmaz. Hapiste yatacağı süre ile ilgili indirimler “infaz yasasında” bellidir. İnfaz yasasından doğan bu sonuç da “yatar, yatarı” kelimesi ile ifade edilir.

 Peki “tutuklama talebiyle Twitter’a sevk edilen sanık…” ile “yatar”ın ne ilgisi var? Şu ilgisi var ki bazı suçlardan belli süre altında ceza almış mahkûmların “yatarı” yoktur. Yani bazı suçlardan belli bir sürenin altında ceza aldıysanız infaz yasasına göre fiilen hapiste yatmazsınız. Ceza ertelenir, suçun tekrarında infaz gerçekleşir ya da ceza paraya çevrilir, vb… Yani savcı sanığı tutuklama istemiyle mahkemeye sevk eder, hâkim suçun türüne ve infaz yasasına göre bir değerlendirme yapar, sanık suçlu bulunsa bile “yatarı” olmadığı için tutuksuz yargılanmak üzere sanığı serbest bırakır. Konu sosyal medyada gündem olup kamuoyunda infial oluşunca süreç tekrar işletilir ve sanık tutuklanır. Bazen de sanığın tutuklanması kamuoyunu teskin etmekten çok “sanığa yönelecek intikamdan dolayı sanığın can güvenliği için” yapılır. Ve sanık, kamuoyu konuyu unuttuktan sonra savunma makamınca yapılan itirazlar neticesinde tekrar salıverilir. Hülasa Ceza İnfaz Kanunu böyle buyurur, sorumlular maalesef sanıldığı gibi vicdansız, sorumsuz hâkim ve savcılar değildir. ( Muhakkak hakim ve savcıların sorumlu olduğu spesifik örnekler vardır ancak genelde yaşanan “yakala bırak tekrar yakala ve hapse at” pratiği hakim ve savcılardan kaynaklanan bir sorun değildir.)

İnfaz kanununun uygulanmasından kaynaklanan bu garabetle ilgili ayrıntıları bilmeyen “biz vatandaşlar” da şöyle düşünürüz:

“Bak biz tepki göstermesek hâkim tutuklamayacak. Kim bilir bu psikopatın arkasında kimler var? Paran, gücün, arkan varsa sana bir şey olmaz, olan garibana olur. Bu hâkim ve savcılar meslek ahlakı olmayan güvenilmez insanlar, devlet adaleti sağlamayacaksa kim sağlayacak?” vb…

Kamuoyunda tepki hâkime ve savcıya yönelir. Kimse de “Ceza infaz kanunu değişsin, bu kanunla bu ülkede huzurlu bir yaşam mümkün değil, bu yasa değişmeden adalet tecelli etmez” demez.

Halkı derinden yaralayan bu durumda halkın “ceza infaz kanunu değişsin” talebinde bulunması gerekiyor mu? Tabi ki hayır. Çünkü halkın tüm hukuki detayları bilmesi, hukuki terimlere, süreçlere ve yasalara hâkim olması beklenemez ve bu da mümkün değildir. Onun için yasa yapıcılar ve yasayı uygulayıcılar vardır. Yani konunun “yetkili ve sorumlu” insanlar tarafından vuzuha kavuşturulması, sorunun yetkili ve sorumlu insanlar tarafından çözülmesi gerekir.

Bu sorunu bugüne dek nasıl çözmeye çalıştık?

Tanzimat’tan sonra Fransız, Cumhuriyetle birlikte İtalyan ve Alman ceza yasalarının tercüme edilmesiyle birlikte bir ceza kanununa sahip oluyoruz.* Bugüne dek çok sayıda değişiklik yapılan ceza kanunu AB kriterlerine ve tarafı olduğumuz uluslararası anlaşmalara uygun hale getirilmiş. İdam cezası kaldırılmış, gözaltı ve tutukluluk süreleri düzenlenmiş, savunma ile ilgili değişiklikler yapılmış vb.

Bu haliyle ceza yasası bizim toplumsal gerçekliğimize uygun mu, problemlerimizi çözüyor mu, toplumun vicdanını adaletin tecelli edeceği noktasında tatmin ediyor mu?

Hakkında kesin hüküm verilmiş ve mahkûm edilmiş bir tecavüzcünün “damatlar koğuşu”nda başka bir mahkûm tarafından cezalandırılmasını uman, bu suçlunun birkaç kez müebbet hapse mahkûm olmuş başka bir suçlu tarafından öldürülmesini bekleyen bir toplum varsa eğer, mevcut “ceza kanununun” adaleti tecelli ettirme imkânı yoktur. Ya da bir cinayetten sonra maktul yakınlarının “Biz şikâyetçi değiliz” deyip sanığın salıverilmesini istemeleri ve kendi adaletlerini kendilerinin gerçekleştirmeyi istemeleri bu bağlamda bir sorunun olduğunu gösterir.

Kadına, çocuğa, hayvana, insana yönelen taciz, tecavüz, işkence, kasten öldürme gibi suçların bir türlü azaltılamaması, kontrol altına alınamaması doğrudan “ceza kanunun yetersizliği” ile ilgili bir konudur. Bu suçlarda “iyimser” biçimde sorunun eğitimle çözülmesi gerektiğini düşünen bir kesim vardır. Ancak bu tür suçlar ve birçok toplumsal sorunun eğitimle çözülmesi için en ideal şartlarda birkaç neslin geçmesi gerekmektedir. Eğitimle düzeltmek ancak “yeni doğan bebekler ile ilkokul çağında olan çocuklara kadar olan kesimde mümkündür. Yani 10 yaş üstü tüm nüfusun yaşlanıp, ölmesi ve yeni birkaç neslin yetişerek toplumu oluşturması. Her şeyin normal şartlarda geliştiğini düşünürsek “iyi bir eğitim ile (henüz iyi bir eğitimin ne olduğu ve nasıl olması gerektiği konusunda kimse ittifak etmiş değil) 50 yıl sonra kronikleşmiş sorunlardan kurtulabileceğimizi umabiliriz. Peki 50 yıl boyunca bu sorunlarla “caydırıcı cezalar” dışında mücadele etmenin bir yolu var mı?

Ne diyelim?

Şiddet, tecavüz ve cinayet gibi suçların azaltılması ya da yok edilmesi ancak eğitim ile mümkündür. Onun için en az elli yıl dişimizi sıkalım, bu sırada birçok kadın öldürülsün, şiddete maruz kalsın, çocuklara tecavüz edilsin, hayvanlara tecavüz edilsin, insanlara işkence edilsin, biz de en az elli yıl sabredelim. Çünkü idam cezası ya da ağır cezalar medeni bir topluma yakışmaz. Hele idam cezası zinhar.

Topluma “İyi bir eğitim”(?) verirken bu tür suçları “caydırıcı cezalarla” önlemeye çalışmadan bu sorunu aşmanın bir yöntemi olduğunu düşünmüyorum. Tabi ki çok değişkenli bir mesele.  Ekonomik, sosyolojik, sosyo-psikolojik, psikolojik, kültürel  ve temelde hukuki açıdan  ele alınması gereken çok değişkenli bir konu.

Bu yasalar ne kadar “bizim”?

Bu yasalar ne kadar bu toplumun sorunlarına çözecek yeterlilikte?

Fransız, İtalyan, Alman ceza hukuku Türk hukuku sayılabilir mi?

“Ne münasebet Fransız, İtalyan, Alman hukuku ulusal değil evrensel niteliktedir, pek tabi bize uyar, uymayan yerlerini uydururuz” mu?

Hukukta evrensellik mümkün mü, insanlık dediğimiz tek parça bir kavramdan bahsetmek mümkün mü?

Hukuk kültürel farklılıkları, inanç farklılığını görmezden mi gelir?

Türk kültürü diye bir kültürden söz edilebilir mi, eğer böyle bir şey varsa bu “evrensel” nitelikte olmak zorunda mıdır ve evrensel nedir?

Tüm bu ve benzeri sorular “ceza yasası yapılırken” bir değer ifade eder mi?

Yaşanılası bir toplumu var edecek en temel unsur adalet olsa gerek. Adalete karşı olan güvenin zedelendiği, adaletin tecelli etmediği, tecelli etse de kamunun zihninde şüpheyle karşılandığı bir iklimde artık “belli inanç, değer, ilke ve idealler” etrafında bir araya gelmiş bir toplumdan söz etmek pek de mümkün olmaz. Çünkü adalet yoksa, toplum adalet hususunda güvenini yitirdiyse “bir araya gelmek” değil artık “çözülme” söz konusudur.

Mevcut hukuk pratiğine maruz kalan bir vatandaş olarak bizim meseleyi anlama şeklimiz budur. Konunun hukuki ve felsefi boyutu, ehli tarafından ele alınmak zorundadır. Bazı hâkim ve savcıların mesleki yetersizliği, bazılarının mesleki ahlaktan yoksun olması, bazılarının baskı karşısında dirayetsiz oluşu, bazısının yetki ve sorumluluklarını menfaati için kullanması, bazılarının karar verirken ideolojik saikle hareket etmesi yönündeki kanaatlardan bağımsız olarak “yakala bırak tekrar yakala ve hapse at” pratiği maalesef ceza yasasından kaynaklı bir durum. Bu sorun çözülmedikçe toplum olma yolunda ilk adımı atamayız. Kalabalık bir grup insanın, yığının toplum oluşturma yeterliliği yoktur. Çok sayıda insan çeşitli nedenlerle bir araya gelir ve buna toplum demek için başka birçok şartın yerine gelmesi iktiza eder.

Ağır cezaların kanunlarla uygulandığı toplumlarda da bizdekine benzer suçların tamamen yok olmadığı, cezanın insanı iyi kılmak gibi bir vazifesi olmadığı, idam cezasını uygulanışında mahkûmun sonradan masum olduğu ortaya çıkması durumunda doğacak telafisi olmayan trajedi gibi meseleler de ayrıca göz önünde bulundurulması gereken hususlardır. Yani günlük muhabbetlerin değişmez konusu da olsa bu mesele günlük muhabbetlerle çözümlenecek bir mesele değil. Toplum tüm kesimleriyle konu üzerine hassasiyetle eğilip bu meseleyi ele almak zorundadır. Eğer bir “toplum” varsa.

Adaletin “kıldan ince kılıçtan keskin” olması iktiza eder.

Önce adalet!

 

*  Türk Ceza Kanununun Ön Tasarısında Yer Alan Kusur İlkesinin Mukayeseli Hukuk Açısından İncelenmesi - Prof. Dr. Dr . jur. h.c Hans-Heinrich Jescheck/**) Max-Planck Yabancı Hukuklar ve Uluslararası Ceza Hukuku Enstitüsü Emekli Müdürü, Freiburg i. Br.

(Ceza kanunumuzun tarihçesi hakkında bu makalenin girişinde özet bilgiye ulaşabiliriz. Google’da basit bir aramayla konuyla ilgili aynı bilgilere ulaşmak mümkündür.)

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
1 kez görüntülendi. 382 kez görüntülendi. 1 yorum yapıldı.