İslam Ekonomisinde İçsel Perspektif

08 Kasım 2021

 

Bencillik de diğergamlık da insandaki fıtri hisler arasında yer alır. Dışa yansımaları da nasıl yönetildiğine ya da yönlendirildiğine bağlıdır. Daha açıkçası insandaki iyi ya da kötü yanların ortaya çıkışı sizin onu ya da onun sizi yönetmesine göre değişir. Kapitalizmin birincisini (bencillik), İslam ekonomisinin de ikincisini (diğergamlık) esas almış olması da konu ile ilgili ipuçlarıdır. Nitekim İslam bencilliği hiçbir şekilde onaylamazken, diğergamlığı teşvik eden müesseselere sahiptir. Pür haliyle kapitalizm diğergamlık müessesesi ile herhangi bir şekilde ilgilenmez ve makbul saymazken, bencilliği ekonomide amaç kabul edilen refah artışının merkezine koyar. Kapitalizmin bu pür ve ilk hali; sosyal devlet uygulamalarıyla nisbi olarak yumuşatılmışken, sonraki süreçte insancıl kapitalizm, altruizm (hayırseverlik) gibi henüz kurumsallaşmayan yaklaşımlarla da geliştirilmeye çalışılmıştır. Ekonomik ilişkileri de ilgilendiren ve esasen birey merkezli gelişen ‘empati’ de bu yaklaşımla bağdaşmaz.

Oysa içsel teşvikle bu kurumları hayata geçirmesi İslam ekonomisinin ayırt edici yanını oluşturur. Zira kapitalist sistemin kurumsallaşma adına kamusal zorlama (vergi) ile yerine getirmeye çalıştığı bu ihtiyaç, İslam hukuku bakımından birinci basamakta (zekât ile şer’i ve örfi vergilerle) zorunlu ve kamusal ise de, zenginlerin ellerindekini toplum yararına yönlendirmesi bakımından teşvik edici bir çok müesseseye sahiptir. İslam toplumundaki vakıf müessesesinin ana doğuş sebeplerinden birisi budur mesela... Nitekim Osmanlı’da birçok kamu hizmeti bu şekilde finanse edilmiştir.

Doğal olarak bu görev çoğu zaman ‘zekât’ sınırını aşan bir ilişki biçimidir. Bir başka deyişle zorunlu (farz) olan zekâtın verilmiş olması müslümanı sorumluluktan kurtarmaz. Zekâtı vermemek helal-haramla bağlantılıdır elbette… Daha fazlası da ‘hesabını’ vermekle, yani sorumlulukla ilgilidir. İlkedir zira; ‘haramın azabı, helalin hesabı vardır.’ İslam hukukunda maslahat kavramı da bunun için gelişmiştir. (Maslahat; İslam’ın getirdiği hükümlerin nihai amacının yararlı sonuçların elde edilmesi ve zararlı olanların giderilmesini ifade eder).

Bu bir medeniyettir ve daha çok da toplumsal dayanışma gibi insanın soyut yanına ilişkindir. İslam medeniyeti, İslam’ın bir din olması hasebiyle, insanı sadece maddi ihtiyaçlardan ibaret görmez. İhtiyaçlar sadece bireysel de değildir. Bugün yaşanan kişisel, sosyal, ekonomik, hatta savaşa varan devletler arası sorunların temel nedeninin; bireysel çıkar merkezli ve metafizikten uzak yaşam olan sekülerizm, insanı sadece fiziksel ihtiyaçlarla sınırlandıran materyalizm ve güçlünün ayakta kalacağı varsayımından hareket eden sosyal darwinizm olduğu Batıda da kabul görmeye başlamıştır. Sadaka taşlarına konan paranın hiç eksilmemesini düşünsenize… Birçok kişinin elini sadaka taşına attığı halde bir türlü bitmediğini, zira elini atanlardan bazılarının para alır gibi yaptığı halde aslında oraya para bıraktığını, ihtiyacı olanın da ihtiyacından fazlasını almadığını gözlemleyen batılı gezgin durumu kendi penceresinden izah edebilir mi… Kapitalist, seküler, materyalist ve darvinist bir insan modelinde böyle bir müessesenin hiç bir şekilde karşılık bulamaz.

İslam ekonomisinin birincil hareket noktası (aksiyomu) ‘tevhid’tir. Tevhid, malum olduğu üzere İslam dininin en temel kavramıdır. Bütün müesseseler bu kavram üzerine bina edilmiştir zira… Yaygın olarak bilinenin aksine de; sadece Allah’ın tekliğine değil, O’nun (cc) her hususta ‘tek otorite’ olduğuna refere eder. Bu anlamda ‘kendi işine karıştırmayan’ seküler insan ya da laik devlet düşüncesi ile bağdaşmaz. Zira bu (seküler-laik) düşünce hiçbir şekilde “tanrısal” sınırlamayı kabul etmez. Kavram makasıd-ı şeria’nın da birincil ve vazgeçilmez ön şartıdır. (Makasıd-ı Şeria; İslam Hukukunun temel gayeleridir. Genel olarak; hayat (can), nesil (nesep, ırz), akıl, mal ve dinin korunması şeklinde özetlenebilir). Bu aksiyomdan hareket eden insanın-müslümanın referans kaynakları (Kur’an ve Sünnet) pas geçmesi gibi bir seçenek yoktur. Söz konusu bu referans kaynaklar insana, topluma dönük sorumluluklar yüklemektedir.

Malum olduğu üzere, kapitalist ekonomide kaynakların ‘kıt’ olduğu varsayımından hareket edilir. Kaynakların kıt olduğu tartışmalı bir konudur ama kapitalist insan modelinin bu kaynakları hor ve dengesiz kullandığı da bir o kadar tartışmasızdır. Zira bu kaynaklar kapitalist iktisadın mantığına uygun bir şekilde hem uluslararası hem de ulusal bakımdan güçlünün elindedir. Uluslararası paylaşımın ne kadar adaletsiz olduğu genel olarak bilinir de milli düzeyde bu paylaşımın, özellikle de gelişmiş ülkelerde sorunsuz bir şekilde işlediği düşünülür. Oysa bu ülkelerde sermaye kesimi ile çalışan kesim arasında uçurum denecek kadar gelir farklılıkları vardır. Avrupa’da sosyal devletin nisbi olarak dengelediği bu durum, özellikle de Amerika’da fevkalade belirgin bir toplumsal sorundur.

Aslında ilahi kökenli bütün dinler bu konu ile de ilgili olan değerler sistemi va’z etmiştir. Ancak yine bilinen bir gerçek olarak Batıda 16. Yüz yılda başlayan 18. Yüzyıl Fransız Devrimi ile tamamlanan sekülerleşme, din kaynaklı uygulamaları toplum hayatından çıkarmayı başarmıştır. Bizde ise benzer bir süreç 19. yüzyılda başlamış, 20. yüzyılda ise hayata geçirilmiştir. Önemli bir fark şu ki; Batıda toplumsal tabanlı olan bu talepler, Müslüman beldelerde dış odaklı ve dayatma şeklinde tezahür etmiştir. Oysa şu insani ve islami duygulardan hiç birisinin bir karşılığı ve açıklaması beşeri sistemlerde yoktur; mülkün gerçek sahibinin Allah, dolayısıyla bize emanet olduğu, (maddi manevi ama dünyevi bir karşılık beklemeksizin yapılan) hayırseverlik, elinde bulunanı ihtiyaç sahibi ile paylaşmak, kanaat, sabır, şükür, diğergamlık, i'sar (kendi ihtiyacından ziyade başkasının ihtiyacını önceliğe almak), zekat, sadaka, insan modelinin bireysel değil toplumsal çıkar odaklı olması, insanı (soyut anlamda) merkeze alma, (kendisinin dahi olsa israf olması hasebiyle) sınırlı ekonomik özgürlük, insanı sömüren ve toplum düzenini bozan karaborsacılığın ve faizin olmadığı bir ekonomik düzen... Ve daha fazlası…

Günümüzde (laisizmle birlikte) oluşturulan algının tersine din (en azından İslam) sadece vicdani ve bireysel değil, toplumsal ve siyasi otorite bağlamında da hükümler ihtiva eder. İslam’ın üç temel ayağından birisi olan muamelat (diğer ikisi itikat ve ibadettir) toplumsal sorumluluk ahlakına sahip olmayı ve (mesela zekâtın toplanıp dağıtılması ve bir takım cezai müeyyidelerin uygulanması bakımından) siyasi otoriteyi de bağlayan hükümler içerir. Birkaç yüzyıl önce batıda alan hakimiyeti kazanan seküler ve kapitalist düşünce toplumsal değer oluşturan bu kurumları kitlelerin gözünde itibarsızlaştırmıştır. Oysa Peygamberler geldikleri toplumlarda sadece bireysel değil, sosyo-ekonomik ve siyasi reform hatta devrim yapmışlardır. Efendimiz zamanında bunun iki temel ekonomik ayağı, o günlerde yaygınlıkla uygulanan faizin kesin bir şekilde devlet gücü de kullanılarak kaldırılması ve yine devlet gücü de kullanılarak zekât müessesesinin yerleştirilmesidir. İkili ticarette (ihtikar-karaborsa yasağı ya da narh-fiyat düzenlemeleri ya da maslahat-kamu yararı gibi) getirdiği esaslar da vardır. Bu uygulamalar siyasi otorite vasıtasıyla ve gerektiğinde kamusal güç (kolluk güçleri) kullanılarak işlevselleştirilmiştir.

Bugünkü çağdaş devlet, verginin toplum adına devletin hakkı olduğu kabulünden hareketle, kapitalist sistemde aslında fevkalade önemsenen bireysel özgürlükleri göz ardı ederek mal varlıklarının bir kısmına, onların isteği dışında ve zorla el koymaktadır. Kamu yararı olduğunda bireysel mülkiyete dokunulması ya da olağanüstü zamanlarda kişisel özgürlüklerin yine toplum lehine ve geçici olarak askıya alınması da böyledir. Buna elbette bir tür bedeni vergi olan zorunlu askerliği de ekleyebiliriz. İslam hukuku ya da ekonomisinde zekât da öyle değil midir... Zira zekât kişinin kendi emek ve sermayesiyle kazandığı mal varlığı ya da kazanç üzerinden (ilgili ayet gereği) fakirlerin, miskinlerin… hakkı kabul edilir ve (esasen) devlet gücü kullanılmak suretiyle toplanır. Bu da göstermektedir ki; bugün verilen imajın tersine; müslümanların islami değerleri sadece bireysel olarak yaşamak değil; aynı zamanda bu değerleri yayma ve toplum refahına sunma sorumluluğu vardır.

Şüphesiz insan ihtiyaçları fizyolojik ihtiyaçlarla sınırlı değildir. Ancak (kapitalist) ekonomi bu ihtiyaçların giderilmesine odaklanmıştır. Oysa psikolojik, sosyal ve ahlaki bakımdan da insanın giderilmesi gereken ihtiyaçları vardır. Tatmin duygusunun fizyolojiye indirgenmesi insanı hatta devletleri zaman içerisinde canavara dönüştürmektedir. İnsan insanın kurdudur felsefesi de bununla ilgilidir.

Mevcut ekonomi anlayışı değerler dizisini nötrleştirmektedir. Bir başka deyişle ekonomik ilişkiler çıkara dayalı olduğundan değerlerin toplumsal ilişkide bir karşılığı yoktur. İşçi olarak çalışan insan bile bir maliyet, bir sarf malzemesidir. Devlet bu yüzden vergi toplayarak, o da sadece toplumun fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamak zorunda kalmaktadır. Oysa İslam ekonomisinde birçok müessese kişiye topluma dönük çeşitli yükümlülükler getirmektedir. Hiç şüphesiz toplumsal ilişkilerin bu denli kompleks olduğu ve kamusal harcamaların olağanüstü arttığı günümüz koşullarında bu müesseseler güncellenebilir ve toplumsal ihtiyaçların güçlü bir aracı haline getirilebilir.

 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 780 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.