Son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim: Değildir.
Peki neden? Çok kazanandan çok almayalım mı yani?
Alalım, almasına da, bu sistem kulağa hoş geldiği kadar, göründüğü kadar adil bir sistem değildir.
Devletler dünyanın her yerinde vatandaştan vergi alırlar. Hatırlayalım ki, vergi vermek “vatandaşlık görevi”dir; “vergilendirilmiş kazanç kutsaldır.” O derece yani!
En başta sorulması gereken temel soru şudur: Niçin vergi veririz?
İlke olarak devletin bize sağladığı hizmetlerin finansmanı için. Peki, devletten beklenen başlıca hizmet ya da hizmetler nedir? Biz neyin karşılığında vergi veriyoruz?
Bu sorunun cevabı ideolojik-siyasi anlamda nerede durduğunuza, nereden baktığınıza, devletten ne beklediğinize bağlı olarak değişir. Devletçi-kumandacı, devleti kutsal bilen, her şeyi devletten bekleyen bir “kerim devlet” ya da “ejderha devlet” anlayışına göre, aslında her şeyi devlet yapmalı; devlet vatandaşın bütün ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Ama unutmayalım: size istediğiniz her şeyi verebilecek kadar büyük olan bir devlet, istediğinde her şeyinizi de alabilir.
Buna karşılık daha piyasacı bir bakış açısına sahipseniz, “sınırlı devlet” anlayışını savunuyorsanız, devletin yetki ve sorumluluklarının anayasa ve yasalarla sınırlandırılması gerektiğini ileri sürüyorsanız, devletten beklenen hizmetler de sınırlıdır. Bunlar piyasanın ya da özel sektörün kolayca üretemeyeceği şeylerdir. Kâr mantığıyla çalışan özel sektör, “bölünemezlik,” “rakipsizlik,” “dışlanamazlık” özelliklerine sahip, “bedavacılık sorunu” olan mal ve hizmetleri üretemez; bunlara “kamu malları” denir. Kamu mallarının, adı üzerinde, kamu tarafından üretilmesi beklenir. Bunların sayısı da o kadar çok değildir.
Bu çerçevede devletten beklenen asli fonksiyonlar ya da temel kamu hizmetleri üçtür: Dış güvenlik (milli savunma), iç güvenlik (asayiş, can güvenliği), adalet. Bir de sağlık, eğitim ve ulaştırma olmak üzere altyapı hizmetleri buna ilave edilebilir; ama bu ikinci gruptaki hizmetler aslında özel sektör tarafından da üretilebilen, hatta daha kaliteli olarak üretilebilen hizmetlerdir.
Devletler bu vazifelerini doğru dürüst yerine getirdikleri müddetçe, sorun yoktur. Ancak bu hizmetlerin aksadığı oranda sorunlar başlar. Bir de vergi adaleti, herkesten değil de belirli kesimlerden vergi alma, toplanan vergilerin nereye harcandığı konusunda şeffaflık ve hesap verebilirliğin olmaması halinde sorun daha da ağırlaşır. Adalete ve devlete güven sarsılır, kayıtdışı ekonomiye doğru yönelim olur, vergi kayıp ve kaçakları artar.
Hangi kurallara göre vatandaştan vergi toplanacağı meselesi, önemli bir meseledir. Bu kurallar manzumesinin adı vergi sistemidir. Çok basit bir şekilde anlatırsak, esasen iki tür vergilendirme sisteminden söz edilebilir: 1. Artan oranlı vergilendirme sistemi, 2. Düz vergi sistemi.
Hangisinin daha adil bir sistem olduğu konusu tartışmalıdır. Bazıları düz vergi sistemini, bazıları artan oranlı vergi sistemini savunur. Devletlerin çoğunda, bu arada bizim ülkemizde de, artan oranlı sistem uygulanır. Bunun en başta ileri sürülen gerekçesi ise, adalettir. Buna göre artan oranlı vergi sistemi “çok kazanandan çok, az kazanandan az” vergi alan, adaletli bir sistemdir.
“Çok kazanandan çok, az kazanandan az almak” adildir, hakkaniyete uygundur, adaletin gereğidir; buna kimsenin bir diyeceği yoktur. Ama çok kazanandan vergiyi “katmerli” almaya kalkmak, çok çalışanı, yaratıcı ve yenilikçi olanı, girişimciyi ve çok kazananı cezalandırmak demektir. Esasen artan oranlı vergi sisteminin yaptığı tam da budur: çok kazanandan katmerli vergi almak, çok kazananı cezalandırmak.
İslam dünyasının yetiştirdiği büyük dehalardan, cihangir zekâlardan biri olan İbn-i Haldun’un (1332-1406) bundan yedi asır önce söylediği, yirminci yüzyılda Amerikalı iktisatçıların yeniden keşfettiği bir gerçek vardır: yüksek vergi oranı demek, yüksek vergi geliri demek değildir.
Yüksek vergi oranı çalışma şevkini kırar, adalet duygusunu törpüler, vergi kaçırmayı teşvik eder, kayıtdışı ekonomiyi büyütür. Ağır vergiler iktisadi faaliyetleri durgunlaştırır, üretimi caydırır, gelirleri azaltır, vergi matrahını daraltır; sonuçta, beklenenin tam aksine, vergi gelirlerini de düşürür.
Uzun lafın kısası, en adil vergi sistemi, düz vergi sistemidir. Yani, herkesten aynı oranda vergi talep etmek; herkese tek bir oran uygulamak. Gelir vergisi için tek, kurumlar vergisi için tek bir oran. İkisinin aynı olması gerekmez. Belki gelir vergisi için ayrı, kurumlar vergisi için ayrı bir oran olabilir. Ama gelir düzeyine veya kâr düzeyine bakmadan, az kazanandan da, çok kazanandan da aynı oranda gelir vergisi ve kurumlar vergisi almak, popüler kültürde sanıldığının, bazı kalem erbabının ileri sürdüğünün aksine, adaletsiz değil, son derece adildir.
Merak etmeyin, düz vergi oranı zaten “az kazanandan az, çok kazanandan çok” vergi almaktadır. Örneğin gelir vergisi diyelim ki %10 olarak belirlenmişse, aylık geliri 2.000 lira olan kişi 200 lira vergi öderken, aylık geliri 10.000 lira olan bir kişi 1.000 lira vergi ödeyecektir. Yani düz vergi sisteminde maksat hâsıl olmakta, az kazanan az, çok kazanan çok vergi ödemektedir. Bununla yetinmeyip “çok kazanandan çok alalım” diye, büyük bir kandırmaca ya da çarpıtmaca ile, -daha kötüsü, bir de bunu adaletin gereği diye yutturarak- artan oranlı vergi sistemi uygulamak zengini, çok kazananı katmerli olarak vergilendirmektir. Kimse kendini, yaygın deyimiyle “enayi” yerine koydurmak, kimse göz göre göre kendini soydurmak istemez. Adalet duygusunu zedeleyen aşırı vergiyi vermemek için çeşitli yollar arar: kazandığını hiç kayıtlara geçirmeyebilir, eksik geçirebilir, masrafları kabarık gösterip kâr etmemiş gibi gösterir, vergi denetmenlerine usulsüzlük, hatta rüşvet teklif edebilir vs.
Kısaca, en adil vergi sistemi düz vergi sistemidir. Bu sistem zaten az kazanandan az, çok kazanandan çok alır.
Türk vergi sistemi, bunca reform arayışına rağmen, hâlâ çok karmaşıktır; mevzuatın dili eskidir; istisna ve muafiyetlere boğulmuştur. Bir de hükümetlerin seçim kaygısıyla sık sık vergi afları getirmesi sistemi büsbütün yozlaştırmaktadır. Sistemin sadeleştirilmesinde, istisna ve muafiyetlerin kaldırılmasında, düz vergi sistemine geçilerek gerek gelir ve gerekse kurumlar vergisinin tek bir oran üzerinden alınmasında yarar vardır.
Devlet şeffaflık ve hesap verebilirliğe dikkat ederse, topladığı vergilerin her kuruşunu nereye harcadığının hesabını vermeye hazır olursa, sadece “diş geçirebildiklerinden” değil, kazancı olan herkesten vergi alırsa, artan oranlı vergi denen katmerli vergilendirme sisteminden vazgeçip caydırıcı olmayan düzeyde ve tek bir oran üzerinden vergi toplarsa; ikide bir vergi affı çıkarıp vergisini zamanında ödeyen dürüst vatandaşları “enayi” durumuna düşürmekten vazgeçerse, vergi tahsilatı konusunda zorlanmayacak, kayıtdışı ekonomiyle daha kolay mücadele edebilecek, vergi kayıp ve kaçakları da azalacaktır.
Çok değerli bir yazı olmuş,…
Çok değerli bir yazı olmuş, teşekkürler. Artan oranlı vergi sistemi hakkındaki düşüncemi belirtmek istiyorum. Öncelikle ülkemizde artan oranlı gelir vergisinin uygulanmasının yegane temeli asgari geçim seviyesinde gelir elde eden nüfusun, toplam nüfusa oranının çok yüksek olması. TÜİK rakamlarına göre 2019 yılında 28,5 milyon çalışan var. DİSK açıklamalarına göre 28,5 milyon çalışanın 10 milyonu asgari ücrete çalışıyor. Aslında artan oranlı vergi sisteminde ki yegane mantık ise asgari geçim düzeyinde gelir elde edenden alınması gereken vergiyi, çok kazanana yansıtarak aradaki uçurumu dengelemektir. Uygulama doğru şekilde uygulanıyor mu tartışılır. Fakat artan oranlı vergi diliminin ortadan kalkması için toplumun büyük kesiminin asgari geçim düzeyinin üzerinden bir kazanç elde etmesi gerekir diye düşünüyorum.
Yeni yorum ekle