Şehir, insanoğlunun sosyal bir varlık olduğu kabulünden doğan kavram. Şehirden beklenti ise bir çeşit dünya cenneti. Kavram da daima olumlu çağrışımlarla zihinlerde karşılık bulur. Şehirli, şehirleşmek vb. İnsanların şehirden, şehirliden, şehirlilikten beklentileri daima yüksektir. Bu da günlük dilde karşılığını bulur: “Bu ne biçim şehir?” “Böyle şehir mi olur?” “Bu şehirde hiçbir şey yok?” “Bakma şehirde yaşadıklarına, bunlar hala köylü, varoş.” Günlük dildeki bu ve benzeri ifadeler bilinçaltında şehir denilen şeyin ideal bir form olduğu, mevcut şehirlerin bu ideal forma göre değerlendirildiği ve şehirde yaşayan insanların da belli bir ideal forma yaklaşması gerektiği kabulü vardır.
İnsanın; güvenlik, konfor, medeni bir yaşam hülasa “güzel bir hayat” beklediği şehir kavramı üzerine biraz düşündüğümüzde, bu kavramın çağrışımlarla oluşturduğu olumlu beklentilerin gerçekleşmesinin mümkün olup olmadığına dair bazı sonuçlara ulaşabiliriz.
Şehir
Şehir ihtiyaçtan doğar, dolayısıyla şehrin etrafında gelişen kavramların kaynağı da ihtiyaç kavramıyla ilintilidir. İnsanlık “şehir” kavramını merkeze oturttuğu bir hayat tasarlarken temel ihtiyaçlarını öncelemiş olmalı. Aynı zamanda çevresel faktörler de bu süreçte belirleyici olmuştur. İklim, coğrafi şartlar, güvenlik, su, güç edinme gibi kavramlar şehri doğuran faktörler. Nihayetinde güvenli ve konforlu bir hayat hedeflenmiştir. Peki, şehri var eden bu kavramlar acaba özünde ahlaki bir norm barındırır mu? Acaba bu kavramlardan hangileri ahlaki bir ihtiyaçtan doğmuştur ve hangileri ahlaki bir hedef içerir? Kaynağı ve hedefinin ne kadarının ahlaki olduğu tartışmalı bir kavram olan şehir etrafında erdemli bir hayat pratikte mümkün müdür? Ki bu sahada yazılmış eserleri ifade ederken de “ütopik” kavramını kullanırız. Yani “medinet’ül fazıla” insanlık için hep güzel bir hayaldir. “Medinet’ül Fazıla”ya ulaşmak için şehrin kendi varoluş sürecinden sıra dışı, güçlü ve ani bir sapmayla kopması gerekir. Yani şehir ve şehir yaşamı köklerinden kopmayacak; ihtiyaç-menfaat-güvenlik-konfor kavramları etrafında obezleşerek büyümeye devam edecek gibi görünüyor.
Bu noktada ihtiyaç kavramının ne olduğu ve nasıl tanımlandığına bakmak gerekir. İhtiyaç kavramını insanın hayatını sürdürebilmesi için olması gereken şeylerin tümü, şeklinde tanımlayabiliriz. Tanımlamayı bu şekilde yaptığımızda temel ihtiyaçlar listesine ekleyebileceğimiz şeyler sınırlı. Ancak insanlığın geldiği noktada “şehir kökenli şeyler-varlıklar” dünyası tartışmaya açık “yeni ihtiyaçlar” listesi doğurmuştur ki bu liste insanı gereksiz kılan, insanı küçültüp önemsizleştiren, insanı mahkûm eden bir nicelikte-nitelikte.
İnsan, ürettiği mekân ve eşyanın hakimiyeti altına girer ve yabancılaşır. Varoluş esprisinden uzaklaşır ve çatışma başlar. Bu hem maddi hem de manevi bir çatışma. Mekânın ve eşyanın üretimi önce insan için, insan tarafından yapılırken gelinen noktada mekân ve eşyanın üretimi, mekân ve eşyanın varlığını idame ettirmek, çeşitlendirmek, yeni ihtiyaçlar üretmek içindir. Sadece iş kazalarındaki ölümler bile insanın önemini yitirdiğinin, “eşya”nın değerli olduğunun bir göstergesidir.
Mekân ve eşyanın üretimi artık hayati bir ihtiyaca yönelik değil; sahip olma, biriktirme, konfor ve güç odaklıdır. Şehir bu tür kavram ve algılar etrafında örgütlenip büyür. Sahip olma, biriktirme, konfor, güç kavramları haz ve ihtirasla ilgilidir. Bu açıdan bakıldığında şehir kavramının doğuşunda, gelişmesinde ve geleceğinde ahlaki normlarla ilişkisi tartışmalıdır.
Şehirde ideale yakın bir yaşamın kurulması ideale yakın bir eğitim ve caydırıcılık dozu yüksek cezalarla mümkündür. Böylelikle görece bir düzen kurulabilecek olsa bile tabiatla uyum içinde yaşamak üzere yaratılmış insan, şehirde mekânın ve eşyanın çizdiği sınırlar içinde var olabilecek, bu sefer de insanın hürriyeti ve erdemleri tahdit- tehdit edilecektir.
Biriktirme, sahip olma, ihtiras duyguları şehri faziletlerden uzaklaştıran; kavga, savaş, düşmanlık gibi olumsuzlukların doğmasına neden olan temel faktörler. Bu faktörlerden doğan çatışmalar insan hayatını çeşitli biçimlerde ve çeşitli ölçeklerde doldurur. İnsanlığın geldiği noktada; şehir-lerin güvenliğinin ve konforunun sağlanması her cemiyet için vazgeçilemez bir motivasyonken bu yüksek arzu ve yüksek korku ikliminde; “şehir-erdem-insan” kavramları etrafında bir cemiyet teşkil etmek ütopya olarak kalacağa benziyor.
Şehir ve insan kavramlarını daha rahat kavrayabilmek için meseleyi birkaç başlıkta ele alalım.
Şehir-Eşya-İnsan
Eşya çeşitli amaçlarla kullanılan, insan tarafından üretilmiş, taşınabilir cansız nesnelerin bütünü. Başlangıçta insanın temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere üretilmiştir. Ancak gelinen noktada hangi eşyanın ihtiyaç, hangisinin “tüketimi sürekli kılmak için” üretildiği, hangisinin sahibine güç, statü, kimlik kazandırmak için üretildiği tartışmalı. Ya da tartışma dışı. Eşyanın sahibine statü kazandırması, şehir yaşamında statünün önemi, insanın aslında ihtiyacı olmayan bir eşyayı edinme konusunda motivasyonunu artırır. İnsanın bir zaman sonra eşyayı kullanıyorum zannıyla eşyanın hakimiyeti altına girmesi de ciddi bir sorun. Basit bir akıl yürütme yapalım: İnsan “eşyaya” sahip olmak için çalışır, alım gücü biriktirir, alım gücü yetersizse borçlanır, henüz kazanmadığı para için sahip olduğu varlıkları ya da geleceğini ipotek ettirir; eşyayı edinir, onu korur, onu korumak için zaman-enerji-para harcar, onun görünür olması, güzel görünmesini sağlamak için çaba-para harcar, onun temizliğini ve bakımını yapar, övgüleri ve eleştirileri onun üzerinden alır, buna sevinir ya da üzülür, onu kaybederse üzülür, eşyanın değerine göre bu üzüntü gözyaşı ve depresyona kadar uzanır. Çağın insanın eşyayla ilişkisi bir tür efendi köle ilişkisidir.
Eşya-insan ilişkisinde belirleyici faktörlerin başında “şehir” gelir. Üretim-tüketim, eşyaya değer ve anlam atfetme (bir eşyanın ihtiyaç değilken toplum algısına temel ihtiyaç olarak eklenmesi) bu bağlamda gelişen iktisadi anlayışlar, para ve para etrafında gelişen kavramlar ve bunlara bağlı sorunlar şehir-insan-eşya kavramları etrafında ortaya çıkar, gelişir ve değişir. Özellikle herhangi bir “eşya”nın temel ihtiyaçlar listesinde yokken bir temel ihtiyaca dönüşmesi şehir hayatının sonucudur. Herhangi bir eşyanın “temel ihtiyaç” ilan edilip kabul edilmesinin “inanca” dönüşmesi x eşyası olmadan hayatın olamayacağı kabulü insanlarda bir inanca dönüşür. Bilgisayarsız, internetsiz, çamaşır makinesiz, arabasız, telefonsuz, uçaksız bir hayatın olmayacağına dair yaygın kabul bir nevi inanca dönüşmüş durumdadır. Yani “şehir-eşya-insan” kavramlarının yanına “erdem-ahlak-ihtiyaç” kavramlarını getirmek ve bunları birbiri ile uyum içinde kullanmak gittikçe zorlaşıyor. Eşyanın insan tarafından “üretim-tüketim süreci”ne terk edilmesiyle kavramlar tanımlarını aşmış, artık yeniden kavramlaştırma, yeniden tanımla bir zorunluluk haline gelmiş gibi görünüyor. “Eşya nedir, ihtiyaç nedir?” Üzerinde düşünülmesi gereken sorular.
Şehir-Mekân-İnsan
Güneşin doğuşunu karşı dairenin penceresindeki yansımasından görebiliyorsanız, ancak balkondan başınızı uzatıp gökyüzüne baktığınızda cömert ve sınırız gökyüzünü görebiliyorsanız insan için şehirde durum trajik ve hastalıklı bir evreye gelmiş demek. Güzel, güvenli ve konforlu bir hayat için şehri kuran insan artık bu mekânı “hayatın devasa kanser hücrelerine” dönüştürmüş durumda.
Başlangıçta insanların ihtiyaçlarına yönelik üretilen mekanlar; tıpkı eşya insan ilişkisinde olduğu gibi insanı yok sayan insanı küçülten, tabiatı önemsiz kılan, kendini var etme kaygısı etrafında orantısız bir biçimde büyüyen, kural koyan, yeni ihtiyaçlar ihdas eden bir heyulaya dönüştü; akıllı, canlı, kötü ahlaklı bir organizmaya evrildi. Tıpkı bilim-kurgu filmlerindeki cyborgların, efendilerinin kontrolünden çıkıp onları tehdit eder şekilde onlardan güçlü noktalara evrilmesi gibi…
Mekân üretilirken (kamu mekanları, konutlar, yollar vb.) artık insan faktörü önemsizleşmiş ve “kamu menfaati, toplumun ihtiyaçları, toplumun beklentileri” gibi sınırları, ahlakı, vicdanı olmayan bir algı-kabul oluşmuş durumda. Bu noktada insan mekân ilişkisinde insan edilgen ve mahkûm; insani bir hürriyetten bahsetmek zor. Ancak bu süreçte geliştirilen dil insanın yüceltildiği algısını topluma boca eder ve insan itibarsızlaştırılırken itibarlıymış algısı oluşturur. Reklamlarda büyük emlak şirketlerinin kullandığı dile dikkat ediniz. Artık insan için hedef, şehirde bir mekân edinmek, kendisini o mekânda var kılmak. İnsanın kısa ömrünün önemli bir kısmını şehirde konforlu bir mekân edinmek için çalışıp harcadığını düşünürsek aslında durumun ne kadar ürkütücü olduğunu görürüz.
Şehirde İnsan-İnsan İlişkisi
Birçok sosyal bilimcinin üzerinde kafa yorduğu bir konu bu. Mesele; insanın girift, bilinmeyen, henüz sınırları keşfedilememiş iç dünyasında. Kutsal metinlerde geçen Habil-Kabil çatışmasıyla temellendirebileceğimiz “güç-iktidar-sahip olma” temalı çatışma kavramını ilk insana kadar dayandırabiliriz. İlkel dönem şehirleşmelerinin “erdemli bir sözleşme” etrafında toplanan insanlar tarafından oluşturulmadığı ve çatışmaların ilk insandan beri var olduğu söylenilebilir.
Şehirde insan-insan çatışması statü kavramı etrafında olgunlaşmış, bu kavram etrafında çeşitlenerek sürmüş olmalı. Toplumun önünde olmak, topluma hükmetmek, aile ya da klanınızın niceliği, dini aidiyetiniz, sahip olduğunuzu şeylerin niceliği- niteliği vb. unsurlar statü kavramını ortaya çıkartmış olmalı. Mesleklere göre insanların birbirleriyle münasebetleri, diğer toplumların birbirlerine karşı duygu ve düşünceleri; güvenlik, iklim ve hayati nedenlerle şehri var eden insanın şehrin menfaatlerine kurban edilmesi bu başlığın en trajik yanı. İnsan için, insana rağmen, insana karşı: şehir…
Liderin, liderliğinin devamı ve gücünün bekası için icat ettiği yeni pozisyonlar, statüler ve kavramlar, liderin yakın çevresinin kendilerine topluluk nezdinde itibar-güç kazandırmak için oluşturduğu yeni pozisyon ve kavramlar, liderin kendisine ve topluluğun liderine atfettiği gizemli-kutsal vasıflar, tehdit algısı etrafında oluşturulan dil, modern döneme kadar evrilip çeşitlenerek, çoğalarak varlığını sürdürmüştür. Bahsi geçen kavramların neredeyse hiçbir noktasında erdem ve ahlaka rastlamak mümkün değildir.
Statü kavramı etrafında çeşitlenen, birbiriyle çatışan kavramlar ilkel dönemden günümüze kadar yöntem, araç ve dilinde değişmeler, çeşitlenmeler olsa da özünden bir şey yitirmemiştir. Efendi-köle, patron-işçi, yöneten-yönetilen, zengin-fakir, soylu-halk (teba-serf) gibi çeşitlendirebileceğiniz başlıklar altında insanın yaratılışında “öncelenmeyen” bu statü farkları ve çatışma aslında ve nihayetinde şehir-ler-i yaşanmaz kılar.
En küçük birimden (aile) devletin zirvesine kadar korkunç bir silsile ile “insan” kavramsal prangalarla kuşatılmıştır. “Anne-baba, yönetici, muhtar, başkan, müdür, şef, komiser” gibi bir çırpıda aklına gelen bu yönetici statülerinin orta ölçekli bir toplumda bile sayılarının yüzleri bulduğunu düşünürseniz “insani bir hürriyetten” bahsetmenin mümkün olmadığı görülür. Yüz binlere varan “yönetici statüsünün” oluşturduğu toplumun kutsallaştırılmış var oluş amacı, tehdit algısı (işgale uğrama, parçalanma, yok olma vb.) etrafında oluşmuş ve dogmatikleşmiş dil, yüksek idealler dili, ekonomik refah ve konfor için gerekçeler üretip motivasyon oluşturan dil, toplumun var oluşunun “kutsal kökenleri” etrafında oluşan dil; suya, havaya, beslenmeye ve barınmaya ihtiyaç duyan insanı; ürkütücü, sınırları ve gücü tespit edilemeyen bir heyulanın yanında cüceye çevirmiştir. Gelinen noktada insanın “hürriyet”inden bahsetmek zordur. Belki izafi, tanımı tahrif edilmiş ve tasarlanmış, kurmaca bir hürriyet algısından bahsedilebilir.
Şehrin bugünkü çehresinde “eşya-mekân-sermaye” kavramları etrafında şekillenip çeşitlenen algıda insana yer yoktur. Her şey “insana rağmen, insan için, insan tarafından insanı gereksiz kılan ve devamında insanı yok eden bir tarzda” gelişir. Erdemli ve güzel bir şehir için ön şart şehirde insanın olmamasıdır. Bu şartla belki erdemli ve güzel bir şehir kurmak mümkün olabilir.
Şehirde İnsan-Tabiat İlişkisi
Felsefe, psikoloji, sosyoloji ve teolojinin üzerinde ciddi çalışmalar yapması gereken bir diğer ilişki biçimi de şehirde insan-tabiat ilişkisi. Cömert ve muhteşem tabiat içinde kendisini ve hürriyetini betondan hücrelere teslim eden insan çeşitli saiklerle tabiata olan özlemini ifade eder. Yapma çiçekler, mekanların duvarlarındaki manzara resimleri-fotoğrafları, ev bitkileri, evcil hayvanlar, duvar ve tavanlarda tabiat betimlemeleri, otoban banketlerinde piknik gibi çeşitlendirebileceğimiz bir “tabiat temalı tezyinat ve tabiata özlem” hali öylesine ortaya çıkmış bir durum değil. İnsan tabiatla uyum içinde yaşamak üzere tasarlanmış ve öyle yaratılmış bir varlıktır. İhtiyaç tanımlarını yanlış yapan ve evhamlarına yenilerek türdeşlerinin şerrinden korunmak için şehri kurup kendisini buraya hapseden insan, özüne özlemini çeşitli biçimlerde ifade eder. Onun için şehirde mekân seçiminde “hem en merkezde olmak hem manzarası güzel olmak hem güneş görmek hem havadar olmak hem hareketli-çok canlı bir çevrede olup hem de sükuneti arzulamak” insanın tabiata duyduğu özlemin ifadesidir.
Şehir, şehirli, şehirlilik kavramları kullanılırken ideale yaklaşmanın pek de mümkün olmadığı ve bu kavramların doğuşundan itibaren içinde var olan olumsuz yanları göz ardı edilmemelidir.
Yeni yorum ekle