Bilgi için “var olan- mevcut- varlık, var olduğu ya da olmadığı bilinmeyen, yokluk” kavramları önemlidir. Hakikatin bilgisi bu üç noktada temellenir. Ancak insan genelde “mevcut-var olan” üzerinden bilgiyi üretir, kullanır. Mutlak hakikatin bilgisini de “mevcut-var olan” üzerinden elde edebileceğine inanır. Çünkü varlık, varoluşa dair birçok ipucu içerir. Ancak var olan-mevcut ile yetinildiğinde bu diğer iki noktanın, özellikle de ikinci noktanın yani “var olup olmadığı bilinmeyen” noktasının yok hükmünde kabulü anlamına gelir ki bu durumda üretilen bilginin hakikati tartışmalı olur. Bu bağlamda yokluk ve var olup olmadığı bilinmeyen noktaları hakikat bakımından önemlidir.
Günlük yaşamda da mevcudun bilgisi hakikatin bilgisi olarak kabul edilir. Lügat anlamlarından bağımsız olarak bunu “gerçeğin hakikati örtmesi” şeklinde anlıyorum. Evet, şöyle söylenebilir “Bu iki kavram eş anlamlıdır.” Lügatlere bakarsak da gerçek ve hakikat kelimelerinin eş anlamlı sayıldığını görüyoruz. Bu bağlamda ben “gerçek kavramının somut, mücessem, müşahhas, mevcutlar dünyasında var olana atfen kullanılmasını; hakikat kavramının ise mevcut- var olan- varlık, var olup olmadığı bilinmeyen ve yokluk kavramlarını kuşatan, bilginin doğruluğu noktasında şüphe olmayan mutlak bilgi, mutlak hakikat noktasında kullanılmasını” faydalı buluyorum. Bu iki kavramın farklı dil menşelerinden doğmuş olmaktan başka bir farkı olmasa da anlam dünyalarını yukarıda belirlediğimiz gibi tayin ettiğimizde epistemolojik olarak “bilgi” kavramını doğru tanımlamak daha mümkündür.
Bunu bir örnek üzerinden anlamaya çalışalım: Camın, betonun, merceğin, silikonun, çipin hammaddesi kumdur. Bu kumun gerçeğidir. Bu gerçektir ama kuma dair mutlak doğru bilgi bununla sınırlı değildir. Burada bilgiyi var olan-mevcut üzerinden “kumdan cam olur, cam kumdan olur” ile sınırlandırdığımızda ve bunu tek doğru, tek gerçek kabul ettiğimizde mercek, silikon, çip olma bilgisini örtmüş ya da ıskalamış oluruz. Kuma dair eldeki bilgi kumun hakikatinin bir kısmına tekabül eder. Kuma dair var olan ama henüz keşfedilmeyen yani var olup olmadığı bilinmeyen bilgi dikkate alınmadığında eldeki bilgi ile yetinildiğinde mutlak hakikat bakımından kuma dair söyleyeceklerimiz noksan kalır. Şöyle düşünelim: Kuma dair bilgi müktesebatında beş özellik var. Ancak henüz keşfedilemeyen özellikler olması gayetle muhtemeldir. Eldeki mevcut bilgiyi mutlaklaştırdığınızda muhtemel olan da mutlak hakikat ile ilgili olacağından bu mutlaklaştırma hakikat bakımından kusurludur. Hülasa “kumdan cam olur, cam kumdan olur” diye hüküm vermek benim ifademle “gerçeği hakikatin yerine ikame etmek” olur. Çünkü kumun hakikati ona dair bilinenler ve bilinmeyenlerin toplamından fazlasıdır.
Kum; mühendis, müteahhit, sanatçı, turist için başka bir gerçeklik ifade eder. Hepsi kendi gerçekliğini ifade eden dili büyütür ama kumun hakikati bu gerçekliklerin fazlasıdır. Kumun hakikati kuma dair gerçekliklerin kimiyle örtüşür, kimiyle çatışır, kimini kapsar. Gerçek hakikati örtünce yapıp mutlaklaştırdığımız kavramlaştırma ve tanımlamalar da hayatı kusurlarla doldurur.
Bir örnek daha verip devam etmek istiyorum: Un ile ekmek yapılır; bu, unun gerçeğidir ama un; buğdayla başlayıp ekmekten böreğe, pastadan endüstriye kadar geniş bir alanın konusudur. Bu alana bir de una dair var olup olmadığı henüz bilinmeyeni eklediğinizde bu da unun hakikati olur.
Gerçek ve hakikat kavramlarını sözlük anlamlarından bağımsız olarak iki farklı durumu ifade edecek biçimde kullanmaktan maksat nedir, diye sorabiliriz.
İnsan aklının; hakikatin bir kısmına şahit olup onu keşfedip anlamaya çalışıp yorumlayıp ifade etmesinden bilim doğar. Bilim, çok bilinen ifadeyle “aksi ispat olunana kadar doğrudur” kaydıyla kendisinin mutlaklaştırılmasını önlemek ister. Ancak insan bilgiyi “mevcut” üzerinden keşfedip, üretip anlamaya kalktığında bilimi mutlak hakikat sayar. Yani eldeki bilgiyi mutlaklaştırır. Bilgi, inanç ve yaşamını bu noktada temellendirir. Bu durum mutlak hakikat bakımından kusurludur. Bu kusur kendisi de varlık olan insanı; varlığın bilgisiyle, yani mutlak hakikatle ve diğer varlıkla çatıştırır. İnsan bu noktada “varlığın; diğer mevcudadla-varlıklarla ve var olup olmadığı henüz bilinmeyen muhtemel varlıklarla kuracağı ya da halihazırda kurulu olan münasebetten doğan bilgi”den mahrumdur. Bu mahrumiyet bir vakıadır ancak kişi mutlak bilgi, mutlak hakikat bakımından mahrumiyetini, kusurunu fark edemez. Zira onun için “gerçek” mutlaktır, tartışmasızdır, yeterlidir.
Bu bağlamda “mevcut, var olan, gerçek” üzerinden kendisini üreten bilim; çağın insanı için mutlak hakikat noktasında ele alındığında kendisiyle çelişip çatışan bir araca dönüşür. Bu durumu modern insanın “tanrı öldü deyip sonra beşeri aklı tanrılaştırmasında” açık biçimde görürüz. Mutlaklaştırılan şeyin tanrılaşıp putlaşması yani bilimin putlaştırılması, bilimin ontolojisi ile kendi iddiası ile çelişir. Bu da insanın bilim vasıtası ile mutlak hakikatle çatışmasını doğurur.
Gerçek ve hakikat kavramlarını bu iki durumu karşılayacak biçimde tekrar tanımlamak faydalı olabilir. Bu ayrımı gözetmeksizin yaptığımız kavramlaştırmalar ve tanımlamalar mutlak hakikatle bağı olmayan, varsa da noksan, kusurlu bir kavramlar dünyasına sahip olmaya neden olur. Kavram ve tanımlamalarınız kusurluysa doğru, iyi ve güzel bir hayat pratiği mümkün olmayabilir.
Özellikle iletişimin imkan, zemin ve araçlarının son derece çeşitlendiği ve iletişimin hızının olağanüstü biçimde arttığı günümüzde herkesin tanımlama peşinde olduğunu görürüz. Bu tanımlama çabası aynı zamanda meşruiyet oluşturma amacını da içerir. Tanımlamayı eldeki bilgiye göre kendince yapan insan aynı zamanda meşruiyet sorununu da halletmiş olur. Kendince tanımlama, kendince meşruiyet.
Hülasa ya gerçekle yetinip "hakikat budur" noktasındadır insan ya da varlığı bilinen dışında bir varlık dünyasına tecessüsle "hakikat nedir" noktasındadır. Gerçekten, var olandan hareketle "hakikat budur" noktasında olan "belki" hakikate ulaşmış olabilir ama hakikatten uzaklaşmış da olabilir. Ancak var olup olmadığı bilinmeyeni kuşatan bir bilgiyi de önemseyerek "hakikat nedir" noktasında olanın hakikate ulaşması mümkündür. Bu noktada da inanç ve bilgi diye iki kavram karşımıza çıkar. İnanan, bilginin tükendiği yerde gerçekten hareketle bir mutlak hakikat belirleyip ona inanır ve bu inancın, imanın, dinin konusudur.
İnsanın; varlığı olası-mümkünler- olup olmadığı henüz bilinmeyenler dünyasının bilgisine sahip olması bir yana varlık dünyasının tüm bilgisine sahip olması da mümkün değildir. Zira varlık dünyası sınırlı sayıda olmakla birlikte sınırları ve sayısı henüz bilinmeyen bir büyüklüğe sahiptir. Konuyu evrene nispetle anladığımızda insanın evrene nispeti ve insanın evrenle ilişkisi bakımından da insanın “bilmesi” biraz mümkündür. Yani insan az bilir ve bu bilgisinin doğruluğu da tartışmalıdır. Bu azlık ve tartışmalı olmaya nispetle kişinin kesin hüküm ve kanaatleri hakikat bakımından muhakkak kusurludur.
Yeni yorum ekle