Bizden Niçin Olmaz?

11 Kasım 2024

Entelektüel çevrelerden kahvehane muhabbetlerine kadar hemen her ortamda “Ne olacak bu memleketin hali?” konulu konuşmalar genelde olumsuz biçimde sonlanır. En esaslı mütalaalardan en sıradan mülahazalara kadar çoğu konuşma "Bizden olmaz" yargısı ile biter.

“Biz” olsa olur belki. Ancak temelde “biz” kavramını teşkil edecek ortak özellikleri barındırıyor mu işaret olunan topluluk? Bu soruya olumlu cevap vermek pek mümkün görünmüyor.

Peki, bu topluluktan ne olmaz ve niçin olmaz?

Öncelikle bu topluluktan, bu kalabalıktan bir toplum olmaz. Olsa da bu sefer müreffeh bir toplum olmaz, gelişmiş bir toplum olmaz, adaletin hakim olduğu bir toplum olmaz; çatışmasız, barış, huzur ve dayanışma içinde yaşayan bir toplum olmaz. İnsanlar “Bizden … olmaz.” derken “olmak” yardımcı fiilinin önüne gelmesi gereken olumlu kavramlar çok sayıda olduğu için bu kanaat böyle ifade edilir. Uzun uzun ne olmayacağını söylemek yerine kısaca “Bizden … olmaz.” denilir.

Peki, niçin bu anlayış artık yaygın ve yerleşik bir kanaate dönüştü?

Çünkü parçalanmış, birbirine düşman unsurlardan oluşan bir kalabalık var. Burada düşman ifadesi abartılı bulunabilir. Bunu yerine karşıt, zıt, muhalif unsurlar denilmesi uygun görülebilir. Ancak felaket zamanlarında, bayramlarda, en küçük sorunda, büyük bir başarıda tüm iyi ve doğru şeylerin “ötekine rağmen” başarıldığı; tüm kötü, çirkin şeylerin “öteki yüzünden” olduğu o kadar kin ve nefretle karşılıklı olarak dile getirilir ki bu üslubu karşıtlıkla izah etmek mümkün değildir. "Ötekini"; Kemalistler yobaz, tarikatçılar-cemaatçiler "gafil", Türkçüler "hain", Kürtçüler "faşist", solcular "sermayeci", İslamcılar "kâfir", sekülerler "bilim düşmanı" olarak etiketliyorsa burada karşıtlıktan daha çok öne çıkan duygu düşmanlıktır. Taraflar arasındaki tartışmalarda üsluba hakim olan öfke, nefret ve kinin tekabül ettiği kavram düşmanlıktır.

Kemalistler, dindarlar, Türk milliyetçileri, Kürt milliyetçileri, liberaller, solcular, tarikat ve cemaatler… Hepsi yüksek sesle dillendirdikleri iddialarında “Barış ve huzur içinde yaşayan, adaletin hakim olduğu, müreffeh bir toplumsal yaşamı” hedeflediklerini söylerler. Taraflar “barış, uzlaşma, huzur” kavramlarının altını sürekli çizip çatışmanın kaynağı olmadıkları algısını belirginleştirmekten geri durmaz. Dolayısıyla da tüm tarafların aynı şeyi hedefledikleri bir ortamda uzlaşma mümkün görünür. Ama bu uzlaşma asla gerçekleşmez. Çünkü topluluk-kalabalık çok sayıda “biz” ve “öteki”den müteşekkildir. Kamuya hitap ederken “Türk, Kürt; Alevi, Sünni kardeştir” diyen taraflar kendi içlerine döndüklerinde “Ötekinin bizim üstünlüğümüzü kabul etmesi şartıyla kardeşlik değil de belki üvey kardeşlik söz konusu olabilir.” anlayışının öne çıktığı görülür.

Biz ve öteki arasındaki kırmızı çizgiler çatışmanın zeminini oluşturur. Olası uzlaşı adına yapılan konuşmalarda bile ötekinin kırmızı çizgilerinin pembeleşmesi, bizim kırmızı çizgilerimizin altının belirgin biçimde çizilmesi söz konusudur.

Seküler-Kemalist kesim ile dindar-gelenekçi kesimin uzlaşması pek mümkün değildir. Zira ikisinin de varlıkları öteki için bir beka tehdididir. Taraflar yaşanabilecek bir toplumda temel prensiplerin kendi hayat anlayışlarına uygun olmasını şart sayar.

Liberal çevrelerle sol çevrelerin kırmızı çizgileri çakışır. Tarafların varlıkları birbirileri için bir beka tehdididir.

Farklı milliyetçilik anlayışlarının da uzlaşısı söz konusu değildir.

Eğer “öteki”, “bizim” kırmızı çizgilerimize saygı gösterip kendi kırmızı çizgilerini kabul etmemizi istemezse uzlaşma pek tabi mümkündür. Yani bu bağlamda uzlaşma mümkün olmadığı gibi bir hayal bile değildir.

Bu noktada temel motivasyon şudur: Ötekiler bizim çizgimize gelsinler. Zira bu ülkenin asıl sahipleri biziz.

  • Yıkılan bir imparatorluktan sonra Atatürk gelmiş ve yeni bir devlet yaratmıştır. Bu ülkenin asıl sahipleri bizleriz. Bu ülkede huzur içinde yaşamak isteyenler bizim kırmızı çizgilerimizi tartışmasız kabul etmek zorundadır.

  • Biz Alparslan’dan beri bin yıldır bu topraklarda hükümranız. Bin yıldır ilayi kelimetullah uğruna yüzlerce savaş yapıp bu toprakları yurt yaptık. Bedelini atalarımız kanlarıyla ödedi. Bu ülkede huzur içinde yaşamak isteyenler bizim kırmızı çizgilerimizi kabul etmek zorundadır.

  • Bu topraklarda henüz “ötekiler” yokken biz vardık. Biz bu toprakların kadim halklarıyız. Yüz yıldır zulme uğruyoruz. Bu topraklarda huzur içinde yaşamak isteyenler bizim kırmızı çizgilerimizi kabul etmek zorundadır.

  • Biz son hak dine mensup, Allah’ın seçilmiş kullarıyız. Üstelik de fırka-i naciyedeniz. Asıl bizim kırmızı çizgilerimiz tartışılamazdır.

  • Biz insanlık tecrübesinin, ortak kazanımlarının savunucuları olarak insanın özgürlüğünün, özgür teşebbüsün savunucularıyız. Özgür düşünce ve özgür teşebbüs kırmızı çizgimizdir, kişisel mülkiyet kutsaldır.

  • Adalet ve eşitlik yoksa katma değerin eşit paylaşımı yoksa biz yokuz. Halkların eşitlik zemininde var olması, bağnazlık ve faşizme karşı olmak kırmızı çizgimizdir.

  • Akıl ve bilim dışında her şeyi reddediyoruz. Aklın ve bilimin reddettiklerini reddediyoruz. Bu bizim kırmızı çizgimizdir.

  • Allah ve Rasulü’nün kabul etmediğini biz de kabul etmeyiz. Bu bizim kırmızı çizgimizdir.

***

Bu liste daha da uzatılabilir. Bu kırmızı çizgilerle masaya oturulduğunda masanın rengi kıpkırmızı olur. Bu kırmızı kanın, ateşin, savaşın kırmızısıdır.

Yani bizden olmaz. Çünkü evvelemirde “biz” denilebilecek bir yapı yoktur. Her biri ötekini yok etmek, yok etmek mümkün değilse ötekini yenmek, olmuyorsa etkisizleştirmek hedefiyle kendisini tanımlamış, bu motivasyonu yaşam prensibine dönüştürmüş unsurlardan oluşmuş bir topluluk söz konusudur. Birbirini tanımak, anlamak üzerine kendini konumlandıran yapılardan söz etmek mümkün değildir.

Birisi ilelebet payidar olmaktan, diğeri aklı ve bilimi hakim kılmaktan, diğeri özgürlükler uğruna mücadele etmekten, diğeri Allah yolunda mücadele etmekten, diğeri eşitlik için savaşmaktan söz etmektedir. Bu bağlamda üretilen sloganlarla mensuplar birleştirilir ve mücadeleye hazır hale getirilir. Belli ezberler-sloganlar etrafında organize olan topluluklar kendi içlerinde değer, statü ve ekonomi üretirler. Ötekilere karşı var olan motivasyon, bunun ürettiği çatışmalar her grubu kendi içinde sıkı bir dayanışmaya sokar. Belli bir motivasyonla mensuplarını bir araya getiren örgütlerin elitleri; ürettikleri statü, değer ve ekonomi üzerinden bir saltanat kurar. Bir yerden sonra bu elitler, ötekilerle süren çatışmaların ürettiği statü, değer ve ekonomi uğuruna çatışmayı daha çok beslemek, mensuplarının motivasyonlarını, ötekine karşı düşmanlıklarını artırmak için daha çok argüman üretmekten geri durmazlar. Ötekilere karşı yürütülen onurlu, kutsal mücadele adına grup içi dayanışma beslenir, büyütülür. Bu sırada elitler sahip oldukları gücü diledikleri gibi kullanırlar. Mensuplar da elitlerin bu keyfiyetini mücadele uğruna sorgulamazlar. Eğer sorgulayan çıkarsa derhal hain, işbirlikçi, ajan, dönek, mürted etiketleriyle etiketlenip mahalleden sürgün edilir. Dolayısıyla çatışmanın sürmesi tüm yapılarda elitler için vazgeçilmezdir. Uzlaşma ve topluluktan-kalabalıktan bir toplum olmaya geçiş söz konusu olursa elitlerin saltanatı yıkılır ve bu da arzu edilen bir şey değildir. Uzlaşma olursa; herhangi bir motivasyona, dayanışmaya, tehlikelere karşı örgütlenmeye ihtiyaç kalmayacak böylelikle de çatışmadan beslenen örgütlerin ürettiği değerler, statüler ve ekonomi yok olacaktır. Bu da tüm tarafların elitleri için bir beka sorunudur. Bu bağlamda elitler uzlaşmayı değil çatışmayı destekler. Çatışmanın sonucu zafere dolayısıyla iktidara çıkarsa ne ala. Yok, zaferle bitmez de sürgit bir çatışmaya dönüşürse bu da bir kazançtır.

Kolay, anlaşılır, hoşa giden sloganlar; bu dünya için onur-şeref payesi kazanma ihtimali, konfor ve hazdan daha çok pay alma arzusu, öte dünyada cenneti kazanma arzusu ve benzeri motivasyonlar  tüm taraflarda çatışmanın enerjisini üretir.

Tarafların elitleri, entelektüelleri, ideologları, demagogları; kendilerine göre mutlak hakikatleri, kutsalları, asla vazgeçilmezleri, olmazsa olmazları, kırmızı çizgileri ötekine dayatmaktan vazgeçmedikçe, ötekileri tanıma, anlama isteğini ortaya koymadıkça topluluktan-kalabalıktan topluma geçmek mümkün olmaz.

Adaleti yalnıza kendisi için isteyen, ehliyet ve liyakati ötekinde arayan, başarı ve kazancı yalnızca kendisi için arzulayan, kendi kırmızı çizgilerini mutlak hakikat sayan ve ötekine dayatan “biz” ve “öteki”lerden oluşan yapıya “biz, cemiyet, toplum” denilmez. Belki “topluluk, kalabalık, yığın, güruh” denilir.

Biz ve öteki denkleminde söz etmediğimiz ancak topluluğun biz ve ötekilerden daha kalabalık bir kısmı vardır. Onlar için kişisel çıkar, haz, konfor dışında bir değer söz konusu değildir. Bu kısımdaki insanlar daha kalabalık olmakla birlikte sonucu belirleyen kısımdır. Çünkü kişisel çıkarları, haz ve konfora ulaşmak adına tüm ötekilerin saflarında yer alıp muvakkaten onlardan görünürler. İnsanın tarih boyunca akıl, vicdan, erdem zemininde ürettiği değerler bu topluluk için pek bir anlam taşımaz. Aslında bütün "bizler", ötekilere karşı üstünlük kurmak amacıyla bu kalabalığı razı etmek için mücadele eder. Onları razı etmenin yolu da popülizm denilen yöntemden geçer. Biz ve ötekiler çatışmalarla var olurken topluluğun bataklığı da bu kesimdir.

Hülasa bir biz yok. Dolayısıyla da bizden olmaz. Onun için güçlünün borusu öter, altta kalanın canı çıkar.

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
6 kez görüntülendi. 282 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.