Osmanlı imparatorluğunun dağılmasıyla, Ortadoğu’da birçok devlet doğmuş, ancak bunlar arasında bulunan Lübnan Cumhuriyeti çok özel ve diğerlerine hiç benzemeyen bir memleket olarak ortaya çıkmıştır. Küçük coğrafyası içinde fazlasıyla mezhep din ve ırk barındıran bu topraklar, kısa bir süre içinde başkenti Beyrut “Ortadoğunun Parisi” ünvanını kazanmış ve Arap âlemi içerisinde adeta parlayan bir yıldız haline gelmiştir. Ülke, parlamenter rejimi ve her altı yılda bir kez milletvekilleri tarafından seçilen Hırıstiyan Cumhurbaşkanı ile Arap dünyasında hemen hemen tek demokratik rejim örneği idi. Renkli ve bir mozaik özelliği gösteren toplumu, mutedil iklimi, serbest yaşam tarzı, yemyeşil dağları ve ter temiz deniz kıyısı ile sadece Arapları değil, Avrupa’nın değişik yerlerinden turistleri de çekmeyi başarabilen bir yerdi. Değişik ideolojilerin barış içinde yaşadıkları bu memlekette, bölgedeki diktatör rejimlerinden kaçmak isteyen ve özgürce yaşamını sürdürmek isteyen muhalif ve aydın insanların Lübnan’da huzur bulup aktif rollerine devam edebildikleri herkesin vakıf olduğu bir gerçekti. Basın yayın kısıtlaması nedir bilmeyen Lübnan rejimi bölgedeki tüm siyasi muhalefetlerin minberi haline gelmişti. Dünyada yasaklanmış kitaplar ve gazeteler Lübnan’da satılıyor ve herkesin eline de basit bir şekilde ulaşabiliyordu. İçinde edebiyatın ve felsefenin tartışıldığı salonlarından tutun da dünyada en meşhur tiyatrolarına kadar aklınıza ne geliyorsa Beyrut’ta bulunurdu.
Lübnan’ın bankacılık sisteminden de bahsedecek olursak; para transferleri ve malların transit taşınma kurallarında sunduğu kolaylıklardan dolayı hem yabancı sermayenin hem de Arap sermayesinin tercih yeri olmuştu. Böylece Lübnan, uzun yıllardır Ortadoğu’nun ve Arap ülkelerinin en önemli ticaret kapılarından sayılıyordu.
Bütün bunlardan dolayı Beyrut’u gezmek, tabii ki sadece eğlenmek ve turizm yapmak demek değildi, belki de dünyayı tanımak demekti!
Ne yazık ki bu refah, 1975 yılında başlayan iç savaş ile son buldu. Din ve mezhep kavgası kılıfı giydirilen bu savaşın özünde büyük devletlerin menfaat çekişmeleri gizlidir. 15 yıl boyunca aralıklı da olsa sürmüş olan bu savaşın bitmesi ancak 1990 yılında kısmet oldu. Lübnan’da ne zenginlik kaldı ne de kültür... Tiyatrolar yıkılmış, tarihi eserler harab olmuş, ekonomi çökmüş ve “Ortadoğunun Paris’i”, közlenmiş odun gibi ortada kalmıştı. Bazı istatistiki çalışmalara göre Lübnan dışında yaklaşık 15 milyon Lübnanlı yaşamaktadır. Oysa kala kala memleketin içinde taş çatlasa 4 milyon Lübnanlı inatla bu memlekette yaşamaya devam etmektedirler.
Memlekette 1990 yılından itibaren büyük imar projeleri gerçekleştirilmiş, iç ve dış borçlar artmış, kişi başı gelir düzeyi ciddi bir darbe almış, ülkenin hemen hemen tüm kurumlarında ve sektörlerinde gerileme, hatta bazı yerlerde çöküşler olmuştur. Dahası 40 yıldır rahat yüzü görmeyen bu küçücük memleketin, geleceğinde kendisini nelerin beklediği de da belli değil.
İşte bugün yeni Ortadoğu’dan bahsedilirken, sancıları yanı başındaki Suriye’de net bir biçimde görülmektedir. Bir zamanlar Lübnan’da yaşanan savaşın hemen hemen aynısı günümüzde Suriye’de de devam etmektedir. Neredeyse 5 yılını tamamlayan Suriye kaosunun ne şekilde biteceği belli değil derken; “acaba Lübnan’ı bekleyen kader nedir?” sorusu, cevabını hepimizin merak içinde beklediği bir sorudur.
Şimdi Suriye’den hem dini hem de etnik açıdan çok daha çeşitli olan, yer altı ve yer üstü zenginlikleri çok daha cazip bir Lübnan’da kimin kimi boğazlayacağı, önce kimin siperleri kazıp, dağa erkenden kimin mevzileneceği ve topların bu kez hangi mazlumlara çevrileceğini bilmemekteyiz.
Çöl rüzgârlarından, kuraklıktan ve kumdan beldeyi bir duvar gibi koruyan Lübnan dağları, nedense gerisindeki kan ve barutun kokusunu korumaya yetmiyor artık. Fitne dağları, ovaları, nehirleri ve en engin yamaçlarla dorukları aşarak birer birer İslam coğrafyasını sarıyor. Suriye’deki krize dâhil olan dış aktörlerin Lübnan’daki olası bir savaşta hangi ülkeler olacağını da kestirmek mümkün olsa bile sonucu etkileyecek bir çıkarım yapmak için henüz çok erken.
Ancak henüz şimdiden görülen bir perspektifi kestirmek yine de çok zor değil.
Siyasal coğrafya kuralıdır: bir memlekete “devlet” denmesi için 4 şart aranır.
Kesin ve belirli sınırlar, bu sınırlar içerisinde daimi ve yerleşik bir nüfus ve yine söz konusu sınırlar içerisinde düzgün bir altyapı ve tabi son olarak iyi organize olmuş ve kurumları işleyen bir sistem.
Korkulan odur ki Türkiye’ye sınırı dahi olmayan bu ülkedeki masum insanlar çaresiz ve kendilerini koruyamayacak durumda kalabilir. Zira ne tır geçirecek bir sınırımız var ne de o sınırı kontrol edebilecek ciddi bir Lübnan devleti ve kurumları düzenli işleyen bir sistem… Dünyadaki her devleti, hatta Lübnan’ı devlet yapmak için aranan dört şarttan üçü kaybolduğunda, kalan sınırlara ülke deseniz dahi artık ülke vasfını kaybetmiş kaotik bir mıntıkadır orası.
Halkı savaşlarla göçe zorlanan bir ülkede yerleşik ve kalıcı nüfus yoktur. Mahfedilmiş bir altyapıda, çoğu göç etmiş bir halktan geri kalan insanlar da düzenli bir devlet sistemini ayakta tutamazlar. Geriye bir tek sınırlar kalır ki işte o sınırlar da bir halkı hapsetmek ve tepesine bomba yağdırmak için mülteci olarak “kaçmasını engelleyen” bir açık hava hapishanesine dönüşmesini sağlar. İşte son safha da budur.
Savaştan bezdirilmiş ve kaliteli, eğitimli nüfusu göçe zorlanmış milletlerde en son kalanlar, vatanseverler değil, kaçamayacak kadar güçsüzlerdir. Entelektüel ve eğitimli nüfus, sanatkâr, bilim adamı, eşraf gibi kimseleri kalanlar arasında aramayın. Zira onlar çoktan terk-i diyar eylemişlerdir. Kalanlar, kalmak zorunda olduğu için kalan, yaşamak için savaşmak zorunda bırakılan güçsüzlerdir. Bu, insanın doğasında vardır. Kurtuluş savaşı esnasında Türk insanının durumundan da talihsizdir şu anda İslam coğrafyasının hali. Zira o günlerde Anadolu’nun dışında ne kaçacak bir huzur adacığı vardı ne de kaçmak için bir insanı bezdiren, tepesine her Allah’ın günü inen bombalar. Günümüzde bu adaletsiz savaş, şehirleri insansız bir hafriyat yığını, belki adeta bir mezarlık haline getirirken savaş bir şekilde son bulduğunda yapılacak seçimlerde ise “kalabilenlerin yüzdesi” demokrasiyi belirliyor olacak.
İşte bombardıman belki de en çok bu kısmı, yani savaş sonrasındaki oluşması istenen geleceği hedeflemekte. Aynı Bosna’daki gibi, uzun süren ve bezdirici bir savaşta göç ettirilen insanlar, toprakları dışında uzun bir huzur ve sükunet arayışı ile ülkelerini terk edecek ve belki 10 belki 20 yıl sonra bir huzur tesis edilecek.
Aradan geçen süreden sonra gelen huzur, kalanlara azınlıkta kaldıkları şehirlerinde “lütfedilmiş” bir huzuru, fukaralıkla birlikte verirken gelişkin ekonomilere göç etmiş olanlara, vatanlarına geri dönmekten söz edildiğinde, gereksiz ve karın doyurmayan bir nostaljik sebep kalacak sadece. Emekliliği yaklaşan, çocukları gittikleri ülkelerde eğitim görüp çevre edinmiş hiç kimse artık ata topraklarına dönmeyecek. Atasözünde dendiği gibi; “Tekkeyi bekleyen, çorbayı içer” mantığı ile kalanlar söz sahibi olacaklar. O kalanlara gelince ya arkalarına aldıkları bir büyük devlet ile “kalması istenen” ya da her şeye rağmen “geriye kalanlar” belirleyecek yeni demokrasiyi ve yüzdelerini.
Ve bu, gelecekte ateşlenecek bir başka fitil için hazır tutulan bir dinamiti, yani birbirine daha yakın insan yüzdelerini getirecek. Göçler ve katliamlarla yüzdesi azaltılmış olanlar, yüzdesi artırılanların daha da bir insafına bırakılacak. Tabi ortada tek bir devlet kalırsa…
Daha fazla kan, daha fazla acı ve her şeyin ama her şeyin daha fazlası…
Mutluluk ve huzur hariç.