Hafıza, insan hayatındaki en mühim unsurlardan biri.
Belli bir açıdan bakıldığında hepimiz aslında hatırladıklarımızdan ibaretiz.
Birçok filmde işlenen konudur: Hafızasını yitiren insanlar tamamen başka birine dönüşür, hayata adeta sıfırdan başlamak zorunda kalırlar.
Bizi biz yapan hatıralarımızdır. Karakterimiz, tepkilerimiz, tutumlarımız çoğu kez hatırladıklarımıza göre teşekkül eder. O yüzden “hatırlamak” ve “hatırlanmak” hayatımızın en vazgeçilmez, en kritik meselelerindendir.
2017 yapımı “Coco” isimli animasyon filmi, işte bu “hatırlama” ve “hatırlanma” teması üzerine kurulmuş büyüleyici bir yapım. Yapımcısı, meşhur Pixar Animasyon Stüdyoları, dağıtımcısı ise Walt Disney. Filmi yazıp yönetenler Pixar şirketinde uzun yıllar boyu çalışarak işin içinde pişen iki isim Lee Unkrich ve Adrian Molina.
Bizde her animasyon filmi çocuklar için yapılırmış ve çocuk psikolojisine uygun olarak, pedagojik unsurlar gözetilerek çekilirmiş gibi yaygın bir kanaat olsa da bu doğru değil. Bu yazıda elde aldığımız “Coco”, küçük çocuklara seyrettirilmesi uygun olmayan filmlere bir örnek. Filmde yoğun olarak işlenen “hayatın sonu”, “ölüm”, “öbür dünya” gibi ögeler çocukların zihin dünyasını alt üst edebilir.
Öte yandan Coco, yetişkinlerin asla kaçırmaması gereken, oldukça “derin” bir film.
Filmin hikayesi Meksika kültürünün değişik unsurları üzerine kurgulanmış. İlk başladığı andan itibaren geleneksel Meksika müziği “mariachi”ler ya da tek bir Meksika gitarı ile çalınan “ranchera” şarkıları işitmeye başladığımız filmin ana temalarından biri müzik. Kocaman şapkaları ile kısa boylu, koca göbekli ve bıyıklı Meksikalı erkekler, rengârenk elbiseleri ve yüzlerinin sert çizgileri ile Meksikalı kadınlar, “cartonería” denilen geleneksel Meksika el sanatı ürünleri, içi şeker, sakız veya oyuncaklarla doldurulan, Meksika kültürüne ait bir kukla oyuncak olan “Piñata”lar, parlak renklerde, yarısı bir hayvan, diğer yarısı başka bir hayvan olacak şekilde üretilen fantastik yaratık heykelleri olan “alebrije”ler, Meksikalıların dünyaca ünlü ressamı Frida Kahlo ve birleşik kaşları ile ilgili espriler adeta bir resmigeçit töreni yapıyor.
Kendimizi film boyunca coşkulu bir Meksika festivali içinde hissediyoruz.
Filmin merkezindeki mesajlardan biri “ailenin” önemi ve neden “her şeyden” önce gelmesi gerektiği.
Filmin ana kahramanı Miguel Rivera adlı on iki yaşındaki bir çocuk. Ailesi ayakkabıcılık yapan Miguel müziğe büyük bir ilgi duyuyor. Ancak dört nesil önce ailesini terk ederek duygusal bir yıkım yaratan müzisyen büyük büyükbabadan sonra tek başına ailesini ayakta tutan otoriter büyük büyükanne (Mama Imalda) kocasının “ihanetine” duyduğu öfkeyle ailede müziği tamamen yasaklamış.
Ailesinde nesillerdir süren müzik yasağına rağmen Miguel müziğe büyük bir ilgi ve sevgi gösteriyor. Gizlice kendi yaptığı hurda bir gitarı çalmayı öğrenmeye çalışıyor. Büyük hayranlık duyduğu, “bütün zamanların en iyi bestecisi”, efsanevi şarkıcı Ernesto de la Cruz’un eski filmlerini seyredip, meşhur parçalarını çalıyor, onu kendisine bir rol modeli olarak benimsiyor.
Miguel müziği o denli seviyor ki bunun için sevimli ailesine karşı çıkmaya bile hazır. Sürekli önüne sürülen ölmüş aile büyüklerinin yolundan gitme zorlamasına şöyle cevap veriyor: “Bu âdil değil, siz kendi hayatınızı yaşamışsınız, bu benim hayatım!”
Miguel’in “yaşayanları yöneten ölülere” yönelik bu isyanı Cemil Meriç’in Bu Ülke kitabında geçen şu satırları çağrıştırıyor:
Ölüm bir mazeret değildir. Voltaire: “yaşayanlara saygı borçluyuz az çok”, diyor… “ölenlere tek borcumuz kalmıştır: hakikat.” İslamiyet: “ölüleri hayırla yad ediniz” buyurmaktadır, ölülerinizi yani sizden olanları. Yaşayanları yöneten ölülerdir. Demek ki, öldürülmesi gereken ölüler var.
Filmin hikayesi bu noktada sarsıcı metafizik unsurlarla derinleşiveriyor.
Meksikalıların her yılın 5 Nisan’ında kutladıkları “ölüler günü” (İspanyolca Día de Muertos veya Día de los Muertos) diye anılan bir resmî tatil günleri var. Aztek atalarından tevarüs ettikleri söylenen dini ve milli bir bayram bu. Aslında zaman içinde “cadılar bayramına” dönüşmüş olan “azizler günü” ile kadim Aztek paganizminin meczedildiği garip bir kutlama! Konusu ölüleri anmak olsa da bu gün, hüzün ve kederin değil neşeli eğlencelerin günü olarak yaşanıyor. Ölenleri simgeleyen iskelet kıyafetleri giyiliyor, şekerden kuru kafa şeklinde bibloların, ölenlerin sevdiği kokuların, yiyeceklerin, süslemelerin bulunduğu “offrendo” ismi verilen sunaklar yapılıyor.
Filmde altı kalın çizgilerle çizilen Meksika halk inanışına göre, hayata veda eden bir insanın “gerçek ölümü”, tamamen unutulduğunda gerçekleşiyor. Ölüler gününün amacı, ölenlerin unutulmamasını sağlamak.
Bu durumda, ölüp henüz unutulmayanlarla, tamamen unutulup gerçekten ölenlerin öteki dünyada bir arada olmaları mümkün değil. O yüzde yapımcılar, ölenlerin tamamen unutulana kadar farklı bir boyutta yaşamaya devam ettikleri ve “ölüler gününde” içinden çıkıp gerçek dünyaya ziyaretler gerçekleştirdikleri “ölüler şehri” diye bir ara istasyon tasavvur etmişler.
Fakat ölülerin, “ölüler şehrinden” çıkıp ailelerini, sevenlerini ziyaret edebilmeleri için hala hatırlandıklarına dair bir delili sunmaları gerekiyor. Bu delil de “ölüler gününde” hazırlanan sunaklara (offrendo) yerleştirilen fotoğrafları.
Ölüler şehrinden yaşayanların dünyasına geçişin “bürokrasisi”, geçişi denetleyen ölü memurlar, ölüler dünyasında düzeni sağlayan ölü polisler ve kullandıkları eskimiş teknolojiler oldukça gülünç şekilde düşünülüp resmedilmiş.
Filmi oldukça ilginç bir boyuta taşıyan buluş bu noktada gerçekleşiyor. Ninesinin bir daha müzikle uğraşmasın diye kırdığı gitarının yerine bir başkasını arayan Miguel çaresizlikten, hayranı olduğu sanatçı Ernesto De La Cruz’un anıt mezarında sergilenen gitarı çalmaya kalkınca kendini “unutulmadıkları için halen yaşayan ölülerin” boyutunda buluyor.
Bundan sonra yaşadıkları Miguel’e insanların gayet iyi bildiklerini, gayet doğru hatırladıklarını zannederek anlattıkları hikayelerin nasıl baştan aşağı yanlışlarla dolu olabileceğini öğretiyor.
Hakikatin, bütün bir toplumun bildiğinin tam tersi olabileceğini…
Kahraman bilinenlerin gerçekte hain, hain bilinenlerin gerçekte büyük kahramanlar olabileceğini…
“Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” demişler. Yani insan hafızası unutmayla sakatlanmıştır.
Bu özrü bilen ve istismar eden kimseler de az değildir.
George Orwell, meşhur romanı 1984’te şöyle söyler:
“Geçmişe hâkim olan, geleceğe hâkim olur; şu ana hâkim olan geçmişe hâkim olur.”
Bunun anlamı şudur: bugünün iktidar sahipleri geçmişi çıkar ve anlayışları doğrultusunda eğer büker, bugünün insanlarına geçmişte yaşanmış hadiselere ve tarihi kişiliklere dair hayli çarpıtılmış bilgiler sunarlar. Böylece geçmişi kontrol etmiş, geçmişe hâkim olmuş olurlar. Yazının başında insanı kendisi yapan en önemli unsurun hatıraları olduğunu söylemiştik. Toplumsal “hafızayı” bir şekilde manipüle eden günün güç sahipleri böylece “geçmişi” kontrol edince toplumsal karakteri ve dolayısıyla “geleceği” kontrol etmiş olurlar.
Filmde, toplumsal hafızaya “bütün zamanların en büyük müzisyeni” şeklinde yerleştirilmiş bir “halk kahramanın” nasıl aslında bir katil ve hırsız olabileceğini görüyoruz. İhanetle suçlanarak unutulmaya terk edilmiş başka birininse nasıl aslında masum olabileceğini…
Coco 2017’de “en iyi animasyon” ve “en iyi orijinal şarkı” Oskar ödüllerine layık görülmüş. Filme en iyi şarkı ödülünü kazandıran “Remember Me” (Beni hatırla) şarkısı, ölen bir kişinin ağzından sevdiğine yazılmış. Şarkının sözlerini Türkçe’ye şöyle çevirebiliriz:
Beni hatırla
Elveda demem gerekse de
Beni hatırla
Seni ağlatmasına izin verme
Ebediyen uzakta olsam bile
Kalbimde tutarım seni
Gizli bir şarkı söylerim sana
Ayrı kaldığımız her gece
Beni hatırla
Uzaklara seyahat etmem gerekse de
Beni hatırla
Her hüzünlü bir gitar duyduğunda
Seninle olduğumu bil
Var olabilmemin tek yolu bu
Sen tekrar kollarımda olana kadar
Beni hatırla
Filme ismini veren “Coco”, Miguel’in alzheimer hastası olduğu için hafızasındaki her şey yavaş yavaş silinen ninesi. Ninesinin artık her şeyi ve herkesi tamamen unuttuğu bir anda bu şarkıyı işiterek “hatırlaması” motifi bize Cengiz Aytmatov’un “Gün olur Asra Bedel” romanındaki Nayman ananın bir duvar gibi hissizleşen, hiçbir şey hatırlamayan mankurt oğluna sadece ninni söyleyerek ulaşabilmesini hatırlatıyor.
Fotoğraftan “oyularak” hayatlardan çıkarılan, unutulmaya terk edilen kişi motifi ise Sezen Aksu’nun muhteşem bestesine güfte yaptığı Metin Altıok şiirini çağrıştırıyor:
Kavaklar
Bedenim üşür, yüreğim sızlar.
Ah kavaklar, kavaklar...Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular.Orda kaldı yanağımın yarısı,
Kendini boşlukla tamamlar.Omzumda bir kesik el,
Ki durmadan kanar.Ah kavaklar, kavaklar...
Acı düştü peşime, ardımdan ıslık çalar.
Hayat fani. Herkes öleceğini biliyor ve geriye bir iz bırakmak, hatırlanmak istiyor.
Coco bu temel -ve can yakıcı- insan arzusunu çok iyi yakalamış bir film.
Hayatta ortaya yeni fikirler koymak, şarkılar bestelemek, şiirler yazmak, icatlar-keşifler yapmak, başkalarına yardım için vakıflar kurmak gibi yabancı, tanımadığı insanları hayatlarına dokunacak bir şey yapma fırsatı bulamayan çoğu insan için hatırlanmanın yegâne yolu, dürüst, şerefli bir hayat yaşayıp, ailesine, çocuklarına, tanıdıklarına hayırla, hasretle yad edilen güzel hatıralar bırakmak.
Coco, bize hatırlanmaya değer işler yapanların kesinlikle hatırlanacağını, hayırla yâd edileceğini anlatıyor. Bir de günlük çıkarları için hatırlanmasını istemeyecekleri şeyler yapanların ayıplarını, günahlarını ilelebet saklayamayacaklarını…
Bu çok güzel filmi seyretmeyi herkese tavsiye ediyorum. Filmi seyretmiş olanlar da bu yazıyı okuduktan sonra bir kez daha seyrederlerse sanırım daha çok beğenecekler.
Ellerinize emeğinize sağlık,…
Ellerinize emeğinize sağlık, çok güzel bir yorum olmuş. Filmi izlemeyenlere de tavsiye ederim..
Daha güzel yorumlanır mı…
Daha güzel yorumlanır mı bilmiyorum fakat üst düzey bir performans 🤌
Yeni yorum ekle