Süleyman Nazif, İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın nev’i şahsına münhasır kişiliğini anlatırken, “Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine” diyerek bu son Osmanlı bilgininin adeta sîreten ve sûreten bir karakter fotoğrafını çekmiştir. Yahya Kemâl de İbnülemin’i yakından tanıdığı için, onun, öteden beri devam eden bir zincirin son halkası olduğunu vurguladığı bir mısra daha ilâve ederek tabloyu şu şekilde tamamladığını görüyoruz:
Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine”
1930’lu ve 40’lı yıllarda Osmanlı bakiyesi aydınlar için İbnülemin neyse, 1990’lı 2000’li yıllarda Orhan Okay da bizim için odur. Daha doğrusu o idi. “Hoca” deyince akla gelebilecek üç-beş isimden biri olan Orhan Okay Hocayı üç yıl önce bugünlerde kaybettik. Hocalığın olmazsa olmaz kurallarından olan “almadan veren” nadir insanlardan biri idi. Almadan vermek elbette Allah’a mahsus! Ancak O’nun kulları arasında bu sıfatını yaratılmışlardan esirgemeyen insanlar her zaman olmuştur aramızda. Hoca da onlardan biri olup biz buna hasbîlik diyoruz. Zaman zaman yazı ve konuşmalarında yer alan “hasbî” kavramı çoğu meslekdaşları üzerinde iğreti dururken, kelimenin ifade ettiği anlam itibariyle en çok da ona yakışıyordu.
Mütevazı ve gözüpek
Orhan Okay’ın Mehmet Akif için yazdığı bir kitabın isminden ilham alarak kendisi için de “bir karakter âbidesi” diyebiliriz. Onu âbideleştiren mütevazı duruşu ve gerektiğinde doğru bildiği yolda kimseden çekinmeden kararlıca tavır koymasıdır. Bu ikinci özelliğini çoğu kimse bilmez. Bunu iki örnekle belgelemek istiyorum:
Emekliliğinin son yıllarını Sakarya Üniversitesi’nde tamamlayan Hocayı bir nebze de olsa tanıdığımı söyleyebilirim. Bu yıllarda ve daha sonraları Hocayla çocukluk yıllarının geçtiği İstanbul hayatını, eğitim ve öğretim dönemini, akademi yıllarını, Nurettin Topçu ve Celal Hoca ile ilişkilerini, çalışmalarını, düşünce ve gözlemlerini vs. konuştuk ve not aldık. Kendi çalışmaları ile de bunu destekledik. Bütün bu notların toparlanmasından kitaplık bir biyografi çalışmasına sıcak bakmadı ve “Hüseyin, ben hayattayken olmaz!” dedi. Abdülaziz Efendi’den tasavvuf terbiyesi almış, Nurettin Topçu’nun ayak izinden gitmiş bir insandan da bu beklenebilirdi zaten.
Kararlı duruşu için de şu örnek yeterli sanırım: Sakarya Üniversitesi’nde bölüm başkanı olduğu yıllarda, alınmasına rezerv koyduğu bir kişi için fakülte yönetimi ısrar ediyor ve Hoca üzerinde baskı kurmaya çalışıyordu. Bir sabah Hoca masasında otururken, fakülte sekreteri koltuğunun altında dosya ile geldi ve alınmasını istemediği o kişi için imza atmasını istedi. O yüzü her daim gülen mütebessim Hoca ayağa kalktı, düğmeleri ilikli ceketinin cebinden sarı bir zarf çıkararak sadece şunları söyledi: “Üzerime daha fazla gelirseniz, buyrun istifa mektubum!”
Hepsi bu kadar! Onun ismi etrafında oluşmuş efsaneyi bilmeyenler bu tür küçük şeylerle oyalıyordu Hoca’yı. Tabi, yaşayan en büyük edebiyat otoritesini Erzurum’dan Sakarya’ya getirerek, yeni açılmış bir üniversiteye kattığı ve katacağı şeyleri gözardı edemeyen yönetim geri adım atmak zorunda kaldı.
Hoca’nın cesaret ve gözüpekliğini göstermesi açısından bir anekdot daha: Erzurum Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde öğretim üyesi olan dostu M. Sıtkı Aras anlatıyor: 1970’li yılların başı, 12 Mart’ın ayak seslerinin bütün ülkede duyulmaya başladığı günlerdi. Erzurum’da, üniversitede faaliyet gösteren Asistanlar Derneği’nin kongresi vardı. Divan başkanlığına da Dr. Orhan Okay seçilmişti. Sağ görüşlü olup da seçime katılan bir grup, Orhan Okay karşısında yenilgiye uğramıştı. İşte o anda hiç kimsenin beklemediği bir olay oldu. Kongre salonu, hâki parkelerinin altında hançerler, kamalar ve hatta tabancalar şakırdayan birkaç talebe tarafından işgal edildi. Orhan Okay hariç, divan üyelerinin hepsi korkularından kürsüyü terk ettiler. Hepsi de canlarını kurtarmanın derdine düştüler. İşte o İstanbullu asistan, kimsenin ummadığı bir şekilde yerinden kalktı, adeta bir arslan gibi kükreyerek şöyle dedi: “Ya beni burada öldürürsünüz, böylece vazife şehidi olurum. Veya defolup gidersiniz!” Evet, kongreyi basan o birkaç çapulcu, genç asistanın o duruşu ve direnişi karşısında salonu kuzu kuzu terk etmek zorunda kaldılar. Bu çıkışı ile Orhan Okay arkadaşları arasında ve üniversite çevresinde farklı bir konuma yükselmişti.
Hocanın beslendiği kaynakları görürsek, onun karakter yapısına etki eden hasletlerin de nereden geldiğini öğrenmiş oluruz. Akranları ve meslektaşları arasında Osmanlı bakiyesi diyebileceğimiz bir silsilenin son halkasıdır Orhan Hoca. Onunla beraber anılan ve üzerinde etkisi olan isimler vardır. Kimdir onlar? Orhan Okay’ın hayatı boyunca tanıdığı kişiler arasında en çok sevdiği ve etkilendiği ilk beş insandan üçü mutlaka Abdülaziz Efendi, Celâl Hoca ve Nurettin Topçu’dur.
Abdülaziz Efendi’yi henüz ortaokul sıralarında tanıdı. Bu Nakşi şeyhi, elini saygıyla öpen küçük Orhan’a “koca molla” lakabını taktı. İsmi geçince yüzüne büyük bir ferahlık yayılan Orhan Okay bu iltifatı ömrü boyunca unutmadı. Şeyh Efendinin sohbetlerine katılan bazı isimleri hatırlar o yaşlarda: Osman Çataklı, Necmettin Erbakan, Ferruh Bozbeyli, Faruk Kadri Timurtaş, Turgut ve Korkut Özal kardeşler vs.
İmam-Hatiplerin kurucusu olan Celâl Hoca, 70 yaşından sonra bu okullara bina ararken bir elinde bastonunu tutuyor, diğer eliyle de 17 yaşındaki Orhan’a yaslanıyordu çoğu zaman. Eyüp’ten Edirnekapı’ya kadar yıkık medreseleri, metruk binaları tek tek birlikte dolaştılar. Felsefeci, gramerci, tarihçi olarak ondan çok şey öğrendi ve etkilendi. Arapça dersler aldı. Celâl Hoca’nın siyah-beyaz bir fotoğrafını sevgilisi gibi ölene kadar cüzdanında taşıdı.
Ve Nurettin Topçu. Hareket dergisinde fahri musahhih olarak çalışmaya başladıktan sonra Topçu’yu bir daha bırakmadı. Yıllardır Erzurum’da görev yapmasına rağmen İstanbul’a biraz da onun için gelirdi. Kartvizitinde “Felsefe muallimi” yazan Topçu onun için ideal bir öğretmendir. Ve hocalığı boyunca da onun gibi olmaya çalıştı. Mehmet Akif sevgisini ondan aldı. Ona göre Topçu ilimlerin ve güzel sanatların hemen hepsine ilgi duymuş, insanlığın, insanın ve milletimizin hiçbir meselesine kayıtsız kalmamış filozof ve sanatkâr ruhlu bir insandır.
Bu isimlere ilâveten Rahmi Eray, Tahirül Mevlevi gibi isimleri de sayabiliriz. Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Kaplan önde gelen hocalarıdır. Aynı alanda çalışmışlardır. Her üçü de klasikle yeniyi kaynaştırmaya çalışan, eskiyi ve yeniyi çok iyi bilen sanatkâr yaradılışlı hocalardır. Hepsinden birşeyler almış, Orhan Okay olarak tecessüm etmiştir. Tasavvufi derinliği Abdülaziz Efendi’den, öğrenme ve bilgi iştiyakını Celal Hoca’dan, öğretmenliğin faziletini de Nurettin Topçu’dan almıştır.
Nostaljik bir gezinti
1998 yılı eylül ayının bir cumartesi günü, yazdan kalma ılık bir öğle sonrasında Mustafa Kutlu, İsmail Kara ve Orhan Okay Hoca ile Cağaloğlu’ndan bir taksiye bindikten sonra Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii’nde inmiş, Fevzi Paşa Caddesi’ne çıkan ve Vefa Stadı’nın bitişiğinden Balat’a ayrılan cadde boyunca Hocanın doğduğu ve çocukluğunun geçtiği semti birkaç saatliğine şöyle bir aheste aheste dolaşmıştık.
Orhan Hoca o yıllarda günlük bir gazetede çıkan şehir yazılarını 2002 yılında tamamlayarak Bir Başka İstanbul adı altında toplamıştı. Kitaba giriş yaptığı ilk yazıda, 1930’lu 40’lı yıllarda çocukluğunun ve ilk gençlik yıllarının geçtiği yerlerde eski mezar taşlarını, servileri, susuz çeşmeleri, kapısız ahşap evleri ve pervazları aramaya koyulur. Bulamayınca da sükut-ı hayâle uğrar. Hayâl kırıklığını şöyle ifade ettiğini görüyoruz: “Hafızanız ‘şu apartman yanında fırın mı vardı, kahve mi’ diyecek kadar mekâna âşina değilse iyice şaşkına dönersiniz. Hatırlayabildiklerimiz bile acı bir lezzeti tattırmaya kâfidir. Bunun adı dâüssıladır. Şimdi nostalji diyorlar.”
Hocanın bizzat yaşadığı hayatından izler taşıyan bu yazılara, aslında çocukluk ve ilk gençlik yıllarının izdüşümü fotoğraf kareleri gözüyle de bakılabilir. Köşeleri baka baka yıpranmış siyah-beyaz, sarıya çalan yüzlerce fotoğraf karesi.. Mümkünü olsa geriye dönülmek istenen, ancak bir maytap gibi şöyle bir görünüp kaybolan anlık rüya parçaları da diyebilirsiniz.
Evet, yeni kuşağın nostalji dediği şeyi, gezdiğimiz mekânların canlı bir tanığı ile o gün biz yaşadık. Bildiği belli başlı yerler de olmasa Hocanın çocukluğunun ve gençlik yıllarının geçtiği sokak ve caddeler bizzat kendisinin fark edemeyeceği kadar değişmişti. Kuzu otlatılan kırlık tepeleri.. Bizans zamanından kalma ot bitmiş istinad duvarlarını.. girdili çıktılı mağaraları.. gayrimüslim cemaatlerin bir mozaik oluşturduğu semtte kutlanılan cümbüşlü, eğlenceli bayramları.. Bizans kalıntıları olan surun etrafındaki marul ve bakla bahçelerini.. Nefis, pembe kokulu çilek tarlalarını.. Çarşamba karakolunun hemen yanı başında amcasının polislerden uğrun uğrun yeğenine Kur’an okuttuğu helvacı dükkânını.. şimdi futbol sahası olan Vefa sarnıcını.. hemen ötede Eyüp’e doğru başlayan parmak, pembe çavuş ve rezaki üzümlerinin yetiştiği üzüm bağlarını vs. vs. bulamayacağımızı bile bile nafile yere arayıp durmuştuk. Hepsi de, normal bir insanın yaşadığı ömrün üçte ikisi kadar bir zaman diliminde, yarım asır içinde yok olup gitmişti. Yanımızda o bağların üzümlerinden yemiş, dut ağaçlarına tırmanmış, harçları sökülen taş duvarlarından atlamış canlı tanığı da olmasa anlatılanlara sanki üç yüz sene öncesinden bahsediliyormuş gözüyle bakıp, inanmakta güçlük çekerdik. Asrın tanığı oradaydı.
Yetmiş yıllık bir ömrün gölgesinin düştüğü sözkonusu semti gezerken, ömür denen şeyin insanın hayatta olduğu sürece bir gölgeden ibaret olduğunu anlıyorsunuz. Bir de şunu anlıyorsunuz: Hayat bitince günle beraber gölgenin de kendiliğinden kaybolduğunu. Ayrıca şunu da: Bırakılan iz’le beraber gölgenin güneş batsa da oraya aksettiğini, bir anlam taşıdığını. Yoksa dünya kurulalıdan beri nice kadim şehrin nice sokaklarına, nice insanların bugün esâmesi bile okunmayan nice gölgesi düşmüştür.
Salmatomruk Caddesi
Fatih’ten Edirnekapı’ya doğru giden ve Suriçi’nin en uzun caddelerinden biri olan Fevzipaşa Caddesi, İstanbul’un yedi tepesinden birine tırmanır. Sağ tarafta eski bir Bizans sarnıcı olan Vefa Stadyumu vardır. Bu stadyumun bittiği yerden bir yokuş Haliç istikametine dik bir şekilde iner. Bu yolun adı Salmatomruk Caddesi’dir. Bir süre gittikten sonra adı Sultançeşmesi Caddesi olarak devam eder. Bizansın artıklarıyla, Osmanlının ilâveleri arasında bir mekân olma özelliğini son zamanlara kadar taşıyabilen bu cadde, sonra Kürkçüçeşmesi adını alarak Balat ve Vodina Caddesi adıyla da Fener’e, dolayısıyla Haliç’e uzanır.
Salih Bey ve Naciye Hanım’ın oğlu olan Orhan, işte bu cadde üzerinde 58 numaralı, zamanına biraz da semtine göre epey göz alıcı üç katlı bir evde dünyaya geldi. Baba Salih Bey titiz, ilgili ve mütecessis bir adamdır. Oğlunun doğumu üzerine, o güne ait takvim yaprağına kendi el yazısıyla bir not düşer. Bu takvim Osmanlı mozayiğinin bir kalıntısı olarak o yıllardaki usule göre, bir tarafında 25 İkinci Kânun 1331, bir tarafında 6 Ramazan 1350, bir tarafında 25 Janvier, bir tarafında da Rumca olarak yine aynı günü gösteren ifade olmak üzere dört dilde verilmiş, dört kültürde belirtilmiştir. Doğum günü 26 Ocak olup, saat üç sularıdır. Hatta Salih Bey oğlunun doğumunu dakika olarak da kaydederek (3.45) bu sevincini tescil etme gereği bile duymuştur.
Hocanın anlattığına göre bu ev 1990’ların başına kadar duruyordu. Şimdi İstanbul’da her evin başına gelen şey onu da alıp götürdü, yerine beton yığını şekilsiz kocaman bir apartman dikildi. Semtteki evler genellikle bugün olduğu gibi yapışık nizâmdı. Bununla beraber bahçeli evler de çoktu. Orhan Okay’a göre, asıl eski Bizans ve Osmanlının şehir olarak iskân ettiği Suriçi İstanbul da dışarısı kadar tabiat içinde yaşamakta idi. En kalabalık ve sıkışık bölgeler Beyoğlu, Eminönü, Bayezid, Haliç kıyılarında bile hemen hemen her evin, evden daha büyük bahçesi olduğu gibi, evler arasında ekili bahçeler, bostanlar da çoktu. Okayların evi, hemen karşısında gündüzleri çocukların oynadığı, kuzu otlattığı kırlık tepelerden birinde idi.
Orhan Okay’ın evinin tam karşısına düşen hazineye ait boş bir arazinin yanında Molla Aşkî Camii vardır. Bu caminin bahçesindeki bankta bir teşehhüd miktarı oturduk. Camiye doğru yükselen ve Bizans istinad duvarlarıyla destekli, cümbüşlü, girdili çıktılı, oyuklu, mağaralı tepelerin yerinde yeller esiyordu. O anda bize hayâl gibi gelen, Suriçi’nde yürüyebileceğiniz, koşup oynayabileceğiniz mağaralar.. Renk renk kelebekler, çekirgeler, duvar diplerinde dolaşarak eksik olmayan kertenkeleler.. vardı. Rivayete göre aynı zincirin uzantısı olarak surun hemen dışında Eğrikapı civarında da varmış benzer mağaralar..
Dedeleri Kafkaslardan gelmesine rağmen doğma büyüme İstanbullu olan, Beşir Ayvazoğlu’nun Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sından mülhem deyişiyle “İstanbullu Hoca”nın söylediklerinde biraz da, her yıl yazları birkaç ay uğranılan payitahttan 35 yıl uzak kalmanın büyüttüğü bir özlemin yumaklandığını görüyorsunuz. Bu kadar yıl aradan sonra Hoca İstanbul’a temelli döndüğünde kendisini Afrika’da anlatılan bir masal kahramanı Unkama’ya benzetir. Canavarların peşine takılıp giden ve kendisini tanımadığı bir kasabada bulan, sonunda memleketine tekrar dönen, ancak döndüğünde doğup büyüdüğü yerleri tanımakta güçlük çeken bir masal kahramanı Unkama’ya. Hocanın sözkonusu kitabında “Sanki her rejim değişikliği bu nadide şehri yok etmek için planlanmış gibi, 1908’den, 1923’den, 1950’den, 1960’dan sonra kademe kademe İstanbul’a kıyıldı” tespiti önemli. Geçmiş(imiz)in öcü tarih ve kültürümüzün bir yansıması olan sabah akşam geçtiğimiz yerlerden alındı. Bu yönüyle düşünüldüğünde tarihî kalıntıların yaşadığını taşrada mesela Balkanlarda daha çok görebiliriz.
Dışarıdan İstanbul’a gelmekten daha zordur kuşkusuz doğma büyüme bir İstanbullu’nun yaşadığı şehri muvakkaten de olsa terk etmesi. Kabul etmek gerekir ki ‘Bezm-i cân’da onun kaderine Anadolu’nun doğu köşesi düşmüştür. Kim bilir belki de doğup büyüdüğü şehri ‘içeriden bir kişinin’ bize böylesine etkili tanıtması ve öylesine güzel anlatması için. Kaderin şairi belki de Hoca’ya:
Merkezle âşinâ ol etme muhîte rağbet
Müstağrak-ı hakîkat meyl-i kenarı neyler
dememişti anlaşılan. Bu alın yazısının çizilmesinde mütevekkil hocamızın elinden gelen bir şey yoktu tabii ki. Anlaşılan ‘hikmetinden sual olunmayan’ ve helezonik kıvrımlar halinde dalga dalga açılan kader herbirerlerimizi kendi yörüngesinde savurmaya devam ediyordu.
NOT: 1998’den 20 yıl sonra bir vesilesiyle, merhum Hocamızın ruhaniyeti yanımda olduğu halde yine bir cumartesi günü o yerleri bir daha dolaştım. Hava serin ve yerler ıslaktı. Bir önceki gezimiz, Mustafa Kutlu’nun “Hoca’yı daha fazla yormayalım” gerekçesiyle yarım kalmıştı. Tabii, yürümeye idmanlı Hoca’dan çok kendisinin yorulduğunu o gün Mustafa Abiye söyleyememiştim. Dolayısıyla Orhan Hoca’nın dayısının müezzinlik yaptığı Yusuf Şücâeddin Camii’ne, dedesinin imamette bulunduğu Ferruh Kethüda’ya, yine bir yakınının imam olduğu camide yanarak can verdiği Kedili Camiye de gidememiştik. Yeşil Direk Sokak’tan başlayarak Borazan Tevfik, Ali Paşa Mektebi, Kalfa Efendi, Aynalı Dükkân, Sebze Bostanı Sokaklarını adımlarken Hoca ile beraberdim. Hasan Hüseyin Yokuşu’nu ve hâlâ kaldırımlarını muhafaza eden bir takım çıkmaz sokakları adı gibi bilirdi. Tebessümü eksik etmediği bakışları üzerimde olduğu halde dolaştım. Hoca Kasım Günânî, Ferruh Kethüda, Molla Aşkî, Hacı İsa Camileri de olmasa, semtin yıllar öncesinin soluğunu bugüne taşıyan ayakta kalmış bir mekân yoktu.
Yeni yorum ekle