DÜŞÜNCE
Devlet,Kanun,Hukûk (*)...
Devletin yaptığı şey "kanun"dur çok olsa. Haydi, anayasadan yönergeye bütün hiyerarşisini dikkate alarak buna "konulmuş (pozitif) hukuk" da diyelim; lakin tek başına ve de büyük harfle "(H)ukuk", aklın, yani akl-ı selîmin, yani vicdânın eseridir. Onu uykudan uyandıran şey de, otoriteyi kendi partiküler çıkarı lehine yönlendirmeyi marifet sayan kurnazlıktan ayılıp "herkes (en-Nâs, the Public) için adalet" umabilecek bir beşeriyet şuurudur. Kendini otoritenin altında sınıflandırmanın iki biçiminden ilki, onun şefkatine sığınır görünüp aslında ondan imtiyaz koparmağa çalışan kurnazlık iken, öteki, onun karşısına dikilip "sen fânîsin, bâkî olana boyun eğ!" deme cür'eti gösteren vicdândır.
Paradigmanın İflası
Darbeler 20. yüzyılın başında “oluşturulmuş” ülkelerin rutini… Sanayi devrimiyle başlayan sömürge anlayışı halen devam ediyor ve bu ülkeler de sürecin “kölesi…” O günden bu güne değişen şey sadece sömürgeciliğin ve köleliğin şekli… O dönemde doğrudan orduyla işgal edilen ve kaynaklarına el konulup halkı köleleştirilen ülkeler 20. yüz yılla birlikte değişime uğradı. Zira halk tezgâhı anlamış ve ayaklanmıştı. Pabucun pahalı olduğunu gören müstemlekeciler ordularını bu ülkelerden çektiler ama yerlerine müstemleke esnasında yetiştirdikleri “adamlarını” yerleştirdiler. Bunlar görünüşte o memleketin insanları idi. Her birini başka bir yöntemle, hem de kendilerine karşı “kahraman” ilan ettiler. Doğrudan işgal edemedikleri veya etmeyi ekonomik bulmadıkları kimi ülkelerde de yönetimi iç işbirlikçilerin yardımıyla uzaklaştırdılar.
Bağdat ile Şam Arasında Söz İstanbul'undur
Bağdat ve Şam'ın İstanbul'da buluşması, savaş kuşağı İslam dünyasının barış kuşağı İslam dünyasına dönüşmesinde, atılmış çok önemli bir adımdır. Türkiye Ortadoğu''dur, Ortadoğu Türkiye''dir. Dört yanındaki ülkelerle sınırlarını kaldırarak, ekonomik yapıları zenginleştiren Türkiye, dünya barışının, başka ülkeler tarafından yeri doldurulması mümkün olmayan, en güçlü güvencesidir. Ortadoğu''da Araplarsız savaş, Türklersiz barış olmaz. Yol barış isteyenlerin yoludur.
İslamcı Aydınlar, Üniversite, Yahut İslam Dünyası Neden Bu Halde?
15 Ekim 2016 tarihinde İsmet Berkan “İslamcı aydınların üniversite için söyleyeceği hiçbir şey yok mu?” başlıklı bir yazı yazdı (http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/ismet-berkan_386/islamci-aydinlarin-universite-icin-soyleyecegi-hicbir-sey-yok-mu_40249234). Bu yazıda sayın Berkan medresenin de, üniversitenin de dini eğitim kurumları olduğu; ama medrese neredeyse sadece üretilmiş bilgiyi nakille yetinip yeni bilgi üretmezken, hele hele matematik ve felsefe dahil doğa bilimleriyle hemen hemen hiç ilgilenmezken, üniversite bugünkü üniversiteye doğru yüzyıllar süren evrimine başlayabildi” tespitini yaptıktan sonra, “neden böyle oldu” sorusunu soruyor.
Martıdan Mürşid Olur Mu?
Bach'ın ülkemizde de büyük ilgi gören “Martı” isimli eserinde, Jonathan Livingstone isimli “uyumsuz” bir martının hikayesi anlatılıyor. Yıllardır gördüğüm işittiğim ama okuma fırsatı bulamadığım bu meşhur kitabı okurken zihnimin bir köşesinde hep “bu romanı böylesine popüler, böylesine ilgi çekici yapan nedir acaba” sorusu vardı.
Bu soruya kendimce bir cevap bulduğumu söyleyebilirim.
Medeniyetlerin Aynası Kutlu Şehirler
Bir medeniyetin değerleri şehirlerin ekonomik, sosyal ve kültürel dokusunu oluşturur. Camiler, çarşılar,çeşmeler, dergahlar,meydanlar ve evler, kültürlerin şehirlerdeki elle tutulur, gözle görülür yansımalarıdır.Medeniyetleri diri tutan,her alanda güçlü kılan, onların ruhlarıdır. İç dünyaları canlı ve zengin olmayan medeniyetlerin,şehirlerinin bir şiir gibi, düzen ve uyum içinde olmaları beklenmez .Çünkü bir medeniyetin değerleri; ahlakı, sanatı ve düşünceyi biçimlendiren, bilim ve teknolojiyi yönlendiren, geniş bir çerçevenin sınırlarını ve kırmızı çizgilerini belirler
Yarına Umutla Bakmak
Tanzimat ve Meşrutiyet sürecinde, Osmanlı modernleşmesi, meseleyi “geri kalmışlık” kavramı etrafında anladı. Geri kaldık; zira bu geri kalmamıza sebep olan şey inancımızdır, diyenler çıktı. Bir “yenilgi psikolojisi” inşa edildi. Dışarıya açılalım, ”muasır medeniyetler seviyesine ulaşalım” derken hep o yanlış teşhisin oluşturduğu öğrenilmiş çaresizlikle, edilgen, özgüvenini kaybetmiş bir “aydın tipi” oluştu. Meselelere çare arayacak, derde derman olacak doktorun kendisi hastaydı… Kendisi hasta “doktor”, himmete muhtaç “aydın” kime, hangi çareyi sunacaktı?
Bir Acayip İnsan Hikâyesi
Ne garip insanlar, ne garip hayatlar var! Bir romanda karşımıza çıksa, “hiç gerçekçi değil” diye burun kıvıracağımız fantastik hikâyeler fiilen yaşanabiliyor. İşte böyle “fantastik” bir hayat hikayesinden bahsetmek istiyorum. Eric, Almanya’dan Amerika’ya göç eden bir Yahudi çiftin çocuğu olarak 1898’de New York’ta dünyaya gelir. Babası Knut, ailesini zar zor geçindiren fakir bir marangozdur. Küçük Eric akıllıdır. Daha beş yaşındayken hem anadili olan Almanca'yı hem yeni vatanının dili olan İngilizce'yi okuyup yazmaya başlar. Eric'i, Kemalettin Tuğcu romanı tadında bir hayat beklemektedir. Henüz beş yaşındayken annesi Elsa kucağında Eric'i taşırken merdivenlerden yuvarlanıp düşer ve hayatını kaybeder. Annesini kaybettikten iki sene sonra bir kaza geçiren Eric hem hafızasını hem gözlerini kaybeder.
Halk Bastille'i Bastı Vatandaş Kaçacak Delik Arıyor
Bunun en önemli sonuçlarından birisi şu oldu: Herkes fikrini, zikrini açığa vurma cesareti buldu ve artık siyaset, fikirlerin yarıştığı bir platforma evrilmeye başladı. En önemlisi de, 60 yıl boyunca “göbeğini” gizlice “kaşıyan” utangaç ve ürkek “köylü”, kendini hoyratça açığa vurmaya başladı, yerlere bile tükürmeye (tükürük’ün Ortaçağ derebeyleri için ne demek olduğunu, tarihçiler iyi bilir) cesaret etti. Çünkü artık, 50’lerin utangaç, saf ve ürkek köylülerinin çoğu kentlere göçmüştü. Çocuklarını, kentin ev sahiplerinin şımarık çocuklarıyla birlikte büyütmüş ve hatta aynı okullarda okutmuştu. Kentte; ürkek, tedirgin, bir adım geride duran, efendiliğini sessizlikle harmanlayan köylü “tip”leri çiğneyip geçmek bir kuraldı. Kentin kuytularında/altlarda sürünen misafir anne babaların çocukları, artık, kurtların sofralarıyla donanmış kentin çekingen misafirleri değildi. Doğup büyüdükleri kentin ev sahipleri onlardı ve yaşadıkları sokaklar onların mülküydü.
Sayfalama
- Önceki sayfa
- Sayfa 91
- Sonraki sayfa