Hiç şüphe yok ki faiz bütün türleriyle ve bütün zamanlar için İslam dininin yasakladığı ve bu anlamda İslam ekonomisi denince ilk akla gelen konulardan birisidir. Kapitalist ekonomi ise adeta faize dayalı bir ekonomidir. Zira yeni yatırımlar yapmak yeni kaynakları-tasarrufları gerektirmekte, bu da önemli ölçüde faiz enstrümanı kullanılmak suretiyle sağlanmaktadır. Tasarrufların yeterli hatta fazla olduğu zamanlarda faiz oranları negatife kadar giderken, sermaye yetersizliğiyle boğuşan, özellikle de gelişme aşamasını tamamlayamamış olan ülkelerde faiz adeta yeni bir sömürü aracına dönüşmüştür. Zira iç ve dış tasarrufları çekmek için uygulanan yüksek reel faizler süreç içerisinde bu ülkelerde bir sarmal halini almış, sermaye sahibi ülkelerin oluşturdukları sistem vasıtasıyla, halkın dişinden tırnağından artırıp biriktirdiği zorunlu tasarruflar (vergiler) tatlı karlar olarak bu ülkelere aktarılmaktadır. (faiz ödemelerinin bütçeden yapıldığını, bütçelerin de % 85-90 oranında vergilerden oluştuğunu hatırlatırım).
Kimi zaman bütün bunlar bile yeterli gelmemektedir. Bu durumunda global tefeciler (IMF gibi) devreye girmekte verilen borç ödeninceye kadar ülkenin bağımsızlığı adeta askıya alınmaktadır. Zira IMF borç verdiği ülkenin ekonomi yönetiminde söz sahibi olmaktadır. IMF’nin ilgili ülke temsilcisinin asıl vazifesi de budur zaten... Temsilci, ekonomik istikrar adına sürekli ilgili ülke yöneticileri ile pazarlık yapmakta ve kredinin yeni diliminin serbest bırakılması için çeşitli taleplerde bulunmaktadır. İlgili ülke zaten zorda kaldığı için IMF’ye müracaat ettiğinden pazarlık gücü de yüksek olamamaktadır. IMF ise girdiği ülkeden çıkmak istememektedir. Kredi ilişkisinin herhangi bir şekilde sonlandırılmak istenmesi iç ve dış dinamikler harekete geçirerek ilgili ülke adeta uluslararası müdahaleye maruz bırakılmaktadır.
Malum faiz en basit şekliyle verilen bir borcun belli bir vadenin sonunda verilen borcu aşacak şekilde geri alınması ile ilgili bir sözleşmedir. Birçok şekilde ortaya çıkabilir. Ancak günümüzde para ekonomisi yaygınlaştığından genel olarak para borcu şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bunun için oluşturulan kurumun adı da yine malumunuz; banka olarak isimlendirilmektedir. İsviçre gibi ekonomisi büyük ölçüde bankacılığa dayanan ülkeler vardır. Bir de gözden ırak yerlerde ve genellikle büyük ülkelerin kontrolünde olan ve biraz da kirli-kara paranın aklandığı yerler olarak tanımlayabileceğimiz yerler var ki; bunların da off-shore bankacılığı ya da kıyı bankacılığı olarak isimlendirilir. Bugün dominant iktisadi anlayış kapitalizmdir ve hemen her ülkede bankacılık ya da benzer sektörler ekonomide önemli bir yere sahiptir.
Faiz, mal ve hizmet üretiminden farklı olarak emek ve risk olmadan elde edilen bir gelir olduğundan rağbet görmektedir. Emek ve risk taşımaz ama tüketici kredisinde olduğu gibi üretim olmaksızın verildiğinde; kişisel, kurumsal ve bazen de devlet düzeyinde iflaslara neden olabilmektedir. Kimi zaman ise bölgesel, hatta küresel iflaslara yol açmaktadır. Nitekim 2008 sonrası ortaya çıkan ekonomik krizin kaynağı, ABD’deki mortgage faizinin finansmanından doğmuş olup büyük iflaslara yol açmış, İrlanda, İzlanda, Yunanistan gibi ülkeler ağır ekonomik faturalar ödemiştir. Aradan neredeyse on yıl geçmiş olmasına rağmen dünyadaki etkisi hala sıfırlanabilmiş değildir.
Sistem faiz üzerine oturtulduğunda; faiz alan bakımından karşılığında mal ya da hizmet doğma zorunluluğu olmayacağından, bunun sürdürülebilir olması beklenmemelidir. Ekonomide asıl olan emek ve sermayenin birleştirilip piyasada para ile temsil edilen bir değer oluşturulmasıdır. Para tek başına bir değer değil, mal ya da hizmetin değişimini kolaylaştıran bir araçtır. Bu yüzden para ile diğer bir para alınmaz ya da satılmaz. Faiz sadece para ile ifade edildiğinde faiz veren açısından mal ya da hizmet şeklindeki bir değerle temsil edilmez. Bir anlamda paranın alınıp satılmasıdır. Faiz veren açısından kısa vadede bir değer doğsa bile süreç içerisinde toplumsal negatif sonuçlar meydana gelebilmekte, birisinin elde ettiği bir değer; alış-veriş, ticaret gibi haklı nedenlere dayanmaksızın diğerlerine geçmektedir.
Malın bolluğu ya da kıtlığı bu mal ya da hizmete olan ihtiyaçla birleştiğinde parasal değeri ortaya çıkar. Örneğin su aslında iktisadi değeri en yüksek maldır. Zira ikamesi yoktur. İktisadi değeri en yüksek mal olmasına rağmen, ucuz olmasının nedeni bol olmasıdır. Altın da iktisadi değeri yüksek bir maldır ama kıttır. Altının iktisadi değerini yükselten sadece kıt olması da değildir. Zira altın, yoğunluğu en yüksek elementlerden birisi olmanın yanında en iyi iletkendir de… Suyun aksine kıt olması iktisadi değerini yükseltmektedir. Bu yüzden de parasal değeri yüksektir. Eğer su gibi kolay ulaşılabilir olsa idi, elektrik telleri başta olmak üzere bütün iletkenleri altından yapmak en iyi seçenek olurdu.
Ekonomide parasal değer değil iktisadi değer asıldır. Zira parasal değer malın iktisadi değeri ve bu mala olan talebe göre değişkenlik gösterir. Kızılderililere atfedilen bir söz vardır bu konuda: ‘beyaz adam bir gün altının yenilebilir bir şey olmadığını anlayacak…’ Kızılderililerin, Avrupalılar Amerika kıtasını keşfettikten sonra akın akın bu kıtaya gidip yerlileri bertaraf edince; o dönemin iktisadi anlayışı çerçevesinde, ki merkantilizmdir ve merkantilizm kıymetli maden biriktirmeyi zenginliğin kaynağı sayıyordu, altın madenlerine hücum edip her tarafı tarumar ettiklerini görünce söyledikleri rivayet edilir bu sözü… Beyaz adam bu sözü anlamış gibi gözükmüyor henüz maalesef…
Günümüz bakımından olaya baktığımızda, bir mal veya hizmet karşılığı olmadan alınan ya da basılan para sadece bir kâğıttır. Bu anlamda karşılıksız verilen her para (faiz) karşılıksız basılan para gibi ekonomi bakımından sakıncalıdır. Bu durumun devletler nezdinde kurumsallaşması ise belli aralıklarla iflaslara yol açmaktadır. Bu tür iflaslar servetin haksız yere bir kişiden diğerine geçmesine neden olmakta, bu da uzun vadede toplumsal barışı zedelemektedir.
Kapitalist sistem içerisinde yaşanan irili ufaklı krizlerin nedeni de budur aslında… Zira faizle esasen ‘saadet zinciri’ benzeri bir yapı oluşmakta, piramit sürekli yükselmekte ve belli bir yüksekliğe geldiğinde de piramit devrilmektedir. Piramidin yüksekliğine göre etkisi de farklılaşmaktadır. Bu bazen devlet bütçelerini de etkisi altına almakta, krizin aşılmasına devletlerin dahi gücü yetmemektedir. Bu durumlarda devlet iflasları yaşanmakta; konsolidasyonlar, konversiyonlar, moratoryumlar, el koymalar, IMF vb örgütlerle işbirliğine gitme zorunlulukları hep bunun sonucu olarak doğmaktadır. Halen dünyada dominant olan kapitalist iktisat anlayışı yaşanan tecrübelerle bu tür durumları da öngörecek şekilde ulusal ve uluslararası kurumlar ihdas etmiştir. Ekonomik birliktelikler ve dünya çapında etkisi olan global-uluslarüstü kurumlar (OECD, IMF, Dünya Bankası gibi) esasen bu amaçlıdır.
Belli aralıklarla yaşanan iflaslara rağmen, kapitalizmi ayakta tutan en önemli kurumun faiz olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Bu yüzden sistem faiz üzerine bina edilmiştir. Kapitalist sistemde faizli sistemin devre dışı bırakılması kemerli köprülerdeki kilit taşına benzer. Zira kilit taşının alınması köprünün yıkılması ile eş anlamlıdır. Bu yüzden kapitalist ekonomide faizin ayrı ve çok önemli bir yeri vardır. Sistemin olmazsa olmazıdır. Kapitalist sistemin ekonomiler üzerindeki hâkimiyeti ise sistemin faizsiz yürütülemeyeceği yanılgısını doğurmaktadır. Castro’nun dediği gibi demek lazım: ‘başka bir dünya var…’ (devam edecek)