Devleti Putlaştıranların Putu Enkaz Altında Kaldı

14 Şubat 2023

Başlıktaki ifade, depremin üçüncü gününden beri kafamın içinde dönüp duruyordu.

Yazıp yazmamakta tereddüt ettim, çünkü bunu yazmak arı kovanına çomak sokmak gibi olacaktı ama tutamadım içimde.

Tahmin ettiğim üzere öfkeli bir tepki ile karşılaştım.

“Kim devleti putlaştırıyormuş devleti! Nereden çıkarıyorsun böyle şeyleri!” diye kızdılar insanlar.

“Böyle zamanda edilecek laf mı bu, devletin şevkini kırma!” diye serzenişte bulundu bazıları.

“Devlete laf söyleme çarpılırsın” anlamına gelecek ikazlar yazanlar oldu.

“Devletin ehemmiyetini devletsiz kalmanın ne demek olduğunu bilenler anlar” diyenler oldu.

Devletperestliğine dini kılıflar bulanlar, hazreti peygamberin hayatından örnekler getirenler oldu.

“Devlet düşmanlarını affetmez, bunu unutma” diye gözdağı verenler oldu.

“Devletin her şeye yetişemeyeceğini görmüyor musun, asıl bunu yapabileceğini söylemek putperestliktir” diyenler oldu.

Ve daha bir sürü şey…

Peki ben bu ifadeyi niye yazdım?

Niyetim, Feuerbach ve Hegel’in yabancılaştırma (entfremdung), genç Marx’ın, Horkheimer, Marcuse, Adorno ve Erich Fromm gibi düşünürlerin “yabancılaşma” (alienation), György Lukács’ın “şeyleştirme” (reification) ve fetişleştirme dediği sürece dikkat çekmekti.

Tevrat’ta ve Kuran-ı Kerim’de anlatılan sembolik kıssalar üzerinden öğrendiğimiz o büyük -ve sinsi- günaha kolayca düşüveren insanoğlunun kadim maluliyetini hatırlatmaktı.

Erich Fromm, “Marx’s Concept of Man” kitabının “Yabancılaşma” başlıklı bölümünde konuyu şöyle anlatır:

Batı’da yabancılaşma kavramı ilk kez Eski Ahit’te puta tapma ile ilgili olarak ortaya çıkar. Peygamberlerin anladıkları anlamda puta tapma, tek Tanrı yerine birçok Tanrıya tapma olgusu değil, putların insan tarafından yaratılmış olması ve insanın, kendi yarattığı nesneleri kutsal sayması olgusudur. İnsanoğlu kendi yaşamı ile ilgili özel nitelikleri nesnelere aktarmakta (yansıtmakta) ve kendisini gerçekleştirerek aşma yerine kendi varlığı ile ancak puta tapma yoluyla ilişki kurabilmektedir. İnsan böylece kendi gücüne ve kendisinde var olan potansiyelin zenginliğine yabancı kalmakta ve kendi varlığının özelliklerine, ancak putların yaşamına boyun eğerek dolaylı yoldan ulaşabilmektedir.

Image

Bağnaz insanın psikolojik yapısı da gerçekte bundan pek farklı değildir. İçinde bulunduğu depresyon ve ruhsal atalet durumunu denkleştirmek için kendisine devleti, bir siyasal parti veya doktrini, bir din veya Tanrıyı seçer. Bu onun için artık hiçbir tartışma kabul etmez tek «mutlak» olmuştur. Böylece yaşamı bir anlam kazanmış ve seçtiği puta körü körüne bağlanmakta kendisini tahrik etmekte ve coşturmaktadır. Ancak bu coşkunluk, yaratıcı bir sevincin doğurabileceğinden çok farklıdır. Bu coşkunluğun yoğun olması, sıcak ve içten bir coşkunluk olduğu kanısını uyandırmamalıdır; aksine donuk ve cansız bir duyarlığın üzerine inşa edilmiş “yakıcı bir buzdan” farksızdır.

Eski Ahit putların boşluğunu ve geçersizliğini şu sözlerle belirtir: “Görmek için gözleri var ama görmezler; duymak için kulakları var ama duymazlar”. İnsan kendi yaratıcı gücünü putların varlığına aktardığı ölçüde zavallılaşır ve onlara giderek daha da bağımlı olur; putlar insana, başlangıçtaki varlığının ancak ufak bir bölümünü özgünleştirmesine ve gerçekleştirmesine izin verirler. Zaman içerisinde bir Tanrı, Devlet, din, bir kişi veya herhangi bir eşya biçimine bürünebilen putları, yalnızca sözüm ona dinsel bir anlamı olan biçimler içerisinde bulmayız. Puta tapma, insanoğlunun yaratıcı gücüyle kendini verdiği ve sonra da kayıtsız şartsız boyun eğdiği herhangi bir şeye ibadettir.”

Lukács, “reification” derken, insana ait özelliklerin, ilişkilerin ve eylemlerin, zamanla insandan bağımsız hale gelerek onun hayatına yön vermeye başlamasını, aynı zamanda insanoğlunun insani şekilde değil de nesneler-dünyasının yasalarına göre davranan, “şeye” benzer varlıklara dönüşmesini kasteder.

Daha yalın, daha basit bir dille anlatalım.

Devlet” bizim kendi elimizle yaptığımız bir organizasyon.

Organize olabilmek için, verimli üretim yapabilmek için, tehlikelerden daha iyi korunabilmek için, adaleti temin edebilmek için kendi elimizle kurduğumuz bir yapı, bir araç.

Kürek gibi, çekiç gibi, vinç gibi, tank gibi…

Fakat bazıları zaman içinde o basit “araca” başka değerler, kutsallıklar atfetmeye başlıyor.

Elimizle yaptığımız o araç bu tür insanların gözünde canlanıyor, bir ejderhaya, bir tanrıya dönüşüyor.

O araçtan artık bir “şey” gibi değil, irade sahibi, saygıdeğer, hürmet gösterilmesi gereken yüce bir varlık gibi bahsetmeye başlıyorlar.

Ve kendileri de irade sahibi öznelerden, aktörlerden ziyade, kendi yarattıkları putun elinde oyuncak olmuş edilgen nesnelere (şeylere) dönüşüyorlar.

Devlet” kelimesini telaffuz ederken gözlerini belertiyorlar!

Sanki tanrının adını anar gibi toparlanarak anıyorlar “devletin” adını.

“Devlet hep on dokuz yaşındadır” diyorlar.

“Hiç ölmeyecek hep var olacaktır, o devlet-i ebed müddettir diyorlar.

Sevmediklerine, kendilerine rakip gördüklerine “Devlet düşmanı” diyorlar.

Devlete kendileri gibi bakmayana “hain” diyorlar.

Devlet-i aliyye” başkadır diyorlar.

“Devlet unutmaz” diyorlar.

“Devlet hesap sorar, devlete hesap sorulmaz” diyorlar.

“Devlet bazen rutinin dışına çıkar” diyorlar.

“Devleti zayıf görmek ve göstermek ihanettir” diyorlar.

“Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” diyorlar.

“Devlet bazen ‘kerim’ bazen ‘kahhar’ olur” diyorlar.

“Devlet bazen ‘ana’ bazen ‘baba’ olur” diyorlar.

Devletin her şeyi bildiğine, her şeyden haberinin olduğuna, devletten habersiz yaprak kımıldamayacağına inanıyorlar.

Devletin hiçbir konuda hata yapmayacağına, kendilerine yanlış gibi görünen şeylerin bile devlet katında -şu an için kavrayamayacakları- bir hikmeti olduğuna inanıyorlar.

Devletlerinin dünyanın her yanında, başka memleketlerde büyük operasyonlar yaptığına, Ortadoğu’da oyun kurduğuna, Afrika’da mahiyetini kimsenin tam bilmediği savaşlar verdiğine, Amerika’ya Avrupa’ya kafa tuttuğuna, “ehl-i küfürle mücadele” konusunda ilahi bir misyon yürüttüğüne inanıyorlar.

Türk cihan hakimiyeti, Türk yüzyılı gibi anlamsız, bomboş sloganlarla hayallere, rüyalara dalıyorlar.

Devlete hizmet etmekle övünüyorlar! Devlete hizmet edenleri azizlik makamlarına yükseltiyorlar.

Kendi ellerinin mamulü olan devleti işte böyle putlaştırıyorlar, tanrı yerine koyuyorlar.

O yüzden “devlet yok” feryadı kulaklarına “tanrının inkârı” gibi, küfür gibi geliyor!

“Hayır! Hayır! Devletimiz var ve bütün ihtişamıyla sahada! Bu küfür sözlerini telaffuz edenler hainlerdir, düşmanlardır” demek için birbirleri ile yarışıyorlar.

Yıllar evvel Reha Muhtar’ın yönettiği tartışma programına katılan bir konuk, Reha Muhtar’ın canlı yayında kahve kupasından alkol aldığını söylemişti. Reha Muhtar güya bu iddiayı boşa çıkarmak için, o programdan bir hafta sonra haber bülteni esnasında, canlı yayında alkolmetreye üfleyerek sarhoş olmadığını ispat etmeye kalmıştı.

Şimdi hadisenin üzerinden bir haftadan fazla zaman geçip on binlerce insan donarak, açlıktan ya da susuzluktan öldükten sonra sahaya gelebilen iş makinalarını göstererek “devlet yok diyenler yalan söylüyorlar, işte bakın devletimiz burada, her enkazın başında birkaç iş makinası var, görün yalancıları” diyen devletperestler, Reha Muhtar’ın düştüğü komik duruma düştüklerini fark edemiyorlar.

İşte devleti putlaştıranlar diye tavsif ettiğim kimseler bunlar.

Enkaz altında kalan put da bunların kafalarındaki mutasavver ilahları.

Şanlı devlet”, “büyük devlet” masalının pulları depremle döküldü.

Görüldü ki devletin ne doğru dürüst hazırlığı varmış, ne bilgisi, ne koordinasyon kabiliyeti.

Görüldü ki bugünler için vergilerimizle yapılan hazırlıklar son derece yetersizmiş.

Görüldü ki böyle zamanlarda varlık göstermeleri için senelerce maaş verilen kamu görevlilerinin pek çoğu kifayetsiz, liyakatsizmiş.

Peki bu ölçekte bir felakete tamamıyla hazır olmak, bunu hasarsız atlatmak mümkün müydü?

Değildi elbette!

Ne kadar iyi hazırlanırsanız hazırlanın büyük kayıplar olacaktı.

Ama devlet aygıtı doğru kullanılabilse, koordinasyon sağlanabilse, vazifeliler yapmaları gerekenleri hakkıyla yerine getirebilse, yapılanlar ve yapılamayanlar şeffaf şekilde ortaya konulabilse, herkes onların haklarını teslim edecek, onları alkışlayacak, evet yapılabilecek olan yapıldı diyecekti.

Bunlar yapılamamışken canhıraş şekilde girişilen başarısızlıkları örtbas etme, imaj parlatma, makyaj tazeleme, hakikati çarpıtma, fiyakası bozulan hayali devlet putunun itibarını cazgırlıkla toparlama çabasına girişildi.

Kanaatimce bu artık işe yaramayacaktır.

En azından felaketi yaşayanlar bizzat görüp anladılar ki devlet tanrı değildir.

Devlet son derece verimsiz -ama bir noktada mecburi- bir örgütlenmedir.

Devlet yapısı gereği hataya, verimsizliğe ve suistimale açıktır.

O yüzden sürekli denetlenmesi ve eleştirilmesi gerekir.

Devleti yönetenlerin beceriksizliklerini ya da hatalarını eleştirmek devleti yıkmaya çalışmak değildir.

Hakikati devletperestlere bir kez daha hatırlatarak bitirelim:

“Putlaştırıp taptığınız devlet anlayışı sadece hayallerinizde vardı, o da enkaz altında kaldı.”

 

İRFAN YALÇINKAYA

Deprem vesilesi ile harika bir yazı olmuş, elinize sağlık, devletin tanrılaştırılması, ilahlaştırılması gayet güzel izah edilmiş, dindarlar devlet aygıtını ele geçirdikten sonra devletle özdeşleştiler, adeta kendisi oldular, ama öyle olmadığını bir süre sonra anlayacaklar, devlet adı altında yaratılan, kutsanan bu şey onları da bir köşeye fırlatıp atıp yoluna devam edecektir, en çok şaşırdığım ve üzüldüğüm konu da bir şeye eleştiri gelince devlet böyle istiyor demeleri ve kötü şeyleri devlete, iyi şeyleri de kendilerine yani partilerine mal etmeleri, halbuki partileri devleti işletmekle yükümlü bir organizasyon idi, yakında anlayacaklar

Sa, 02/14/2023 - 13:34 Kalıcı bağlantı

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 567 kez görüntülendi. 2 yorum yapıldı.